Meteryalizasyonlar Bir Sırrın Çözümü mü

Meteryalizasyonlar Bir Sırrın Çözümü mü :

Meteryalizasyonlar Bir Sırrın Çözümü mü

Filipinliler'in ruhsal şifa müdahalelerinde, parafiziksel süreçlerin örneğin psikokinezinin işin içinde olduğu artık kesindir. Daha önce belirtildiği gibi, uzaktan hareket ettirme fenomenleri Prof. Vasiliev ve onun tarafından keşfedilen medyom Nina Kulagina tarafından gerçekleştirilen olağanüstü çalışmalar sayesinde tam olarak 1968 yılından beri bilim adamları tarafından dakabul görmektedir. Juan Blance'ın bedene hiç dokunmadan bir "kesik" oluşturmasında da, Agpaoa'nın yapışkan bir bandı "üfleyerek kesmesinde" de psikokinezi işin içindedir. Blance, "kesiği" yaptıktan hemen sonra dokuları, psikokinetik yolla bedenden dışarıya çıkarmaktadır. Ayrıca bunlar bedenden dışarı çıkarılmadan önce de yapışık bulundukları asıl yerden psikokinetik yolla çözülmektedir. Filipinli cerrahlar, büyük bir olasılıkla çene kemiğine sağ-lam bir şekilde bağlı azı dişlerini de psikokinezi yoluyla çekip çıkarmaktadır. Bu fenomeni iyice araştırmış olanlar bilirler ki bu, güçlü bir başparmağı ile ve güç artırıcı bir mekanik tutuş sistemi ile gerçekleştirilemez; çünkü çene kemiğine sağlam bir şekilde oturmuş bu dişler genelde ulaşması zor yerlerde ve pozisyonlarda bulunmalarına rağmen, cerrah tarafından kolaylıkla çıkarılmaktadır. Tony Agpaoa 1965 yılında bu yeteneğini Amerikalı kiropratik uzmanı Nelson Decker'e "aktardı" (bk. s. 301) ve o, sağlam dişi aynı kolaylıkla, yalnızca parmaklarıyla ve hiçbir güçlük çekmeden çekti aldı. Nina Kulagina kırılmış bir yumurtanın içindeki yumurta sarısını yumurta akından ayırmış ve sonra yumurta sarısının formunu bozmadan tekrar birleştirmiştir.Elbette resmi olarak kabul görmesi kaydıyla bu süreç, Filipinli cerrahlar tarafından gerçekleştirilen beden içindeki dokuların ayrıştırılmasından temelde farklı mıdır? Bunu kabul eden diğerini de olanak dışı görmemelidir. Ancak her şey bir tarafa şu ana kadar ele alındığı tarzıyla psikokinezi fenomeni de, paranormal ameliyatlarda ve aynı ölçüde psi araştırmalarının diğer kısmi tezahürlerinde görülen bu süreçleri tek başına açıklayamaz. Kitabın bu bölümüne kadar üzerinde iyice tartışmadığımız bir parapsikolojik fenomeni, düşüncelerimizin içine adapte etmeden bu sorunun çözümüne yaklaşamayız. Bu şu anlama gelir; şimdi bizler, çağımızın başlarında olduğu kadar günümüzde de bilimsel anlamda tartışmalı olan ve oldukça da garip bir medyomsal fenomen üzerinde duracağız: Materyalizasyon. Burada demateryalizasyon ve remateryalizasyon olarak iki ayırırnda bulunulmaktadır. Bilim tarafından henüz keşfedilmemiş olan demateryalizasyon, anladığımız kadarıyla organik maddenin çözülmesidir. Bu, büyük bir olasılıkla maddenin temelde tamamen yeni bir haline ya da enerjiye dönüştürülmesidir. Bildiğimiz maddi dünyanın katı, sıvı, gaz hallerinin ötesinde olan ve hatta fiziksel plazmanın da ötesinde olan bir halden bahsedilebilir. Maddenin bu hali, maddi dünyanın atomlarından daha süptil olmalıdır (atomaltı parçacıkları ile belki karşılaştırılabilir) ve elektriksel değildir. Dolayısıyla hiçbir zorlukla karşılaşmadan katı yapıların içinden geçip gidebilir. Şimdilik gönül rahatlığıyla bunu, Rus araştırmacıları İnyuşin ve Sergeyev'in biyoplazması olarak görebiliriz. (bk. s. 110) Bu durumda "demateryalizasyon", normalorganik özlerin biyoplazmaya geçişi anlamına gelirdi. "Remateryalizasyondan" ya da sadece "materyalizasyondan" söz edildiğinde ise, biyoplazmadan normal maddi hale geriye dönüşü ya da dönüştürülmeyi anlardık. Açıklama getirilemeyen bu materyalizasyon fenomenleriyle ilgili kadim zamanlardan günümüze kadar çeşitli kültürlerde deneyimsel. sözel, yazılı aktarımlarda bulunulmuş ve bunlar bizlere kadar ulaşmıştır.Bu aktarırnlar her ne kadar son yüz yılda Avrupa kültüründe oldukça nadir görülür ve işitilir olsa da, durum böyledir. Ayrıca materyalizasyon süreçlerinin deneyimlenmeye başlanması, büyük bir olasılıkla güçlü bir psikokinezinin de işaretidir. Göründüğü kadarıyla psikokinezi, bazı medyomların biyoplazmasının ışınımı aracılığıyla gerçekleşmektedir. Özel bazı durumlarda, sanki biyoplazmada tamamen yepyeni bir yetenek açığa çıkıyormuş gibi görünmektedir.

Bu, biyoplazmanın, henüz bilmediğimiz belli bazı şartlar altında bedenin dışına "materyalize olma" yeteneğidir. Bunun anlamı da şudur: Bu öyle "yoğunlaşabilmekte" ya da yapılanabilmektedir ki, sonuçta sanki yeni organik bir madde meydana gelmektedir. Nina Kulagina psikokinezi yeteneğiyle bir kilo ağırlığında olan bir alüminyum silindiri bile hareket ettirebilmiştir. Ancak bu durumlarda, arada fiziksel bir plazma hali tespit edilse ve birçok şey buna işaret ediyor olsa da görülebilir bir materyalizasyon fenomeni tezahür etmemektedir. Ayrıca ağır masa, hatta dolap gibi bundan daha ağır nesneleri psikokinezi yoluyla hareket ettirebilmiş olan medyomlar da çıkarmıştır. Güvenilir bilim adamlarının belirttiği gibi, bu gibi durumlarda medyomun bedeni ile hareket ettirilecek nesne arasında yalnızca görünmez ve elle hissedilemez bir güç alanı kurulmamaktadır. Ayrıca biyoplazmada gerçekleşen yoğunlaşma ve yapılanma sonucu maddesel bir şekil meydana gelmektedir. Bu bazı şartlarda elle de hissedilebilmekte ve ağır nesneleri hareket ettirmekle sorumlu olan da asıl bu olmaktadır. Eğer biz, biyoplazmayı maddenin beşinci hali olarak düşünecek olursak ki bu belki de yeni biyolojik enerji ile örtüşmektedir ruhun idaresi altında böyle bir medyomsal materyalizasyon süreci, büyük bir olasılıkla en kısa zamanda biyoplazmanın aracılığıyla plazma üzerinden maddenin katı haline kadar bir gelişme süreci gerçekleştirecektir.

Bir bilim adamının ilk reaksiyonu, bunun olanaksız olduğunu savunarak böyle bir şeyin tüm fizik deneyimlerine aykın olduğunu ifade etmek olacaktır. Buna verebileceğimiz cevap şudur: Bundan önce psikokinezi ve telepati de fiziğin deneyimlerine aykın gibi görünmekteydi. Pascual Jordan'ın dediği gibi, "Nasıl ki parapsikoloji, telepatinin açıklamasını yaparken fizik biliminin desteğinden vazgeçmeliyse, bunun bir benzeri de materyalizasyonun parafiziksel süreçleri için geçerli olmalıdır." Burada söz konusu olan tamamen farklı bir biyolojik enerjidir. Günümüze kadar deneysel fiziğin konuyla hiçbir ilgisi olmadı. Dolayısıyla medyomsal yeteneklerin imkanlarını, fizik biliminin "mümkün" gördüğüyle sınırlandıramayız. Parapsikolojik fenomenlerin önde gelen araştırmalarından telepati, durugörü, önceden bilme, psikokinezi, materyalizasyon fenomenleri, bir zamanlar yalanlanmaktaydı. Fakat şimdi günümüzde bilimsel açıdan kanıtlanmamış görülen bir tek materyalizasyon kalmıştır. Fakat diğer dört fenomende olduğu gibi materyalizasyon fenomeninin bilimsel temelde kabul edilmesi de sadece an meselesidir. Muhtemelen Sovyet bilim adamları çoktan bunun üzerinde çalışmaya koyulmuşlardır. Çünkü Rusların sahip olduğu gibi böyle olağanüstü psikokinezi medyomları var olduğunda, elbette materyalizasyon fenomenleri laboratuvar şartları altında kısıtlı ölçüde de olsa sergilenebilir. Sovyet bilim adamları, medyomlarını disiplinli ve ağır bilimsel şartlar altında çaiışabilecek şekilde eğitmişlerdir. Bu da, yeteneklerinin kapasitesi açısından bir düşüşü beraberinde getirmektedir. Fakat materyalizasyon fenomeninin kabulünün bilimsel çıkışını başarmak için bu bile yeterlidir. Bunun için gerekli olan temel merkez mevcut gibi görünmektedir. Şu an Batı Avrupa' da, bilinen bir tane bile materyalizasyon medyomu yoktur. Bunun tek nedeni ne bu tarz alışılmışın dışında yeteneklere sahip kişilerin maruz kaldığı genel bir karalama kampanyasıdır ne de bunun sonucunda bu tür becerilerin daha tohum halindeyken felce uğratılması gerçeğidir.Amerika ve Brezilya'da gerçek ve sahte materyalizasyon medyomları mevcuttur ve iyiyi kötüden ayırt etmek tecrübe ister. Üstelik materyalizasyon fenomenlerinin açığa çıkışındaki ışığa duyarlılığı, özellikle görülebilir elektromanyetik tayfın daha yüksek enerji ışınımlarında büyük bir sorun teşkil ediyorsa, işiniz bir kat daha zorlaşmaktadır.

Sadece çok güçlü ve yetenekli materyalizasyon medyomları gün ışığında materyalizasyon fenomenleri üretebilirler. İşte böyle bir medyom, Brezilyalı Carlos Mirabelli'ydi. O, çalışmalarını gün ışığında, doktorlardan ve bilim adamlarından oluşan büyük bir grubun önünde gerçekleştirebiliyordu. Medyom, akla gelebilecek tüm hile olasılıklarını ortadan kaldırmak için, kendini sandalyeye bile bağlatmaktaydı.Fakat bu türde beceriler çok nadirdir. Materyalizasyon medyomları genelde kızıl ışık altında ya da tam bir karanlıkta çalışmakta, fakat bu da hile olası-lığını artırmaktadır. Bu gerçek, birçok bilim adamını tüm bu fenomenleri toptan reddetmeye itmiştir. Fakat böyle bir yaklaşım bilimsel değildir. Bir alanda çalışırken bu alanda zorluklarla karşılaşılması bunun reddi için bir sebep olamaz. Bilimin her sektöründe öyle süreçler vardır ki, bunlar ancak en zor şartlar altında araştırılabilir. Hoşumuza gitse de gitmese de doğanın fenomenleri kendilerini ne bizlerin isteğine ne de bilimin şu andaki araştırma yöntemlerine göre ayarlatmaktadır. Burada her bir araştırma nesnesine uyum sağlayacak olan asıl unsur biz ve bizim araştırma yöntemlerimizdir. Bir medyomun kızıl ışık altında ya da tam bir karanlık içinde çalışmasını sağlamak ve tüm hile olasılıklarını ortadan kaldırabilecek bir ortam hazırlamak günümüzde kesinlikle bir sorun teşkil etmez. Yüz yılımızın ilk on yılında bile bazı materyalizasyon fenomenleri disiplinli bilimsel şartlar altında araştırılmış ve mümkün olduğu ya da gerçekliği kanıtlanmıştır. Prof. Julius Ochorowicz, bugün kendi vatandaşları tarafından Polonya'nın en saygın psikologlarından biri olarak görülmektedir ve genç Polonyalı Bayan Stanislawa Tomczyk dahil pek çok yetenekli medyomla birlikte çalışmıştır. Münihli Dr. Albert von Schrenck Notzing 1. Dünya Savaşı'nın öncesinde Fransız Eva Carriere ile seanslar gerçekleştirmiştir. Bilim adamı onu, baştan aşağıya ince tül jarseye hem de dikişli olarak sarmıştır. Ayrıca medyomun disiplinli bilimsel bir kontrol altında deney öncesi tamamen çıplak olması ve akla gelebilecek çeşitli incelemelere katlanması gerekiyordu. Jinekolojik ve makatsal kontrollerden de muaf değildi. Tüm bunlar laboratuvara gizlice herhangi bir materyal sokmaması ve bu nesnelerle "hile" yoluyla materyalizasyon fenomenleri oluşturmaması içindi.Schrenck Notzing tarafından, fenomene şahit olmaları için, oturuma tanınmış insanlar davet edildi, bu şahitlerden biri de Thomas Mannadı. Çalışma ekibinin tüm uğraşlarına, çabalarına ve özverilerine rağmen deneyin yöneticisine en haksız yollarla saldırılarda bulunanlar elbette bu kez de eksik değillerdi. Onu ve bu fenomeni yalanlamak için, bilim adamının "bu tür işlerle" uğraşması bile yeterli bir nedendi. Doğrusu "bilimsellik" hakkında birçok insanın çok garip anlayışları var; bilimselliği uygulanan yönteme dayandırarak değerlendirmeleri gerekirken, araştırma nesnesine ya da konusuna dayandırarak, daha işin hemen başında peşin hükümde bulunmaktadırlar. Bu soruna ne kadar değinsek azdır, dolayısıyla olması gerekeni bir kez daha açık bir şekilde ifade edelim: Bir araştırmanın bilimselliği, asla araştırmanın nesnesine değil, aksine her zaman ve her yerde sadece araştırmanın gerçekleştiriliş tarzına dayandırılır. Ve Schrenck Notzing'i iyice araştırmış olanlar bilir ki, onun çalışmaları bilimsellik açısından seviyesi çok yüksek araştırmalardır ve geleceğin onu tamamen doğrulayacağına gönül rahatlığıyla tanıklık edebilir. Onun dışında daha birçok bilim adamı, örneğin İtalyan bilim adamları Cesare Lombroso, Ernesto Bozzano ve bunların içinde en şüpheci olanı Prof. Enrico Marselli de materyalizasyon fenomenlerini araştırmıştır. Marselli ilk başta bu fenomenleri tamamen reddetmiş, fakat sonra bunların gerçekliğinden kesinlikle emin olmuştur.En önemli ve değerli deneyleri yirmili yıllarda Charles Richet ve Gustave Geley isimli iki Fransız bilim adamı gerçekleştirmiştir. Charles Richet, Sorbone'da bilimselliği en yüksek seviyelerde olan bir doktordu. Fizyolojik çalışmaları içinde özellikle anafilaksinin keşfi sonucu Nobel ödülünü almış-tır. Dr. Gustave Geley 1919 yılında devlet desteğiyle Richet tarafından kurulan Paris'deki Uluslararası Metapsişik Enstitüsü'nün rektörüydü. Her ikisi de deneylerini akla gelebilecek tüm hile olasılıklarını saf dışı bırakabilecek şartlar altında gerçekleştınyarlardı.

Polanyalı medyem Franek Kluski üzerinde uygulanan en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş testleri de başarıyla uygulamaktaydılar. Richet paranormal alan içinde gerçekleştirdiği çalışmalarının sonuçlarını hayatının eseri olan "Traiie Metapsychique" adlı kitabında yazıya dökmüştür ve materyalizasyon fenamenini bilimsel açıdan kanıtlanmış olarak görmektedir.Dr. Hans Gerloff ellili yıllarda yaşayan, Avrupa'nın en son ve en büyük materyalizasyon medyomu Danimarkalı Einar Nielsen ile birlikte deneyler gerçekleştirdi.O günlerde henüz bi yoplazma kavramı bile tanınmamaktaydı, dolayısıyla araştırmacılar inceledikleri fenomenleriri gözlemsel yapısına ve bunun meydana gelişiyle ilgili somut bir fikre sahip olamıyorlardı. Ayrıca bu fenomenler sağlıklı bir insan aklı için o kadar kavranılmazdı ki, insana tam bir saçmalık olarak görünebilirdi. Burada sayılan tüm araştırmacılar, yaptıkları gözlemler sonucunda bazı medyornların trans halinde biyolojik bir temel öz olan ektoplazmayı bedenlerinin hücrelerinden dışarıya çıkarabildiklerini ve bu ektoplazmanın bedenin dışında çeşitli formlara büründükten sonra tekrar medyomun bedenine geri döndüğünü, onaylamaktalar. Bu süreç, bazı amip gibi tek hücreli canlıların tezahür biçimleriyle benzerlikler taşımaktadır. Bunlar sümüksü bir madde olan protoplazmadan meydana gelmektedir ve bunların içinde bir hücre çekirdeği yerleşiktir. Protoplazma içinde bulanık, küçük tohumcuklar ve damlacıklar tarafından doldurulmuş iç katmanları yani endoplazmayı tespit edebilirsiniz. Cam berraklığında ve tohumsuz olan kenar katmana ise ektoplazma denmektedir. Amiplerin kendi şekillerini değiştirebilme kabiliyetleri vardır. BezseL, düzensiz girinti çıkıntılar oluşturabilirler. Plazma bunun içinde akıcı hareketlere maruz kalır, öyle ki bunun sonucunda garip kök şekilli uzantı parçaları meydana gelir. Bunlar insan uzuvlarının adeta ilkel formları gibidir, fakat insan uzuvlarıyla karşılaştırıldığında aşırı derecede kararsız ve şekil koruyamaz niteliktedirler. Psödopotlar da denilen bu plazma uzantı parçaları, amipin hücresel bedeninin her yerinde yapılanabilirler. Karşı dirençlere olduğu kadar ışığa da reaksiyon göstermektedirler. Belki de medyomun bedeninden çıkan öze, bu görsel benzerlik sebebiyle "ektoplazma" denmektedir. Fakat belki de burada, medyomun beden dokusunun hücrelerinden kaynaklanan bir ektoplazma kastediliyor olabilir. 1915 -16 yıllarında İngiliz fizikçi W. J. Crawford, medyem Bayan Goligher'in karın bölgesinden tahminen bir metre uzunluğunda fil hortumuna benzer bir uzantının çıktığını tespit etti. Bu hareket ettirilen nesne, sağlam bir şekilde "yapışabilen", çekebilen, itebilen, güç etkisinde bulunabilen ve hatta ağır nesnelerin yükseltilmesini sağlama görevini bile görebilen ve tüm bunlar için gerekli sertliğe, sağlamlığa sahip bir taşıyıcıdır.Crawford hareket ettirilen nesneleri, medyomun bilgisi dışında, renk veren boyalarla işaretledi. Deneyler tamamlandıktan sonra medyomun karın bölgesi derisi üzerinde çeşitli renkler tespit edildi. Sanki bu uzaktan hareket ettirme fenomenini gerçekleştiren materyalizasyonlar, medyomun bedeninin bu bölgesine geri çekilmiş gibi. Crawford ve başka araştırmacılar bu gibi testlerin yanında, materyalizasyon seanslarında medyomlarını tartı üzerine de çıkardılar ve süreç sırasındaki ağırlığı kontrol ettiler. Bunun sonucunda ektoplazma çıkışı esnasında kayda değer ağırlık kayıpları tespit edildi. Buradan çıkarılacak sonuç, medyomun bedeninden gerçekten de bir öz dışarıya çıkmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla bu çıkışın, biyoplazmanın ara hali üzerinden bunu takip eden materyalizasyona ve bedenin yüzeyindeki "ektoplazmaya" doğru bir sıralaması olmalıdır. Fakat her şeye rağmen "ektoplazma" tanımı şanslı bir seçim değildir. Çünkü şu ana kadar hiçbir çalışma, medyomsal ektoplazmanın, hücre içinde bulunan sitologların ektoplazmasından çıktığını kanıtlamamaktadır. Bu kavramın dışında teleplazmal" ve medyeplazma tanımları vardır. Ancak Fransız ve Anglosaksonların literatüründe "ektoplazma" tanımı kabullenildiğinden biz de bu tanı-mı kullanmaya devam edeceğiz. Medyom ektoplazma oluştururken genelde içe dönük bir şekilde oturmaktadır. Daha yoğun fenomenler, derin transta gerçekleşmekte ve bu esnada beden işlevleri aşırı anormallikler sergilemektedir. Örneğin Brezilyalı Carlos Mirabelli'nin kalbi ürkütücü bir hızda atmakta, yüzü mum gibi solmaktaydı ve dolayı-sıyla gözlemci doktorlar, bu esnada onun hayatından endişe duyuyorlardı.e? Fakat medyomlar az miktarda ektoplazma oluşturmak için derin transa ihtiyaç duymuyorlardı. Ektoplazma araştırmalarının öncüleri, bu fenomenin her zaman bir fotoğrafını çekmek istemişlerdir. Şu ana kadar çekilenlerin neredeyse tamamı siyah beyaz çekimlerdir. Materyalizasyon seanslarının gerçekleştirildiği ilk yıllarda renkli fotoğ-raf tekniği henüz geliştirilmemişti. Bununla birlikte çok az sayıda kızıl ötesi filmler bulunmaktaydı. Bunlarda sürecin tamamı hareketli olarak kaydedilmiştir. Bir medyomun meydana getirdiği bir ektoplazma oluşumuyla ilgili bilimsel açıdan ilk kabul görecek olan filmi, kanaatirnce Sovyet bilim adamları çekecektir. Schrenck Notzing ve Gustave Geley tarafından çekilmiş olan materyalizasyon filmleriyle Agpaoa ameliyatlarını Filipinlerde veya çekilmiş bir filmde gözlemlemiş olanlar, Agpaoa'nın hastanın bedeninden çıkardığı şey ile Dr. Geley'in araştırdığı ektoplazmanın aynı özler olduğu kanısına varacaktır. Demek ki, ektoplazma süreçleri Agpaoa ve diğer Filipinli cerrahların ameliyatlarında da, her ne kadar çeşitli materyalizasyon seanslarından daha farklı şartlar ve şekiller altında meydana geliyor olsa~ar da büyük bir olasılıkla söz konusudur. Agpaoa'nın hastalardan ürettiği ektoplazma, anlaşıldığı kadarıyla genel olarak hastadan kaynaklanıyorken, Batı' daki materyalizasyon seanslarında bunlar medyom~an kaynaklanmaktadır. filipin ameliyatlarında kararlı bir son şekle sahip görünen ektoplazma, oldukça uzun bir süre sağlamlığını korumaktadır. Batılı medyomların ektoplazması genelde seans esnasında tekrar çöülmekte ve medyomun bedenine geri dönmektedir. Belki de, Agpaoa ve diğer şifacıların hastalar üzerinde ürettikleri ek toplazma, bundan dolayı "kararlı ektoplazma" olarak tanımlanmalıdır. Bu kararlı ektoplazmaya dokunulduğunda insan veya hayvan dokusu hissi vermektedir fakat doktorlar, bunun gerçekten ne olduğunu açık bir şekilde söyleyememektedir. Bununla birlikte şifacı Blance tarafından hastanın gözünden ya da bedenin üst yüzeyinden dışarıya çıkartılan neredeyse şekilsiz özler, büyük bir olasılıkla Geley ve Richet'in üzerinde çalıştığı ektoplazma türündedir. Şimdi Geley tarafından 1918 yılında biraraya getirildikten sonra yayımlanan materyalizasyon tezahür biçimlerini Agpaoa'nın bazı ameliyatlarında ortaya çıkan fenomenlerle karşılaş-tırmanın tam zamanıdır. Geley bu konuda şunları yazmıştır:"Medyomun bedeninden bir öz, kendini dışarıya çıkarmaktadır. Öz başlangıçta biçimsiz ya da çok biçimlidir. Medyomun bedeninin her yerinden; doğal deliklerinden, kollarından ve bacaklarından, kafatası tepesinden, meme uçlarından ve parmak uçlarından dışarıya çıkmaktadır. En sık görülen ve en rahat çıkışlardan biri, ağızdır. Özün iç yanaklardan, damaktan ve diş etinden dışarıya çıkışını görürsünüz.Öz çeşitli şekillerde tezahür etmektedir: "Bazen asılıp çekilebilir bir hamur gibidir.", bazı kişilerde ve Blance'ın çalışmalarında gözüktüğü gibi, "Bazen de bir bakarsınız ince bir ip ya da çeşitli kalınlıklarda kalın bağlar, ince, hareketsiz ışınlar, bazen zar, bazen bez ya da belirsiz ve dengesiz kenar hatları olan ince bir dokuya benzer. En farklı görüntü, yayılmış zar görüntüsüdür, saçaklı ve şişkindir ve bu şekil bir ağ görüntüsünü hatırlatmaktadır." Bu şekillerin neredeyse tamamı Agpaoa ameliyatlarında görülmektedir ve bunlar defalarca filme alınmıştır. Bunların içinde en ilginç olanı Geley'in zar biçiminde olduğunu belirttiği ektoplazma formudur. Araştırdığı medyomlarda bunu tespit ettiği zamanlarda henüz plastik folyo yoktu! Yoksa Agpaoa'yı bir hilekar olarak görenlerin gözlemledikleri o "sözde plastik folyo hilesi" ardında yatan sır burada mı saklıdır? Onun bazı ameliyatlarında büyük bir olasılıkla arada bulunan, zara benzer ektoplazma oluşumları meydana gelmektedir, fakat bunlar yine hemen şekil değiştirmektedir. Ayrıca Geley bir başka eserinde şöyle demektedir: "Dokunduğunuzda öz, üzerinizde farklı bir his uyandırmaktadır. Genelde nemli ve soğuktur, bazen yapışkan ve kayış gibi, nadiren kuru ve sert bir şekilde gözlenmektedir." Bu arada Agpaoa ameliyatı esnasında bizzat kendi elleriyle yaranın içine müdahale etmiş olan bir doktorun Stern dergisine verdiği ifadelerini biraz önce belirtilenlerle karşılaştırmakta yarar vardır: "Bu cansız bir nesne, gergin bir plastik katman hissi vermekteydi ve beden ısısında değildi."298 Hile hipotezini oluş-turanın buradabir ektoplazma yapısına dokunmuş ve bunu hissettikten sonra da bir plastik folyo ya da buna benzer bir şey sanmış olma olasılığı yok mudur? En azından birçok şey buna işaret etmektedir. Arada bulunan yapı anlaşılan sert ektoplazmik bir özdür ve bu, şu ana kadar katı bilimsel temellere dayandırılarak kavranamamış olan birçok psi fenomenlerinin bazı medyomsal süreçlerini akla getirmektedir. Ayrıca bu, araştırılmaya devam edildiği sürece aranan bilimsel açıklamayı da büyük bir olasılıkla çok yakında beraberinde getirecektir. Dr. Hans Naegeli Osjord 1970 yılında yayınladığı bir makalesinde ateşe dayanıklılık fenomeni üzerine bazı bilgiler vermişti. O bu yazısında, bir dizi şüphe kabul etmez vakaları gün ışığına çıkarmış, medeniyetimizle hiç karşılaşmamış olan bazı toplumlardan örnekler sunmuştu. Bu toplumlarda uygulanan kült, ateş üzerinden atlamak ya da ateş dansı olarak bilinir. Örneğin Seylan adasının yerlilerinde ve ayrıca Malezya şamanlarında görülen dualarda ya da Havai kahunalarında ... Sir William Crookes bir önceki yüzyılın sonlarında bu şekilde ateşe dayanıklı olan D. D. Home adlı bir medyomdan söz etmekteydi. Fakat hiç kimse ona inanmadı, hatta bu olaydan dolayı bu ciddi bilim adamı mevcut inanırlığını da yitirdi. 1935 yılında Hintli Kuda Bux, Londra'da yirmi doktor ve bilim adamının önünde yalın ayakları üzerinde 430 derece sıcaklıkta olan bir yüzeyde yürümüş ve avak tabanları hiç zarar görmemiştir. Fakir bu gösteriyi gerçekleştirmeden önce meditasyon yaparak transa geçmiştir. Buna benzer daha pekçok başka vaka mevcuttur. Geçmiş yılların "Kesin bilim"in bilim adamları, bu tür haberlerin hile olduğunu düşünerek hemen bir kenara atmışlardır. Bundan dolayı 1972 yılında Moskova'da gerçekleştirilen Uluslararası Parapsikoloji Kongresi'nde gösterilen bir filmde Romanyalı bir danscı kızın korlar üzerindeki hiç yanmadan gerçekleştirdiği acısız yürüyüşü, birçok Batı bilim adamı tarafından sansasyon olarak görülmüştür.Tony Agpaoa da ateşe karşı dayanıklı olduğunu söylemektedir. Bu tür inanılmaz yetenekleri ektoplazma oluşumuna dayandırırsak daha anlaşılır olmaktadır. Belki de biyoplazma bedeni, bu tür tehlike anlarında bedenin söz konusu kritik yerlerine yüksek ısıların yok edici derecelerine dayanabilen aşırı derecede sert ektoplazma materyalizasyonu oluşturmaktadır. Belki de birçok bilim adamı tarafından yalanlanan, örneğin Hint yogileri tarafından gerçekleştirilen zehirli öz ya da cam parçalarını yeme ya da yutma gibi bu tarzdaki diğer fenomenlerin temelinde de bu gerçek yatmaktadır.Ruslar, yogilerin gösterilerini de filme aldılar. Örneğin bir yogi asit içmekte, cam kırıkları yutmakta ya da kırık camların üzerine yatarak kendini çiğnettirmekteydi. Sırtında sadece hafif baskı izlerinden başka hiçbir yara izi yoktu. Acaba bir yogi koruyucu bir ektoplazma şeridi oluşturarak, bağırsağın emici mukoza zarı tarafından zehirin emilmesinin önüne geçebilir mi? Belki de buzdan bir mezarın soğuğu altında bulunmasına rağmen, beden ısısında herhangi bir ölümcül değişime maruz kalmayan yoginin başarısının ardında da böyle bir ektoplazma koruyucusu olabilir.Bunların hepsi elbetteki tahminlerden ibarettir, fakat bu örneklerden yola çıkarak görüyoruz ki, ektoplazma fenomeninde şüpheyle karşılanması gereken bir fantezi ürününden daha fazlası söz konusudur. Belki de bu psişik ameliyatların anlaşılmasında anahtar rolü oynayan bir etkendir. Dolayısıyla bunları Dr.Geley'in tespitleriyle karşılaştırmaya devam edelim:"Bu öz tezahür ettikten sonra yine şimşek hızıyla geldiği gibi ortadan kaybolmaktadır ve ışığa karşı sıradışı bir duyarlılığa sahiptir." Belki de Agpaoa'nın, film çekiminde kullanılan ekstra ışık ameliyat bölgesine geldiğinde, neden sezgiselolarak eliyle örtüğünün açıklamasını da buna bağlayabiliriz. Bu davranış, hiç üzerinde düşünülmeden ve fenomenin gerçek bağlantılarının bilgisi araştırılmadan hemen sahtekarlık olarak yorumlanmaktadır. Ve Geley devam ediyor: "Bununla birlikte hiçbir şey ışığın etkisi kadar değişken değildir. Hatta bu öz bazı durumlarda gün ışığına bile dayanabilmektedir." Müdahalenin bazı evrelerinde Agpaoa da açık ameliyat yerini göstermektedir. Geley: "Özün doğrudan organize olma eğilimi vardır. Asıl şeklinde uzun süre kalmıyor. Organizasyonun çok hızlı gerçekleşmesi sebebiyle özün, başlangıçtaki halini göstermemesi sık deneyimlenmektedir.Bazen de amorf özü, bir araya gelmiş şekiller ya da örneğin organlar, hatta insan yüzü gibi yapılar içinde görünmektedir." Bu anlatılanların bile Agpaoa ameliyatlarıyla, örneğin tümör benzeri yapıların tamamen farklı bir doku içinde bulunmasında paralellikler bulunmaktadır. Burada Agpaoa'nın ilk zamanlardaki çalışmalarıyla ilgili anlattıklarını akla getirmekte yarar var. O zamanlarda kendisi tarafından gün ışığına çıkartılan dokularda bazen garip, uzun köke benzer bağlar tamamen farklı doku yapılarına asılıydılar. Bu tezahürleri, birkaç kez ben de görebildim ve bunlar gerçektende Batı tıbbının deneyimlerine ters düşen şeylerdir. Geley çalışmalarında tamamlanmış birçok organ yapıları bile görmüştür: "Bu yapılar, birçok vakada fenomenin başından sonuna kadar gözümün önünde oluşturulmuş ve geliştirilmiş-tir." Geley bu özün, medyomun elleri ve parmakları arasında yapılanışına şahit oldu. Medyom ellerini birbirinden uzaklaştırdı-ğında, bu öz uzamakta ve çeşitli şekiller meydana gelmekteydi.Bu tür tezahürler Agpaoa ve diğer psişik cerrahların arneliyatlarında, Dr. Naegeli Osjord, Sigrun Seutemann, ben ve başka birçok kişi tarafından da görüldü. Büyük bir olasılıkla' şifacıların ellerinin güç alanlarının altında, hastanın ektoplazmasıyla bilimin henüz tanımadığı morfogenetik süreçler meydana gelmektedir. Burada bir kez daha Stern dergisinde yayınlanan söyleşiye başvuralım ve bazı karşılaştırmalarda bulunalım. Orada, Tony karın bölgesinin üzerine bir folyo germekte ve bu, bastı-rılan karnın üstünde belirgin bir şekilde yükselmektedir, denmişti. Kelimesi kelimesine şöyle yazılıyor: "Ameliyatla dışarıya alınan organlar bu ince yaygıdan çıkartılmaktadır. Tony bunları tampon ve pamuk yardımıyla karın boşluğunda serinkanlılıkla hazırlamakta ve bunları bir de hastaya göstermektedir. Bunun hemen ardından da yardımcısı bunları çöp kovasının içine atıp ortadan kaldırmaktadır." Konuyla alakalı olarak az önce belirtmiş olduğumuz açıklamalar göz önünde bulundurulduğunda, haberi yazanın yanılgısının sebebi daha iyi anlaşılmaktadır. Şimdi tekrar Geley'e dönelim: "Yapılar, yeni şekillendirilmiş organlarında genelde eksiklikler, hatalar, boşluklar göstermektedir. Tamamlanmış ve tamamlanmamış organik yapılar arasında akla gelebilecek her çeşit geçişler söz konusudur ve değişim genelde gözlemcinin gözleri önünde gerçekleşmektedir."Bazen öyle garip şekiller ve hayaletimsi (şeffaf) yapılar meydana gelmektedir ki, bunun üzerine Geley şöyle diyor: "Bunlar, metafizik rafinmanı JRaffinement; rafinesi ve kurnazlı-ğı] düşük ve bundan daha da az araca sahip olan bir gücün üretimleridirler. Fakat bu güç, kendisine sunulan araç gereçlerle elinden geleni yapmaktadır." Burada Filipin ameliyatları ile Geley'in belirttikleri arasında çarpıcı paralellikler söz konusudur. Belki de bizler bu ektoplazmik süreci, hastanın, ya da şifacının, iç bedensel dokusunun "materyalizasyonu" olarak ele alabiliriz. Yani biyoplazmaya aktarılmış ve buradan, büyük bir olasılıkla biyoplazmik bedeninin bir şakrası üzerinden dışarıya çıkartılmıştır. Bunun ardından psişik cerrahın ellerinin güç alanları altında remateryalizasyonun ilk safhasında ektoplazma yapılanması gerçekleşmektedir. Burada önce ilkel, başlangıçsal dokusu yapılanmakta, sonra bu remateryalizasyon süreçlerinin niteliği ölçüsünde hastanın söz konusu spesifik dokusunu şekillendirmektedir. Fakat remateryalizasyonun bu ideal nihai üretimi genelde tamamlanamamaktadır. Yani geri oluşumda Celey'in sözleriyle "eksiklikler, hatalar, boşluklar" görünmektedir, hatta süreç genelde başlangıçsal, ektoplazma benzeri, yapı-sız ya da eksik yapıda bir oluşum seviyesinde tezahür etmektedir. Ben bu türde materyalizasyonları, Juan Blance'da, eşi benzeri bulunmaz bir belirginlikte gözlemleme fırsatı buldum. Bir hastanın karın yüzeyinde, şifacının kör bağırsak bölgesine odaklanan gözleri altında iltihaba benzer bir miktar sarı sıvının karın yüzeyine çıkışına şahit oldum. Başlangıçta, bunu bir tür garip yayılma süreci sandım, bugün ise artık bunların materyalizasyon süreçleri ve ektoplazma fenomenleri olduğundan eminim. Daha o zamanlarda kendime sık sık sormaktaydım, acaba Agpaoa, kanlı ameliyatlarında gerçekten de hastanın bedenini açmakta mıdır, yoksa aynı Blance'da gördüğüm iltihaba benzer sıvı gibi materyalizasyon fenomeni yoluyla kan, açılmamış bedenden dışarıya mı çıkartılmaktadır? Ve gerçekten de en azından vakaların çoğunda durum bunu gösteriyor. Bu arada Sigrun Seuternann'ın gözlemlerinin vardığı sonuç da bu yöndedir. Mareelo'nun göz ameliyatlarındaki inanılmaz miktarlara ulaşan kan da aynı fenomenle açıklanabilir. Buradan yola çıkıldığında üphecilerin hile varsayımlarının da belki önüne geçilebilir ki, şifacının diğer ameliyatlarında bu kadar kan görünmez. Bununla birlikte gerçek bir paranormalolayla mı yoksa bir hileyle mi kar-şı karşıya olduğumuz sorusuna verilecek cevap da bedenin "açıldığı" ya da açılmadığı konusunda verilecek karar sayesinde daha bir kesinlik kazanmış olacaktır. Fakat beden gerçekten açılmamış olsa da, bu artık hiç kimsenin hileden söz etmeyeceği anlamına gelmez. Eğer kan, bedenin açılmasına gerek kalmadan materyalize oluyorsa, bu durumda genelde spesifik kanın gösterdiği gelişim basamağının son safhasına kadar materyalizasyon gerçekleşmeyecektir. Ancak Tony Agpaoa buna odaklanırsa durum değiş-mektedir. O zaman materyalizasyon sürecini, spesifik kanın gösterdiği gelişim basamağının son safhasına kadar vardıracaktır ve bu çok yüksek bir psişik gücü gerekli kılar. İşte kendisinden sonra kan alınmasını istememesinin sebebi de budur, çünkü bu yanlış anlamalara yol açar. Çünkü rutin bir araştırmada elde edilecek laboratuvar sonucu, "insan kanı değil!" olacaktır. Bundan yola çıkarak da, "Eğer bu insan kanı değilse, o zaman bir hayvan kanı olmalı!" gibi yanlış bir çıkarıma varılacaktır. Yani her şey bir sahtekarlıktan ibaret gibi görülecektir. Geley devam ediyor: "Dışarıya çıkan ektoplazmasının formu, medyomun bilinçdışı tarafından yönetilmektedir. Medyoma hakim olan ruhsal-zihinsel formlar, suretler ya da resimler de ektoplazma aracılığıyla bir şekle dönüşebilirler. Düşüncenin doğrudan materyalize olduğuyla ilgili fikir, zaten bu sürece 'İdeoplasti' denmesinin altında yatan ana düşüncedir. Bu sözcük, modellendirmeyi canlı maddenin idesi aracılığıyla tanımlamak istiyor."Filipin ameliyatlarında söz konusu olan materyalizasyonlardaki şekil verme, büyük bir ihtimalle hem hastanın organik bilinçaltından hem de ameliyatı gerçekleştiren cerrahın bilinçaltındaki ruhsal imaj örneklerinden ya da onun bilinçaltına etkide bulunan bir zekadan kaynaklanmaktadır. Bazı durumlar da insan dokusuyla benzerlikler taşımayan garip dokuların meydana gelmesi de bu sebeptendir.Manila'da Blance'ın ameliyatlarında genelde oldukça garip remateryalizasyon ürünleri gözlemlenmekte ve Batı doktorları da bunlarla ne yapacağını doğrusu hiç mi hiç bilememektedir. Örneğin, hastalarının gözlerinden bazı özleri adeta bir mıkrıatı-sın demir tozları gibi hem de hiç dokunmadan çekip çıkarması ya da söz konusu özden oluşan yapıyı burundan çekip alması gibi. Bundan önce birikme altlığı olarak bir çubuğu burnun içine yerleştirmekteydi. Deri rahatsızlıklarında ise, deriden dışarıya doğru "tohuma benzer" uzun parçacıklar çıkmaktadır. Bunlar büyük bir olasılıkla bu şekil ve yapıda bedenin içinde bulunmamaktadır. Şüphesiz ideoplastik kökenli bu garip şekil verme, şifacının psişesinin majik nitelikli derin katmanlarına dayanıyor olmalı. Fakat etken sebep, kendi bilinçaltının dışından da kaynaklanıyor olabilir. Blance bazen derinin altından, bu tohuma benzer özden yüz adetten fazla bir miktarda çıkarmaktadır ve bunlar ağır çekim hızında dışarıya çıktığından çok rahat gözlemlenebilmektedir. Sonuçta uzun zamandır iyileştirilememiş olan deri hastalıkları bu yolla şifa bulmaktadır. Bu fikir yürütmeler eğer doğruysa bazı şifacıların, doktorları ameliyat ettikten sonra çıkarttıkları "tümörü" aynı doktorların yapılan histolojik araştırmaları sonucunda "pamuk" olarak tespit etmesini de açıklardı. Burada biyoplazmadan ektoplazmaya doğru bir dönüşüm gerçekleşmektedir. Bu, şifacı tarafından kullanılan pamuğun üzerinde toplanarak kararlı ektoplazma ile örtülmüş olmaktadır. Anlaşılan materyalizasyonların, üzerinde gelişebilecekleri bir altlığa ihtiyaçları vardır. Örneğin geleneksel fizik-kimya süreçlerinde, gaz evresindeki bir yoğunlaşma bir yüzeyin bulunması sayesinde kararlı şekiller indükleyebilmekte ya da bunu kolaylaştırmaktadır. İşte Blance'ın sinüzit hastalarının burunlarına soktuğu çubuklar da büyük bir olasılıkla bu sebepten kullanılıyorlar, ki bu da materyalizasyon süreci için kullanılan bir altlık olmalıdır. Agpaoa ve diğer şifacılar da kullandıkları pamukları ve tamponları biyoplazmadan ektoplazma haline geçişi kolaylaştırma amacıyla kullanıyor olmalılar. Materyalizasyonun başlangıçtaki ürünleri ile sarılmış olan bu pamuklar büyük sorunlar oluşturmuşlardır. Çünkü bunlar, bazı şifacılar tarafından "tümör" olarak ele alınmış ve sonuçta doktorlar tarafından da sahtekarlık olarak tanımlanmıştır. Burada gerçekleşen sır, bedenin içinden gelen çözülmüş bir dokunun, şifacı tarafından kullanılan pamuğun üstünde remateryalizasyonudur ve bu, tüm pamuğu sarıp o garip şekle büründüğü için şifacılar tarafından "tümör" olarak algılanmıştır. Ancak bu sahte tümör gerçekten de hastanın bedeninin içinden kaynaklanan özler içermektedir. Fakat bunlar geriye dönüştürülürken (remateryalizasyon) tamamlanmamış, garip ve şekilsizdirler, dolayısıyla da doktorlar tarafından dikkate alınmamışlardır. Ve pamuk tespit edildiğinde de, elbette doku bilimsel (histolojik) araştırma tamamlanmış olarak görülmektedir. Fakat bu şifacının hile yaptığı anlamına gelmez; çünkü hem bunun hile olduğunu bilip hem de bir doktora tümör diye bir pamuk verecek kadar hiç kimse akıl yoksunu olamaz. Agpaoa araştırılan dokulardan çıkan sonuçları gördükten sonra, elbette bu dokulardan artık hiç kimseye bir örnek vermemektedir. Bu da hile tezi taraftarları tarafından, Agpaoa'nın saklayacak bir şeyi olduğunun ve foyası ortaya çıkacağı için korktuğunun kanıtı olarak görülmektedir. Burada gerçekliği tartışılan bu sorunun, söz konusu dokunun, bilimsel patoloji anlayışı çerçevesinde, sadece spesifik insan dokusuyla alakalı olup olmadığının tespit edilmesiyle kolay bir şekilde cevaplanamayacağını sanki hiç kimse anlamaya ve kabul etmeye hazır görünmüyor. Bunlar bir zamanlar spesifik insan dokularıydı. Fakat tamamlanamamış ya da ideoplastik manada başka yönlere kaydırılmış bir ektoplazma yapılandırmaları olarak artık spesifik değildirler. Bizler en karmaşık fenomenlere bile alıştık. Günlük deneyimlerimiz ile örtüşmüyor diye, zor anlaşılır fiziksel gerçekleri reddetmek, hiçbir uzmanlığı olmayan kişinin bile aklına gelmez. Biliyoruz ki, sağlıklı insan aklına, yani mantığa, kayıtsız şartsız güvenilmez. Bununla birlikte, "bir kere bir, bir eder" yüzeysel mantığına dayanan çıkarırnlar yapabilen ve kararlar verebilen uzman olanların çoğu, parafenomenlere inanmaktadır. Geley'den alıntı yapmaya devam ediyorum: "Ektoplazmik yapıların temelinde yatan başlangıçsal öz, medyoma geri dönmektedir çünkü bu, medyomun özünden oluşturulmuştur. Aslında ektoplazma, kısmen medyomdan dışarıya çıkan bir şeydir. Medyom ve ektoplazma arasında sıkı bir bağ söz konusudur." Filipin ameliyatları bu noktada burada anlatılanlardan ayrılmaktadır. Fiziksel medyomların ektoplazma yapılandırmalarında dışarıya çıkartılmış olan öz tekrar bedene geri alınmaktadır. Çünkü, genelde büyük miktarlarda sağlıklı hücrelerden elde edinildiğinden burada ortaya çıkan özün geri dönmemesi durumunda psişik organizmanın canlı kalma yeteneği zorlaşmaktadır. Buna karşın Filipinli bir şifacı tarafından hasta üzerinde materyalize edilmiş olan ektoplazma, eğer bu deri üzerindeki oluşumu sırasında tamamen ayrılmamışsa, o zaman bu, bedenin dışında izole edilmekte ve çekip çıkarılmaktadır. Bu çekip çıkarma hastanın hayatını tehlikeye düşürmemektedir. Çünkü burada söz konusu olan miktarlar, materyalizasyon seanslarında görülen bazı fenomenlerinkine karşın çok daha düşüktür. Bundan dolayı güçlü ektoplazma oluşumunda bazı medyomların sergilediği yüksek derecedeki anormal fizyolojik fenomenler, Filipin ameliyatlarında görülmemektedir. Burada Carlos Mirabelli'yi akla getirmekte yarar var. Oradaki parafiziksel temel süreç, yani biyoplazmadan ektoplazma haline geçiş, her ne kadar aynı olsa da, hedefler bambaşkadır. Sonuçta ameliyatın hedefi, bir şeyi bedenden dışarıya çıkarmaktır. Eğer Agpaoa ameliyatlarında bir materyalizasyon süreci söz konusuysa, şu soru kaçınılmazdır: Materyalizasyonun ön şartı olarak görülen biyoplazma nereden kaynaklanıyor? Hastanın bedenindeki hasta yerin çözülümü (materyalizasyonu) ya da en azından hasta özün kısmen çözülümü sonucu üretildiğini var saymak akla en yakın cevap olmaktadır.

Bu durumda terapötik etki mekanizmasına en azından üç aşağı beş yukarı bir açıklık getirilmiş olur. Ancak bilimsel çalış-malarda ve araştırmalarda bulunmuş olanlar bilir ki, gerçeklik her zaman araştırmacının ve onun teorilerinin buna "tasarladığı" bakış açısına uygun, açık ve istenilen yollarda ilerlemez. Buradaki durum da böyle görünüyor. Eğer şifacının hasta yeri demateryalize etmesi ve bunu beden dışına remateryalize etmesi her zaman görülen ve genel bir kuralolsaydı, bu durumda psi-şik ameliyatların gerçekliği açısından hiçbir şüphe söz konusu olmazdı. Fakat gerçekten de bazı vakalarda şifa kendiliğinden meydana gelmektedir. Yani hastalık etkenlerinin ve belirtilerinin ameliyat tamamlanır tamamlanmaz anında yok edildiği durumlar vardır. Daha önce de belirttiğim gibi bunu, sinüzit iltihabının yok edildiği ameliyatta, bizzat kendi üzerimde deneyimlemiştim. Tabii daha başka birçok örnek de mevcuttur. Fakat bu tarz şifa vakaları sık karşılaşılan durumlar değildir. çoğu vakada gerçekten de çelişkili sonuçlar açığa çıkmaktadır, zaten bu konu ve psişik şifacılar etrafında dönen çoğu tartış-maların ve karşıt görüşlerin temelinde yatan sebep de genelde budur. Şifacının büyük miktarda doku parçası çıkardığı ameliyatlarda genel olarak şu durumlar görülmektedir: Röntgen bulgularına göre değişen hiçbir şey yoktur, fakat hastanın rahatsızlıkları ortadan kalkmıştır. Ve kısa bir süre sonra klinik bulgularda buna uygun sonuçlar vermekte yani bu, hastanın gerçekten iyileştiği anlamına gelmektedir. Psişik cerrahinin karşıtları şu iddiada bulmaktadır: Burada, hasta tarafından kaynaklanan psikogenezi ile alakalı bir etki söz konusudur, yani akla gelebilecek en iyi ihtimalle hasta kendi inancıyla iyileşmektedir. Filipinli şifacılarda, uzaklaştırdığı doku parçaları ile sadece bir hileyi sergileyerek bununla hastanın kendisinden kan ya da doku gibi şeylerin çıkartıldığına inanması sağlanmaktadır. Üstelik bunlar hayvan kanı ve dokularıdır. Sonuçta tüm bu müdahaleler sonrası hastanın kendini tüm kesinliğiyle iyileştiğine inandırması, onun sübjektif rahatsızlıklarını artık hissetmemesine yol açmaktadır; zira inanç dağları yerinden oynatmaya muktedirdir. Bu hipotez çok basit, açık ve anlaşılırdır, fakat bunun bir dezavantajı vardır ki, bu da yanlış olmasıdır! Örneğin ameliyatla dışarıya alınan dokular hiçbir araştırmada bulunmadan ya da çok yüzeysel bir bakışın sonucu gerçekten de domuz eti, tavuk bağırsağı ya da buna benzer şeyler kesinlikle değildir.Böyle bir dokunun insan dokusu olmadığı ispatlandığında, burada öncül bir materyalizasyon yani istikrarlı bir ektoplazma söz konusudur. Bu arada Filipinler' de elbette bu alanda sahtekarlar ve paranormal güçleri olmayan ve ameliyat yapıyormuş izlenimi uyandıranlar da vardır. Fakat bu çeşit sahtekarları her alanda bulabiliriz, dolayısıyla bu bizi ilgilendirmez. Önemli olan Agpaoa'nın ve diğer cerrahIarın müdahaleleridir ve asıl tartışma konusu da onların bu psişik müdahaleleri nasıl gerçekleştirebildikleridir.Şimdi, söz konusu olan şifalara zoraki olarak psikogenezi ile bir açıklama getirdiğimizde şunu bilmeliyiz ki, bu hipotez bazı çelişkili fenomenlerde tamamen saf dışı kalmaktadır. Bunun birçok örneği vardır. Pratisyen doktor Sigrun Seutemann bu konuda on iki yaşındaki bir avukatın oğlunun vakasından söz etmektedir. Oğlan, sol gözü üzerindeki karniye tabakası ve ağ tabakası anomalisi sebebiyle doğuştan görme özürlüydü. Sigrun Seutemann ile birlikte Filipinler'e uçuldu ve Agpaoa tarafından gerçekleştirilen ameliyat sonrası hasta görebildiğini ifade etti. filipinler' deki imkanların elverdiği ölçüde bir görme testi yapıldı. Çocuk, sol gözüyle gerçekten de sorunsuz bir şekilde okuyabilmekte yani artık tam olarak görebilmekteydi. Geri dönüldükten sonra çocuk, Basel'de bir göz uzmanı tarafından tekrar kontrol ettirildi ve asıl gariplik o zaman ortaya çıktı. Uzman, göz üzerinde organik açıdan hiçbir değişiklik tespit edemedi ve dolayısıyla çocuğun sol gözüyle görebilmesine bir anlam verememekteydi. Bu tür vakalar, Lourdes'de gerçekleşen bazı şifalarda da bilinmektedir. Örneğin Bire isimli bayan bir hasta, kaybettiği görme yeteneğine ansızın tekrar kavuşmuş, fakat klinik açıdan göz üzerinde hiçbir değişiklik tespit edilememiştir. Hasta tekrar görmeye başladıktan ancak bir hafta sonra, iyileşme klinik açıdan tespit edilebildi.

Bu tür fenomenlerle ruhsal, zihinsel ve tıbbi açılardan tamamen yeni bir alana adım attığımız açıktır ve bu konuda araştırmalarda bulunulmaması için, bunları sadece sahtekarlıktan ibaret şeyler olarak görmemek gerekir. Bunları ayağımızın altındaki sağlam zemini sarsan ve geleneksel düşünce yapımıza uymayan şeyler olarak gördüğümüz için, bu süreci telkin olayları olarak ele almaktan daha basit bir yaklaşımımız olamaz. Buna ek olarak Filipin ameliyatlarının ektoplazma kompleksine, materyalizasyon ile alakalı bir dizi sorununa ve fenomenine burada değinelim. Psikokinezi, biyoplazmanın bazı şartlar altında medyomun bedeninden belli bir uzaklıkta dönüştüğünü ve etkiler oluşturduğunu, bizlere kanıtlamaktadır. Materyalizasyonlar da, yani biyoplazmanın ektoplazmaya dönüşümü aynı ölçüde biyoplazma üreticisinden belli bir uzaklıkta açığa çıkmaktadır. Bu, Amerikalı medyomların gerçek materyalizasyon seanslarında oldukça sık gözlemlenmektedir. Göründüğü kadarıyla bu durum ile Filipin ameliyatları arasında belirgin bazı benzerlikler vardır. Şöyle ki, bazı vakalarda şifacının ellerinde, o daha henüz hastanın bedenine dokunmadan materyalizasyon süreçleri tespit edilmektedir. Tabii ki tüm bu olaylara şüpheyle yaklaşan kişi burada, hile tezi için aradığı "delili" büyük bir kesinlik içinde bulmuş olduğunu sanmaktadır. Bu fenomenler yüzeyselolarak gözlemlendi-ğinde, incelendiğinde ve araştırıldığında tamamen yanlış çıkarımlara ulaşılmaktadır. Sonuçta bu fenomenleri tüm derinliğiyle, ciddi bir şekilde inceleyenler, hemen uçağa atlayıp boşu boşuna Filipinler' e uçmamaktadır. Konunun bu açılarının hem bu kitabın sınırlarını hem toplumlarımızın genel bakış açılarını aşan içerikleri dolayısıyla Filipin ameliyatlarıyla ilgili tüm bakış açıları burada açıklanamamaktadır. Örnek olarak fizikçilerin medyamsal materyalizasyon fenomenlerine karşı ortaya attıkları iddialar verilebilir. Fizikçiler, materyalizasyon ya da demateryalizasyon süreçlerinde, oldukça sert elektromanyetik bir ışınım şeklinde inanılmaz derecelerde yüksek enerji miktarlarının serbest kalması gerektiği kanısındadır. Fakat anlaşıldığı kadarıyla bu medyemsal materyalizasyonlarda söz konusu değildir. Ancak bu, örneğin Einstein'ın kütle enerji ilişkisinde olduğu gibi fiziğin temel kanunlarının burada geçerli olmadığı anlamına gelmez. Bu büyük bir olasılıkla bizim biyoplazmanın ne olduğunu ve bunun bildiğimiz fiziksel açıdan kavranabilmiş olan enerji biçimleriyle olan karşılıklı etkileşimlerini, hiç mi hiç bilmediğimizi göstermektedir. Filipin ameliyatlarında görülen acısızlık fenomeni, organik bir dokunun demateryalize olması açısından bakıldığında, vakaların büyük bir bölümü insana daha anlaşılır gelmektedir. Eğer birbiriyle ilişkisi olan hücre alanları ve dokular demateryalize olmakta ise bu, sinir yapısının da çözüldüğü ve bu süreç esnasında acı çekmeyi gerektirecek bir sebebin olmadığı anlamına gelir. Bu temelden yola çıkıldığında, bıçaksız ve acısız olarak bedenin içine girilmesi de tamamen kabul edilebilir sınırlar içindedir. Doğal olarak bu gibi durumlarda Batı cerrahisinin anlayışında mevcut olan yara izleri elbette beklenmemelidir. Şimdi, 1973 yılının Ocak ayında ilk Filipin seyahatimden iki yıl sonra gerçekleştirdiğim gezimde gözlemlediğim, ektoplazma fenomeninin tamamen belirgin olduğu özel bir ameliyatı burada anlatmak istiyorum. Müdahale Agpaoa tarafından Manila'da.benim otel adamda gerçekleştirildi. Genç bayan hasta, bir beyin tümörü ile boğuşmaktaydı ve Batı cerrahisi bu tümörü ancak kısmen yok edebilmişti. Tony o ana kadar başka hastalar üzerinde birçok müdahalede bulunduğundan bir dinlenme arasına ihtiyaç duymuş olacaktı ki, o an izleyicileri neşelendirmek için hastanın peruğunu başına yerleştirerek, odanın içinde bir oraya bir buraya dans etmeye koyuldu. Ardından hastanın başının önünde diz çöktü, tüm konsantrasyon gücüyle ve tüm ciddiyetiyle odaklanarak işine başladı. Bundan önce asistanı hastanın başına pamuk yerleştirmişti. Tony hastanın saçsız başının derisi üzerinde açık parmaklarıyla, hafifçe masaj yapmaya başladı. Parmaklarının ne arasında ne de altında kesinlikle hiçbir şey gizli değildi. Bunun ardından kan, daha doğrusu kana benzer o sıvı akmaya başladı ve masaj yapan parmakların altında dokular belirmeye başladı. Çiğ bir eti andıran ve gitgide deriye benzer bir yapıya dönüşen bu öz, çok geçmeden başın büyük bir bölümünü örttü. Bir uzman burada hemen bir "plastik folyo'dan" söz etmeye başlardı! Evet şimdi bu gerçekten de yarasa kanatlarını andıran derimsi bir öze bürünmekteydi. (Bu ektoplazma yapısına "yarasa kanatları" gibi bir tanımı, kendisinden birçok kez alıntılarda bulunduğumuz Prof. Charles Richet ve diğer araştırmacılar yapmaktadır.) Bu ektoplazma derisi, şimdi adeta başa yapışık gibi görünmekteydi; Agpaoa bu derimsi özün kenarından kafatasına baskı uygulayarak deri yüzeyini açıkça görülür kılmaktaydı, bu sırada kısmen kapalı olan gözleriyle konsantrasyonunu korumaktaydı. Şimdi bu kafatasının üstündeki derinin altında bazı süreçler gerçekleşmekteydi. Bunlar, Richeı, Crawford, Ochoroıoicz, Schrenck Notzing ve diğerlerinin burada neden bir "materyalizasyon embryogenezi" sinden söz ettiklerini anlamamı sağladı. Gerçekten de burada, Tony'nin elleri altında olup biten şeyler aynı bir döl kesesi içinde gelişen cenin dokusu gibi ağır çekirnde görüntülenmiş bir tür embryogenezi sürecine benzemektedir. Burada Taninin ellerinin ve ektoplazma derisinin koruması altında paranormal bir gelişim süreci gerçekleşmekte, paranormal yolla bir şeyler materyalize olmakta, oluşmaktaydı. Koruyucu deri gitgide daha çok gerilmekte ve daha çok sertleşmekteydi, kısa bir süre sonra renkli, karanlık bir kütle ortaya çıktı. Agpaoa asistanına işaret etmesi üzerine asistanı tüm dikkatiyle bu kalın ve sert zarın yüzeyinde üç ya da dört santimetreye varan bir kesik oluşturdu. Şimdi kana benzer sıvının yanında büyük bir miktar pıhtılaşmış kan ve de kan kütlesi dışarıya çıktı ve nihayet küçük çiğ bir et parçası göründü,Agpaoa'nın işareti ve talimatlarıyla asistanı bunu bir kıskaç ile kavradı ve biraz zorlanarak dışarıya çekti. Sonra bu bir makas ile kesilmek zorundaydı. Bu, küçük parmak büyüklüğünde fakat biraz daha genişce, uzun ve epeyce kana bulanmış, yumuşak bir doku parçasıydı. Ardından Agpaoa bu yere parmaklarıyla müdahale etti, bu esnada benim görüş alanım da biraz engellendi.Sonuçta birçok kan pıhtısı kütleleri ile karışmış zarımsı fakat kesinlikle bir plastik folyo olmayan bir dokuyu çöpe attı. Tüm Filipin gezilerim boyunca böyle bir ameliyat görmemiştim, bu tamamen yepyeni bir turdu. Bunu gözlemledikten sonra her şey daha bir belirginlik kazanmıştı. Bilim açısından bunlar her ne kadar tamamen yepyeni alanlar oluştursa ve bizim tanımadığımız normal biyolojik süreçlerin tersine adeta ağır çekim hızında gerçekleşseler de, FiIipinli şifacıların insan bedeninin hücre ve dokularında paranormal ya da duruma göre ektoplazmik süreçleri indükleyebildikleri gerçeği benim için artık kesindi. Diğer birçok yanlış anlamaların sebebi de büyük bir ihtimalle, kanın paranormal müdahalelerde, normal tıbbi müdahaleler ile karşılaştırıldığında çok daha kısa bir süre içinde pıhtılaş-masındaki hız farkında yatmaktadır. Aynı şekilde, Filipin ameliyatlarından alınan örneklerin "eski" kan ve dokulardan olduğunu iddia eden görüşün yanılgısı da bu hız farkından kaynaklanı-yor olabilir.Filipinliler'in müdahalelerini "ameliyat ya da operasyon" olarak tanımlayıp tanımlayamayacağımız elbette tartışılabilir. Çoğu durumda, bu müdahelelerin Batı stilinde olmadıkları ve hiçbir benzerlik taşımadıkları söylenebilir, ancak "ameliyat ya da operasyon" tanımı hiç de sanıldığı kadar, kesin hatlarıyla belirlenmiş değildir. Birbirinden değişik birçok bilimsel disiplinde, aynı ölçüde çok ve farklı "ameliyat ya da operasyon" tanımlarından söz edilmektedir. Bunların her birinde de, örneğin matematikte ya da kimyada yine aynı ölçüde çok ve farklı süreçler söz konusudur. Dolayısıyla "ameliyat ya da operasyon" sözcüğünü kullanmayı, bunlarda olduğu gibi Filipinliler'in psikokineziye ve materyalizasyona dayalı becerilerinde de yasaklamanın elbette bir anlamı yoktur. Materyalizasyon fenomenleri Batı' da, örneğin bir hac yeri olan Lourdes'de, bazı paranormal şifa olaylarında da görülmektedir. Burada oldukça ilginç bir vakayı sizlere aktarmak istiyorum.John Traynor adında bir İngiliz,ı. Dünya Savaşı'nda ağır bir yara almıştı. Makinalı tüfek kurşunları bedenine isabet etmiş, bunlardan biri onu sağ kolunun üst kısmından yaralamıştı. Sağ kolun hareket mekanizması için gerekli olan sinir sistemi böylece koparılmış ve işlevselliğini kaybetmişti, dolayısıyla artık kolunu hareket ettiremiyordu.

Bunun bir diğer sonucu ise, sağ kolunun kaslarının genel olarak güç kaybetmesiydi bundan dolayı sağ eli bir pençe şeklini almış ve öylece kasılı kalmıştı, ayrıca sağ kolun tüm iskeleti zayıflamıştı. Sonra buna ağır epileptik krizler ve bacakların felce uğraması takip etti. Bu felç, daha sonraları bağırsak ve sidik torbasına kadar ilerledi. Traynor'un başında ayrıca iki buçuk santimetre çapında bir delik daha vardı. Traynor sekiz sene boyunca bu halde yaşadı. Sonuçta tam anlamıyla bir savaş malülü asker konumuna düşmüştü ve artık bakımı için bir hastaneye yatırılması düşünülüyordu. 22 Temmuz 1923 yılında bir hasta aracı içinde, Livepool'dan Lourdes'e getirildi. 25 Temmuz günü bir takdis merasimi esnasında aniden, o güne

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp