Filipinli Şifacılarla İlgilİ İzlenimlerim Mart 1983

Filipinli Şifacılarla İlgilİ İzlenimlerim Mart 1983

Benim son Filipin yolculuğum Ditfurth programından beş yıl öncesindeydi. Beş yıl içinde Filipinler' de birçok şey değişmiş olabilirdi, belki de Ditfurth'un yanılgıları anlaşılır bir hal almış bile olabilirdi. Dolayısıyla ben programdan dört ay sonra yani 1983 yılının Mart ayında Ditfurth'un araştırmaları üzerine incelemelerde bulunmak için Filipinler'e, Manila ve Baguio'ya seyahat ettim. Orada "German Cultural Centers of Manila - Goethe Haus" (Manila Alman Kültür Merkezi - Goethe Evi) müdürü Dr. Gerrit Bretzler, Alman ve Filipinli üniversite profesörleri, Filipinli parapsikologlar, "Union [ack Cunanan" şifacılarının başkanı, gazeteciler, Ditfurth'la karşılaşmış olan insanlar, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen hastalar ve şifacıların içinde bir yıldız olan, Jun Labo ile uzun görüşmeler gerçekleştirdim.Buradan edindiğim sonuç şu: Anlaşılan Ditfurth'un "titiz araştırmaları" kötü bir yıldızın etkisi altındaymış. Meğer Prof. von Ditfurth da, aynı Amerikalı Dr. William Nolen gibi, Filipin zihniyetini ve Filipinli davranış biçimlerini içselleştirebilmek bir yana, bunlarla yakından uzaktan hiçbir alakası bile olmamış.Onun kendini ortaya koyuş tarzı, Filipinler' de her yönden üzücü bir çalışma olarak karşılandı. Manila'daki Alman Kültür Merkezi ve Alman konsolosluğu, Ditfurth'un Filipin şifa fenomeniyle ilgili objektif bir araştırmada bulunacağını düşünerek, destek vereceklerini belirtmişlerdi ve dolayısıyla onun iyi şifacılarla karşılaşabilmesi için, yardımda bulunmak istemişlerdi. Fakat çok geçmeden anlaşıldı ki, televizyon muhabiri önceden belirlenmiş bir yargı ile Manila'ya gelmişti. Bu arada Dr. B., Ditfurth'la ilgili şunları belirtti; Ditfurth, şifacı Josephine'e götürüldüğünde, çalışmaya yakından bakabilmesi için, şifacının yakınına çağırılmasına rağmen, tersine kapı ağzında bulunmayı yeğliyordu ve böylece "olup bitenler hakkında genel bir görüş edinmek istediğini" söylüyordu. Bu şifacının çalışma tekniği (pamuksuz ve susuz çalışmakta ve buna rağmen büyük miktarda kan akrnaktadır) daha sonra oluşturulacak Ditfurth filminde gösterilen örneklerin ve hile tekniklerinin tersineydi. Sonuçta herkes Ditfurth' dan uzaklaşmaktaydı ve sergilediği davranışlardan ötürü de şaşkınlık içindeydiler. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bir de kendi filminde üstüne basa basa Alman Kültür Merkezi'ne ve Alman Konsolosluğu'na yardımlarından dolayı teşekkür etmekte ve böylece bu kuruluşların kendisiyle aynı fikirde oldukları izlenimini uyandırmaktadır. Bu telkin altında izleyicilerin kendini koruması inanılmaz derecede zordur. Fakat sözünü ettiğimiz bu kuruluşlar ve bilim adamlarının büyük bir bölümünün başlarda gösterdikleri olumsuz tepkilerine rağmen, yılları alan gözlemler sonrası, bu çevrelerin büyük bir bölümünde artık fenomenlerin gerçekliğiyle ilgili kesin bir kanı oluşmuş ve yerleşmiştir.Şanssızlıklar, tüm Filipin gezisi boyunca Ditfurth'un peşini bırakmamaktaydı; çünkü çok kısa bir süre içinde kameralarmael konulmuştu, anlaşılan televizyoncularla o zamanlarda kötü deneyimler yaşanmıştı. Daha sonra, onca değerli zaman kaybı ardından, araç gereçleri kendisine tekrar teslim edildi ve Baguio'da, seksenli yılların en çok aranan ve sevilen şifacısını, [un Labo'yu filme almak istiyordu.Ditfurth televizyon programında şifacı Jun Labo'yu yerin dibine batırmıştı. Hasta insanları kılı kıpırdamadan soyup soğana çeviren, tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalan hastaların ceplerini son kuruşuna kadar boşaltan ve bunlarla kendisine bir Mercedes alan bir insan olarak göstermekteydi. İnanılmaz olan, şifa merkezinde bir genel ev işlettiğini iddia etmesiydi. Ditfurth'un ifadesiyle [un Labo, buna itiraz bile etmemekte, mülkün karısına ait olduğunu belirtmekteydi. Şifacı kendisinin Ditfurth tarafından filme çekilmesini de yasaklamıştı.Ben o zamanlarda [un Labo'yu henüz tanımamaktaydım, hakkında çok şeyler duymuştum. Filipinli bir film yapımcısı tarafından bana bir video kaydı gönderilecekti. Bu film Amerikalı bir sinir cerrahı Norman Shealy'nin 1976 yılındaki Filipin ziyareti üzerineydi. Ayrıca Jun Labo üzerine bir filmde de tanınmış film yıldızı Burt Lancaster de boy göstermektedir. Film Amerikalı rejisör Alan Neuman tarafından çekilmiştir.

Shealy'nin şüpheci gözleri altında [un Labo herhangi bir yardımcı araç kullanmadan yalın elleriyle hastanın göğsünü açtı ve büyük bir kisti açığa çıkardı ve bunu, gösteri amaçlı olsa gerek hastanın boynuna kadar uzattı. Bu büyük miktarda, çok zehirli, enfeksiyon tehlikesi olan bir iltihaptı. Shealy bu verilerin doğruluğunu, laboratuvar araştırmaları sonucu onayladı. Başka görkemli ameliyatları ise video kaydından izledim.Manilalı gazeteci Jaime Licauco'nun araya girmesi sayesinde [un Labo ile tanışma fırsatını yakaladım ki, bu o zamanlarda çok zordu ve bugün daha da zordur. 1983 yılının 18 Mart cuma günü, Jaime Licauco, iki Filipinli bayan, Maniladaki University of the East den bir profesör, arkadaşım Rudy C, ve ben, Manila'dan Baguio'ya doğru yolculuk yapmaya başladık. Bayanlardan biri 4 hafta önce kanser teşhisi konmuş olan Marivic'di. Maniladaki University of the East profesörüde durumu ameliyat edilemez olarak tanımlanan bir gırtlak kanseri hastasıydı ve Cytostatica ile tedavi edilmekteydi. Öğleden sonra Jun Labo'nun çalışma yeri olan Nagoya'ya vardık.Orayla ilgili olarak Ditfurth filminde verilenden çok daha farklı bir izlenim edindim. Evin önünde birçok araba bulunuyordu, evin kapısı ardına kadar açıktı ve içeriye rahat bir şekilde herkes girebilirdi. Çok sayıda sandalye ve koltuk bulunuyordu.Burada tahminen otuz kişi bulunmaktaydı ve arada bir dışarıya çıkıp dolaşmaktaydılar. Uzun bir zaman orada bekledikten sonra Jaime Licauco beni, görünüşte çok dikkat çekmeyen bir Filipinli ile tanıştırdı. İnsanların içinde çok göze batmayan bu kişi, Jun Labo'ydu. Ditfurth'un programından dolayı; doğrusu insan onun, normal insanların arasına çıkamayan ve sürekli korumalar eşliğinde yaşamak zorunda kalan birisi olarak hayal edebilir.Bana karşı saygılıydı ve anlaşıldığı kadarıyla benim onun işini gözlemlerne isteğiml e pek ilgilenir görünmemekteydi. J. Licauco'nun bana daha sonra söylediğine göre Alman bilim adamı Ditfurth'un ziyaretinden dolayı yabancılardan oldukça çekinmekteydi ve benimle uzunca konuşmayı reddetti. Yarım saat sonra Jun Labo çalışmalarına devam etti ve bunun için de ameliyat odasına bir grup hasta alındı. Hastaların büyük bir bölümü Japon'du, fakat Amerikalı, İsviçreli ve birkaç da Fransız vardı. Bir grup Japon hasta çağırılırken süpriz bir şekilde benim ismim de duyuruldu, böylece ben de sayıları on'u bulan Japon hastalara yapılan müdahaleleri gözlemlerne fırsatı buldum. Daha sonra Rudy C ve Marivic'in de bulundukları bir grubun ameliyatlarını da izleyebildim.1971 yılından bu yana birçok görkemli psişik müdahale görmeme rağmen, Jun Labo'dan çok etkilendim. Pamuksuz, susuz ve yalın elleriyle çalışmaktaydı, anlaşılan çok da güçlü bir psişik güce sahipti, çünkübüyük doku parçaları çıkarma gibi müdahalelerini inanılmaz derecede kolaylıkla yürütmekteydi. Bizimle gelen iki hastayla ilgili teşhis yöntemi beni özellikle etkiledi. Bir asistan, hastanın arkasında büyük bir beyaz çarşaf tutarken J. Labo bu perdeye karşın, hastaya odaklanmaktaydı.Hastaya hiçbir soru yöneltmedi ve J. Licauco ona hastalığın türü hakkında hiçbir şey söylememişti. İlk bakışta Rudy C'ye şöyle dedi: "Kanser?", bunun ardından, az çok bir soru şeklinde; "Kanser? O, evet, hatta bedenin içinde yayılmaya başlamış." Gerçektende Rudy.C, uzun bir süredir sinüzit bölgesinde bir sarkom (kemik, kıkırdak, kas, bağdoku gibi dokularda oluşan kötü huylu ur) rahatsızlığı yaşamaktaydı. Bir yıl önce gırtlağmdan lenf bezleri alınmıştı, bunun üzerine kanser bedenin başka yerlerine yayılmaya başlamıştı. Kanser ameliyat edilebilir değildi, hastanın hastanede takip etmesi gereken kemoterapi randevuları vardı.Şifacı, Marivic'in kanserini de tam olarak tanımladı, fakat bunun Rudy'ninki kadar zor olmadığını da açıkça gördü. Üç ameliyat sonunda Filipinli bayanın rahatsızlığı giderilecekti ve sonrasında tekrar gelmek zorunda değildi. Rudy hafta sonu boyunca dört ameliyat geçirdi ve tekrar gelmek zorundaydı, çünkü teşhis halen daha geçerliliğini koruyordu ve bir belirsizlik de söz konusuydu. Rudy Cı'nin hastalığının başlangıç yeri, sinüzit bölgesindeydi ve gözlere doğru bir baskı uygulamaktaydı ve şifacı bunu doğru bir şekilde tespit etti. Baş üzerinde yapılan üçüncü ameliyattan sonra Rudy C bir anda daha iyi görmeye başlamıştı.

Sağ kolunun hareketliliğinde de bir iyileşme görülüyordu. Bu rahatsızlık da bir yıl önce hastanede gerçekleştirilen ameliyatın ardından başlamıştı, fakat şimdi neredeyse tamamen normale dönmüştü. İlginç olan bir nokta da, Rudy C'nin bu ameliyatların ardından, bir Manila hastanesinde, Cytostatica terapisine de devam etmesiydi. Doktorlar ona, bu tedavi ardından gücünün azalacağı-nı ve saçlarının döküleceğini söylediler. Fakat o ne saçlarını kaybetti, ne de kendini herhangi bir şekilde halsiz hissetti. Normalde ağır sonuçlara sebebiyet veren bu zorlu kemoterapiye bu kadar olumlu cevap vermesi acaba [un Labo tarafından gerçekleştirilen ameliyatlara mı dayanmaktadır? Şifaemın tedavisinden altı ay sonra Rudy C.'yi tekrar gördüm. Kendini iyi hissetmekte ve her zaman ki gibi çalışabilmekteydi, fakat bu gibi ağır hastalıklarda her şeye rağmen, hiçbir rahatsızlık yaşanmadığı gibi bir illüzyona kapınılınmaması gerekir. Buna karşın Marivic tüm acılarını unutmuş gibiydi ve şimdi Suudi Arabistan'da bulunmaktadır.1983 yılının Mart ayında, Baguio'da bulunduğum zamanlarda, hiç beklenmedik bir şekilde Jun Labo ile uzun bir sohbette bulunabildim. Sohbet ilerledikçe ortam daha da iyiye gidiyordu, soh betin sonlarına doğru birbirimize ön isimlerimizle hitap etmeye başlamıştık. Son olarak Jun Labo bir sonraki Filipin gezimi gerçekleştirdiğimde, bana kendi evinde misafir olmarnı bile teklif etti.Sohbetimiz sırasında ona, Prof. von Ditfurth'un film çekmesine neden izin vermediğini de sordum. Cevabı şöyle oldu: "Dr. von Ditfurth Filipinler'e yaptığı o kısa seyahati sırasında bana da uğradı ve beni filme almak istiyordu. fakat her şeyden önce şunu vurgulamalıyım: Dr. von Ditfurth benim ameliyatlarımdan bir tanesini bile göremedi! Nick Nichols adında bir Amerikalı'nın eşliğinde evime geldi ve bana, işim hakkında bir film çekip çek erneyeceğini sordu. Ben araştırmacılara, bilim adamlarına, doktorlara ve gazetecilere ameliyatlarımı gözlemlemelerine ve filme almalarına, eğer samimi ve saygılı iseler ve iyi niyetle buraya gelmişlerse elbette izin vermekteyim. Böyle iyi insanlar geldiğinde,ben de aynı ölçüde onlara karşı açık olmakta ve iyi yaklaşmaktayım. Birçok araştırmacı benimle film çekebildı. ve ben onlardan hiç para almadım. Dr. von Ditfurth, Manila'da şifacılara yüz pezo sunmuş ya da hiç para vermek zorunda kalmamış. Bana 1000 pezo teklif etti, çünkü ben çok tanınmış bir şifacıymışım. Bana 1000 pezo teklif ederken takındığı tavır ve tüm bu davranış biçimi hiç samimi değildi ve küçük düşürücüydü ve ben bir Filipinli olarak, bunu bir hakaret olarak gördüm.O düşündüklerinin tersine şeyler söylemekteydil Dolayısıyla ben de ona şöyle dedim: 'Çok üzgünüm doktor, fakat ben bir belgesel filmi için 1000 pezo alamam. Biliyorsunuz ben Alan Neuman ve Burt Lancaster ile bir belgesel yaptım ve bunun için 30.000 dolar gibi rakamlar konuşuluyordu ve siz bana 1000 pezo teklif etmektesiniz ve bu 100 dolar eder!' Dr. von Ditfurth 100 pezo'nun Filipin şartları altında oldukça iyi bir para olduğunu bellirtti. Bu aşağılayıcı tavrı ben bir hakaret olarak algıladım ve sanırım o, Filipinli şifacıları gözleri paradan başka bir şey görmeyen, okuma yazma bilmeyen ilkel insanlar olarak görüyor. Bu bana yapılan bir hakaretti ve eğer bu 1000 pezoyu alsaydım bu, şifacılar arasında sahip olduğum iyi niyetle oluşmuş olan ünümü kaybetmeme sabep olurdu. Sonuçta ona şöyle dedim: 'Dr. von Ditfurth, siz film çekebilmek için bana 1000 pezo teklif ediyorsunuz, ben ise beni filme çekmemeniz için, size 5000 pezo teklif ediyorum.' Bunun üzerine keyfi kaçtı ve öfkelenerek benim onun zamanını çaldığımı söyledi. Ben de bunun üzerine ona şöyle cevap verdim: 'Doktor, size hatırlatırım, sizden zamanınızı ayı rm anızı isteyen ben değildim! Nagoya'ya gelen sizsiniz ve ben de sizi ça-ğırmadım.' Ertesi gün Ditfurth'a eşlik eden Amerikalı geldi ve karıma getirdiği büyük bir çiçek demetini verirken dün kendisine eşlik eden kişinin olgun olmayan davranışlarından dolayı da özür diledi. Şöyle dedi: '0 adam insanlık dışı davrandı.' Bunun üzerine bu Amerikalı bir hafta boyunca hiç para vermeden her neyi isterse filme alabildi ve fotoğrafını da çekebildi. Dr. von Ditfurth'un burada film çekememesinin sebebi işte budur." Jun Labo takiben şunları da belirtti: "Almanlar çok zeki bir halk ve benim birçok Alman dostum var.

Fakat şu kadarını söyleyeyim, Dr. von Ditfurth bana hiç Almanmış gibi gelmedi. O çok kısa bir süreliğine buradaydı, Filipinlileri tanımak ve anlamak bir iki gün içinde olacak bir iş değil, bir yıl bile bunun için çok az bir zamandır. Ayrıca bir yıl ya da daha fazlasının Filipinlileri tanımak ve anlamak için yeterli bir zaman olduğu da sanılmasın. Bakın o bana deseydi ki, gerçek şifacıların yanı sıra sahte şifacılar da vardır, o zaman ben onu kınamazdım. Sonuçta Almanya'nın doktorları, hakimleri, polisleri arasında da sahtekarlar vardır. Fakat ben bundan dolayı Ditfurth'un Filipinli şifacılara yaptığı gibi, tüm Alman hakimlerin, doktorların ve polislerin sahtekar olduğunu asla iddia etmezdim." Bizim, Ditfurth'un iddia ettiği konulara gelişimizin sebebi, Jun Labo'nun hastalarından ayda 1 milyon mark aldığı meselesinden dolayıydı. Bu asla doğru değildir, şifacı öğleden önce ve öğleden sonra olmak üzere her gün çalışmaktadır. Gerçek şu ki, Jun Labo, karısının zenginliği dolayısıyla zaten bir milyonerdir ve Mercedesinin parasını ödemek için, tekerlekli sandalyede ya-şayan insanları, cebindeki son kuruşlarına kadar soyma ihtiyacında da değildir. Ben oradayken gözlemlediğim kadarıyla, bir gün içinde yapılan iki ameliyat karşılığında hastalar kapalı bir arf içinde 50 Dolar vermekteydi ve bu zarfların içinde para olup olmadığı kontrol bile edilmemekteydi.Filipinli şifacıların bazılarının inanılmaz derecede yüksek ücretler talep ettikleri doğrudur, fakat bu genelleştirilemez. Ayrıca Filipinli şifacıların hiçbirinden memnun kalmamış hastaların olduğu gerçeği de şifacılara karşı öne sürülecek bir kanıt değildir, çünkü hiçbir doktordan memnun kalmayan hastalar AImanya'da da vardır. Şimdi biz tekrar filme dönelim. Fakat sanırım bunda Jun Labo'yu ve dolayısıyla diğer şifacıları televizyon izleyicilerinin gözünde daha da küçük düşürecek, "J. Labo şifa merkezinin bir gendev olarak kullanıldığı" ifadesi dışında bir başka iddia olamazdı.Ben Jun Labo ile yürüttüğüm konuşmamızı bu konuya götürünce, şifacı oldukça gerildi. Sanırım bunu da herkes anlayışla karşılar. Jun Labo: "Dr. von Ditfurth gerçekten saçmalıyor. Tüm Almanlar buraya gelsin ve burada bir genelevolup olmadığını görsün. Burası bir klinik. Bu benim saygınlığımı silip götürürdü, ben deli miyim ki, böyle bir şeye girişeyim! Dr. von Ditfurth'un iddia ettikleri, bir yığın saçmalıktan başka hiçbir şey değil. Fakat bu hakareti öylece oluruna bırakamayız. Benim karım çok dindar bir kadındır ve saygın bir Japon ailesinin üyesidir. Biz bu ilkel iftiradan dolayı, hiçbir insana yakıştırılamayacak olan bu ifadelerinden dolayı, von Ditfurth'a dava açacağız."Konuyla ilgili gerçek ise şudur: Baguio'da bugün şifa merkezi olarak kullanılan bu bina 1,6 milyon pezoya G. Steinbeng isimli bir emlakçı tarafından Bayan Yuko Labo'ya devredilmiştir. Bu binada bundan önce bir disko bar bulunmaktaydı. Sonuçta bina başlarda bir otelolarak kullanıldığı için, bu disco bar da korundu. Daha sonra ise, bina Jun Labo için bir şifa merkezine dönüştürüldü ve disko bar Ditfurth'un ziyaretinden bir yıl önce kapatılmıştı. Yuko Labo tarafından satın alınmadan öncesi de dahil olmak üzere bir genele v bu binada hiç olmadı. Bu, emlakçı G. Steinberg tarafından yapılan yazılı bir açıklama ile ortaya konmuştur.Dolayısıyla Jun Labo konusuna artık devam etmenin bir manası yok. Fakat ben şunu da vurgulamak isterim ki, diğer birçok şifacı gibi, Jun Labo da hayır amacıyla ciddi meblağlar bağışlamaya devam etmektedir. Ocak 1982 yılında ölmüş olan şifacı Tony Agpaoa yaşamı boyunca milyonlarca doları bulan parayı, Filipin'in yoksul kasabalarına hediye etmiştir ve mülkünün büyük bir bölümünü bu kasabalara miras olarak bırakmıştır. Öldüğünde, bu fakir Filipin halkının büyük bir bölümü, ona karşı olan bu son görevlerini yerine getirmek için, ülkenin her yerinden koşarak geldiler.Von Ditfurth filminde bir tez daha savunmaktaydı. Buna göre, paranormal fenomenleri araştırmak için sadece doğa bilimcileri ve fizikçiler değil, ayrıca sihirbazlar da bulunmalıydı.Daha önceden de belirttiğim gibi gençlik yıllarımda sihir sanatıyla ben de ilgilendim. Ve 1971 yılında, Filipin şifa fenomenlerinin araştırilmaya layık olup olmadıkları ya da bunların hile olup olmadıkları üzerinde karar vermem gerektiğinde, bu tecrübelerimden çok faydalandım. 1975 yılında D. H. ile yaptığım deneyimde şunu anladım ki, bir hile uzmanı olmak, ne paranormal fenomenler ile hile arasındaki farkı görebilmek için ne de durumun çözümünü garanti altına alabilmek için yeterli değildir. Bu arada sihirbazların bu tip süreçlere yardımcı olmaları bilim adamları için elbette iyidir, fakat bunlar, paranormal fenomenlerden anlayan sihirbazlar olmalıdır.

Von Ditfurth'un arayıp bulduğu hile uzmanı, sözünü ettiklerimize hiç uymamaktadır. Her şeye rağmen bu durumda bir uzman sihirbazın ifadeleri yanlış bile olsalar, uzman bir bilim adamına göre karşı konulmaz bir ifade gücüne sahiptirler.Dolayısıyla artık paranormal fenomenler üzerinde ciddi ve titiz çalışmalar gerçekleştiren uzman sihirbazların olması parapsikoloji araştırmaları açısından büyük bir öneme sahiptir. Ve burada buna örnek olarak, bir Bernli hile uzmanı, Raif Mayr'ı gösterebiliriz. Alanında birçok ödüllere layık görülmüştür ve 1974 yılından bu yana paranormal fenomenleri araştırmaktadır. O zamanlarda Uri Geller'in ka şık bükmeleriyle karşı karşı-ya gelmişti ve diğer birçok meslektaşı gibi o da bunu başlarda bir hile olarak görüyordu ve aynı von Ditfurth'un Magic Christian ile birlikte Filipin ameliyatlarına karşı yaptıkları gibi televizyonda psikokineziye karşı bir paradi olarak, bunları taklit ediyordu. Fakat daha sonra gerçekleştirdiği araştırmalarından, özellikle psikokinezi (PK) medyamları Silvio ve Erich S.'nin yeteneklerinden dolayı PK'nın gerçekliğine, adeta inanmak zorunda kaldı. Bu zamandan beri de yanlış taklitlere karşı mücadele etmektedir. "Natura 1982'" deyken İsviçreli R. Mayr, Filipinli şifacılar Placido ve David Oligani'yi yakından gözlemledi ve bunun üzerine Ditfurth'un programına ve meslektaşı Magic Christian'a karşı ciddi, keskin bir eleştiri yazdı.Yerimizin darlığından, burada bundan ancak bazı küçük alıntılar verebileceğim:"Von Ditfurth ortaya çıkardığını düşündüğü "foyayı", kanlı ameliyatların hile teknikleriyle taklit edilebilirliğine dayandırmaktadır. Bu karşı kanıt oluşturma yöntemi, bir bilim adamına yakış-mamaktadır! Bu durumda şu da söylenebilirdi, güneş yoktur çünkü ışık yapayolarak oluşturulabilmektedir!""Bununla birlikte Magic Christian'ın sergilediği hileler ile Filipinli şifacıların sergiledikleri arasında bir karşılaştırma yapıldığında, bunlar arasındaki belirgin farklar uzman bir kişi tarafından kolaylıkla tespit edilebilir ve bunlara gülünüp geçilebilirdi." Hile uzmanı, ZDF programını baştan aşağıya analiz ediyor ve şu sonuca varıyor: "Von Ditfurth ile eski arkadaşım ve meslektaşım Viyanalı Magic Christian'ın sundukları saptırrna ve basitleştirme,' sahtekarlığın sınırlarına kadar dayanmaktadır. Geo, Spiegel gibi dergilere ve televizyonlara verdiği basın açıklamaları, yalanlamanın amacına ulaşması için yapılmış olan manipülasyonlardan ibarettir." Daha fazlası için orjinal baskıya bakınız. Hile uzmanının söz konusu program içinde oluşturduğu bu karşı gösteri, televizyon izleyicisini düşündürmeli ve televizyon kutusu içinde gördükleri her şeye körü körüne inanmamalarını sağlamalıdır. Rolf Mayr Filipin fenomenlerini, gerçekleştirdiği doğrudan gözlemler sayesinde çok iyi tanımaktadır, buna karşın von Ditfurth'un hile uzmanı bu fenomenleri büyük bir olasılıkla sadece filmlerden tanımaktadır, çünkü tersi söz konusu olsaydı, von Ditfurth bunu büyük bir olasılıkla programında belirtirdi. Ayrıca programda gösterilen yanlış taklitlere de burada daha fazla yer ayırmak mümkün değildir. Ben bunları bir makale serisinde tüm detaylarıyla verdim ve makalenin başlığı: "Paranormale Operation auf Phi1ippinen - Betrug oder Wahrheit". (Filipinler' de paranormal ameliyatlar - Hile mi gerçek mi?) Bu makale, Schellbach Enstitüsünün çıkardığı Kontakt dergisinde yayımlanmıştır. 45 sayfalık bir kopya buradan temin edilebilir. Schellbach Institut, Baden-Baden, Fremersbergstrasse 67a, Telefon: 07221/24004.Şimdi son olarak bir karmaşık konu hakkında daha fikirlerimizi belirtmek durumundayız. Von Ditfurth, tüm yoğun araş-tırmalara rağmen şifa bulmuş tek bir hasta bile bulunamadığını iddia etmektedir. Ve insanları Filipinler' e uçmaya teşvik etmenin sorumluluk dışı bir davranış olduğunu belirtmektedir.

Bununla ilgili olarak eğer iyileşmiş bir kişi bile bulunamamışsa, doğrusu bu durumda ona, bu araştırmaların ne kadar titizlikle gerçekleştirildiğini de sormak gerekir? Doğrusunu söylemek gerekirse başlarda ben, kesin bir ba-şarı göremediğim ya da alınacak sonucu önceden kestiremediğim için seyahat masraflarını da düşünerek Filipinler' e seyahat etmek istiyen hastalara genelde vazgeçmeleri tavsiyesinde bulundum. Fakat daha sonra yaşadığım bazı deneyimler bana şu soruyu sordurttu: Batı' da gerçekten tedavi edilemeyen hastaları, çıkacakları bir seyahatten vazgeçirme ya da gitmemeleri için kesin bir tavsiyede bulunma veya onları öyle ya da böyle engelleme hakkına bir insan sahip olabilir mi? Sözünü ettiğim deneyimlerden ilki Donald Westerbeke vakasıydı, Agpaoa tarafından gerçekleştirilen bu hipofiz ameliyatından önceki bölümlerde söz ettim. 1981 yılının sonlarına doğru doktorların, fizikçilerin, biyologların oluşturduğu bazı genç bilim adamlarından bir grup beni ziyaret etti. Bu kişilerden birinde hipofiz tümörü vardı ve kitabı-mın bir önceki baskısında yer alan Westerbeke vakasını ne yazık ki geç okumuştu. Çünkü okuduğunda geleneksel bir hipofiz ameliyatı geçirmişti bile. Hipofiz büyük oranda alınmıştı ve hasta neredeyse kör olmuştu. Şimdi de Agpaoa'ya, Filipinler'e seyahat etmek istiyordu. Büyük bir olasılıkla bu isteğini yerine getirememiştir, çünkü Agpaoa bundan çok kısa bir süre sonra ölmüştü. İkinci vaka: 1974-75 kışında bir Amerikalı ile tanıştım, bu MS hastasıydı sadece hortum vasıtasıyla gıda alabiliyor ve yürüyemiyordu. Bu hastanın bir de yüzünde "tiki" olan bir kızı vardı. Bu "tik" oluştuğunda kızın yüzü asık bir surata dönüşüyordu. Amerikan psikoterapisi bu soruna karşı hiçbir şey yapamamaktaydı. Her ikisi de 1974 yılının başlarında Placido Palitayan'a uçtular. Baba MS hastalığından kurtuldu, tekrar normal bir şekilde yürüyebiliyordu ve Placido tarafından gerçekleştirilen bir yüz ameliyatı ardından kızı da yüzündeki "tikinden" tamamen kurtuldu. Şimdi anlatacağımı belki de kaderin garip ve komik bir şakası olarak düşünebilirsiniz. Yine o zamanlarda arkadaşım George W. Meek ile birlikte Filipin Lowland'daki Pangasinan kasabasındaki bir şifacıyı ziyaret etmek için yola koyulmuştuk. Bu yolculuğumuz esnasında Avustralyalı evli bir çift ile karşılaştık ve onlarla birlikte seyahatimize devam ettik. Genç bayanın yüzünde de "tik" vardı ve Avustralyalı doktorlar da bayanın bu rahatsızlığına karşı psikoterapik bir çare bulamamıştı. Sonuçta, kendilerine yüzünde gerçekleştirilecek olan "küçük bir ameliyat" tavsiye edildi ve "tik" anında yok edildi. Fakat ne yazık ki sonrasında ameliyatın yapıldığı yüz kısmındaki göz sürekli yaşlanmaya başlamıştı. Bir ameliyat daha gerekli oldu ve bunu başkaları da izledi, sorun her defasında sürekli yer değiştirmekteydi.Şimdi, artık ameliyat edilememekteydi. Defalarca ameliyat edilmiş olan yüzün bu kısmı donmuş maskeye dönüşmüştü, diğer bölgenin mimikleri normaldi. Çok doğal bir güzelliğe sahip bir anneydi ve şimdi de Filipinli şifacıdan mucize bekliyordu.Bu, o zamanki Filipin seyahatimde yaşadığım en sarsıcı deneyimimdi.Herhangi bir kişinin bir hastayı, yapacağı bir Filipin seyahatini engelleme hakkına sahip olduğundan, tam da 1975 yılının o Ocak ayında şüphe duymaya başlamıştım! Ben burada bay von Ditfurth'a şunu sormak istiyorum: Bu genç doğa bilimcinin kör olmasına sebep olan ameliyattan önce, eğer bu genç bilim adamı, Filipin şifacılarından haberdar olsaydı ve Agpaoa'ya tedavi olmak için seyahat etmeye karar verseydi, onu bu kararından vazgeçirme hakkına kim sahip olabilirdi? Böyle bir sonuçla karşılaşacağını bilseydi genç Avustralyalı bayanı, yüzünü doğramaktan öteye gidemeyen ameliyatlardan önce, şifacı Placido'ya gitmesine kim engelolurdu? Filipinli şifacılar hakkındaki gerçekleri duyurmak gerçekten sorumsuzluk mudur? Örneğin Yeni Zelanda Tauranga'dan, Bayan Noeline Stein'in, Filipin seyahatine çıkması tavsiye edilmemeli miydi? Bir araba kazasında, birçok rahatsızlığının yanı sıra her iki gözünün ağ tabakasında kanamalar başlamıştı ve doktorların tüm uğraşlarına rağmen dört buçuk yıldır görememekteydi. 1974-75 yılının kışında Filipinler' e uçarak, Manila' daki otel "Bayview" içinde bulunan "Christian Travel Center" seyahat bürosuna bağlı bir şifacılar grubuna ulaştı.

Ben de o zamanlarda Filipinler' deydim ve seyahat bürosundaki insanlarla sık sık görüştüm ve buluş-tum. Bayan Stein geldiğinde, şifacı Romy Bugarin tarafından tedavi edildi. Başlarda belirgin bir başarı görülememişti. Bayan, Filipinler' den ayrılmadan kısa bir süre önce Bugarin son bir ameliyat daha gerçekleştirdi ki, bu ameliyatın yapılacağına pek umut verilmiyordu. Ardından hasta bir anda görmeye başladı. Kullandığı kör bastonunu hatıra olarak seyahat bürosuna bıraktı ve en son iki yaşlarındayken gördüğü oğlunu tekrar göreceği için çok mutluydu. Bunun gibi daha başka birçok ilginç şifa vakalarından söz edebiliriz. Ancak bunlarda yanlış izlenimlere kapılma ve aşırı ümitlenme tehlikesi çok büyüktür. Ayrıca ben Batı' da, özellikle de AImanya'da, resmi akademik tıp dışında başka birçok olağanüstü işler başarabilen yöntemler olduğu fikrindeyim ve bunlar resmi tıbbı en iyi şekilde tamamlayabilirler. Kitabın ortalarında, Agpaoa tarafından kendi üzerimde gerçekleştirilen, ağır bir sinüzit şifa fenomeninden söz ettim. Bu . benim için, paranormal şifa güçlerinin gerçekliğinin kesin bir ispatıydı. Dört yıl boyunca nezle bile olmadım bu, benim daha önce imkansız olarak gördüğüm bir sonuçtu. Fakat daha sonra Manila'da, aşırı bir hava kirliliği sebebiyle yeniden bir sinüzit iltihaplanınası yaşadım ve o zaman Manilalı bir şifacı tarafından büyük bir oranda tedavi edildi. Müdahale, şahitler önünde ve hiçbir hilenin gerçekleştirilemeyeceği şartlar altında yapıldı ve Agpaoa'nın dört yıl önce gerçekleştirdiği ameliyat tipiyle aynıydı, fakat sonuç bakımından onunla hiç mi hiç aynı değildi. Oysa ben müdahaleden önce, ameliyatın başarılı olacağından ve sorunu bir daha geriye dönmernek üzere tamamen ortadan kaldıracağından kesinlikle emindim. Bunu takip eden yıllarda, alın ve şakak sinüzitlerinde tekrar oldukça güçlü sorunlarla ve tabi ki nezle ile karşılaştım. 1980 yılı içinde birkaç ay süren bir biyolojik homeopati terapisine başvurdum, regenapleksler yardımıyla zehirin genelolarak atılması -aslında başka sebepten dolayı- uygulanmıştı. Fakat bu terapinin bir yan etkisi olarak diyelim, soğuk algınlığına karşı olan zaaflarımın tamamı ortadan kalktı. O zamandan beri hiçbir sinüzit iltihaplanması yaşamadım, aynı şekilde ciddi bir nezle rahatsızlığına da yakalanmadım. Bu arada şunu da hatırlatmamda yarar var, 1980 yılından bu yana mümkün olduğu kadar, az tuzlu su tüketimimi artırdım. Bu, günümüzde bedene besinler aracılığıyla verilen zehirlerin bedenden sürekli tekrarlanarak atılması için gerekli ve vazgeçilmez görünmektedir. Katı akademisyen doktorlar da bu gerçeği yavaş yavaş görmeye ve kabul etmeye başlamaktadır.Ben bu örnek ile sadece şunu belirtmek isterim, resmi akademik tıp ile, memnun edici bir sonuca ulaşılmadığında, hemen Filipinler' e uçmak zorunda değiliz.Psişik şifa adlı kitabımda söz konusu olan araştırma alanlarında,kitabın ilk yayımından bu yana çok şey değişti. Yetmişli yılların başlarında akupunktur bile, birçok doktor tarafından şüpheyle karşılanan bir araştırmaydı, oysa bu artık yine birçok doktor tarafından ilgiyle uygulanan bir alan haline gelmiştir ve gitgide uygulamalarda belirgin bir çoğalma ve ilerleme söz konusudur.Akupunktur kurslarında görülen artış bunun göstergesidir. Her yıl ekim ve kasım ayları başlangıcında Baden-Beden'de düzenlenen "tıp haftası" çerçevesinde verilen kurslar bunlara örnektir.Bu yılki "tıp haftası" Dr. Veronica Carsten rehberliği altında gerçekleştirilmektedir ve kendisi aynı zamanda bir homeopati uzmanıdır. Bu arada belli çevrelerde halen daha homeopariyi ortadan kaldırma gayretleri olmasına rağmen, birçok doktor biyolojik homeopatik yöntemlere başvurmaktadır. Günümüz Alman doktorların % 70'i gerekli gördüklerinde biyolojik homeopatik ilaçlar kullanmaktadır. Özellikle elektro akupunkturdan geliştirilmiş olan teşhis ve tedavi çeşitleri son hızla gelişmektedir. Spesifik akupunktur noktalarının elektrik ölçümleri vasıtasıyla genelde ellerde, birbirini tamamlayan organ sistemlerine götüren çıkarırnlara varılmaktadır. Bu yöntem bedenin ve organın enerjetik durumuna bakışı mümkün kılmaktadır ki bu, bugüne kadar akademik tıbba kapalı olan bir alandı. Bu yöntem belirsiz şikayetleri, genelde hızlı ve sorunsuz bir şekilde tespit edebilme olanağına sahiptir ve böylece, genelolarak kötü bir durumda olan ve artık zorlu teşhis yöntemlerini kaldıramayan hastalar için, büyük bir öneme sahiptir. Bu arada biyoelektriksel işlev teşhis yöntemi, ne yazık ki hastanelerde uygulanmamaktadır. Bunun sayesinde, karmaşık belirti panoramasındaki nedensel ilişkiler tespit edilebilir ve hastalığı açığa çıkartan bu sebepler bulunabilir. Böylece deneyimli diagnostik burada aynı zamanda hastalığın etkenlerini de görebilir ki, bunlar günümüzün resmi akademik doktorları tarafından halen daha az değer verilen etkenlerdir. Birçok hastalığın ortaya çıkış sebebini oluşturan lenf sisteminin önemi, olması gerektiğinden çok daha düşüktür.

Örneğin kanserde ağır, dejeneratif hastalıkların profilaksisi için, bunlar büyük bir öneme sahip olabilir. İlginç olduğu kadar tartışılan bir diğer konuda Dr. R. Voll tarafından ellili yıllarda keşfedilen ilaç testidir. Dr. Voll, düzensiz akupunktur noktalarının ölçüm değerlerinin yeniden dengelenmesi için, bir ilaç almak zorunda olmadığımızı, bu ilacın hastanın yanına getirilmesinin ya da elektronik ölçüm devresine bağlanmasının bile yeterli olduğunu keşfettiğine inanmaktaydı. Birçok doktor ve terapi uzmanı, bu yolla hasta için doğru olan homeopati ve izopati şifa yöntemini ya da ilacını sayısız olasılıkların içinden tespit edebileceklerini iddia etmektedir.Klasik bilim düşünce tarzında fikirlerini üretmeye devam eden doktorlara mistik gelen bu yöntem, insan organizmasının sadece biyokimyasaloluşumlardan ibaret olmadığına ve bundan on yıl önce bu kitabın ilk baskısında da belirtildiği gibi, en azından biyofiziksel oluşumlarla da ilgili olduğuna işaret eden bir gerçektir. Bununla birlikte insan organizması sadece maddeden ibaret bir makine ya da bir sistem değildir, o aynı zamanda karmaşık ve oldukça detaylı bir güç alanı ya da bir enerji bedendir.Yani demek ki ilaçlar sadece kimyevi özler olarak bedene alındıklarından dolayı etkili değildir ayrıca elektromanyetik güç alanları ya da elektromanyetik ışınımları dolayısıyla bu her ne kadar henüz çok zayıf bir ışıma olsa da bunun içinde bulunan bilgilerden dolayı da etkilidirler. Şu düşünce gitgide daha çok itibar görmeye başlamaktadır: Canlı organizma, eğer belli bazı rezonans şartları oluşmuşsa, en süptil elektromanyetik etkilere bile cevap verebilmektedir, örneğin homeopati ilaçları ile biyoalan, kısmi organ alanları ya da bunun benzerleri sayılabilir. Sonuçta homeopati "benzerlik ilkesi" sebebiyle etkili olmaktadır ki, böylece bunun altında bir rezonans fenomeni bulunduğu ihtimalini yükseltmektedir. Fakat şunu da belirtelim ki bu ilaç testi, burada da gösterildiği gibi, her zaman ideal bir şekilde işleyen bir yöntem değildir ve kanımca hasta ve ilaç arasındaki bu karşılıklı etkileşime, deneyi yöneten olarak doktor da katılmaktadır. Belki de ilaç testi, normalolan ile paranormaL, psişik olan arasında bir sınırda bulunmaktadır. Çünkü bazı doktorlarda ilaç testi asla işlemernektedir. Bununla birlikte bu, çekimserlik duygusuyla da engelleniyor olabilir. İşte tam da burada, elektromanyetik biyoenerjetik ile psişenin "devresel sınırına" ulaşılmış gibidir. Fakat daha da ilginç olanı, öyle görünüyor ki, sanki bir ilacın elektromanyetik bilgileri, örneğin on metre gibi kısa mesafelerde, telolmaksızın bir vericiden bir antene aktarılabilir ve bu da bir güçlendirici üzerinden hastaya bağlıdır. Henüz başlangıç aşamalarında olan bu araştırmalar, tabii ki tıbbi ve bilimsel alanlarda yepyeni boyutlara kapılar açmakta ve yeni zeminler oluş-turmaktadır. Belki de buradan yola çıkılarak, en azından telepatinin bazı çeşitlerini ve belki de uzaktan da olsa psikokineziyi daha iyi anlayabileceğimiz bir noktaya ulaşabiliriz. Doğrusu bunlar insanı oldukça ürpertmektedir. Şunu düşünün: Belki de kısa bir zaman sonra elektromanyetik taşıyıcı dalgalara, uzun mesafelerde spesifik biyofizik etkilere sahip bilgiler yerleştirilebilir ve sonra da bunlar, uzak mesafelerde olan insanlara aktarılabilir. Buradaki askeri amaçları insan neredeyse hayal bile edemez. Belki de bu çalışmaların enerjik bir şekilde ve en gizli şartlar altında gerçekleştirildiği dünyanın bazı bölgelerinde bazı yerler vardır. Hatta buna işaret eden bazı ihtimallerin mevcut olduğunu söyleyebiliriz! Sovyetler' de gerçekleştirilen parapsikolojik çalışmalar hakkında, önceki bölümlerde bahsettiğimiz Naumov, ortadan kaybolduğundan beri, bugün Batı' da artık kırmtı denilebilecek bilgiler dışında başka verilere ulaşılamamaktadır. Eğer rezonans şartları, bir homeopatik ilacın elektromanyetik alanı ile hasta arasında güçlü etkiler oluşturabiliyorlarsa, bu durumda hastanın elektromanyetik titreşimleri doğrudan da kullanılabilir ya da duruma göre elektronik yolla değiştirilebilir ve böylece şifa süreci uyarılmış olur.. Bu düşüncelerden yola çıkarak Dr. Franz MorelI, elektronikçi ve mühendis Rasche ile birlikte Mora terapi yani bedenin kendi titreşimleri ile terapi yöntemini geliştirdi.Açık fikirli doktorlar tarafından son yıllarda daha başka birçok yeni elektronik gelişmeler gerçekleştirilmiştir. Bu arada Dr. H. W. Schimmel tarafından, yılları alan bir araştırma ardından geliştirilen Segment elektrografi, aşırı ince biyoenerjetik bozuklukları yakalayabilecek, bilinmeyen hastalıkların sebeplerini ve yerlerini belirleyebilecek ve bir hastalığın sebepsel sürecini kavrayabilecek bir seviyeye ulaşmıştır. Ayrıca burada Dr. Schwamm'a dayanan termoregulasyondiagnostik yöntemi de unutulmamalıdır ve bu, günümüzde çeşitli okullar tarafından geliştirilmeye devam edilmektedir. Manyetik alan terapisi dalında da çeşitli yeni gelişmeler söz konusudur, bunların bazıları güçlü diğerleri güçsüz manyetik alanlarla ilişkili çalışmalardır. Tübingen Üniversitesi fizikçi Dr. Ludwig'in çalışmalarına dayanan Indumed terapisi, zayıf değişken alanlar kullanmaktadır, fakat bunlar spesifik karakteristiklerce, örneğin yüksek dalga değerleri, artırılmış biyolojik bir etkiye sahiplerdir.İğnelerle ve elektrikli etkilerle gerçekleştirilen akupunkturun haricinde bir de laser akupunkturu vardır. Bu eş evreli bir ışık ile çalışmaktadır. Biyofizikçi Dr. F. A. Popp çalışma arkadaş-larıyla birlikte, yetmişli yıllarda kanıtladığı bu eş evreli ışık, en düşük yoğunlukta bile, hücrelerin biyolojik süreçlerinde ve hücre birliklerinde anlaşılan önemli bir role sahiptir.Zayıf lazer ışınımlarının bedene olan etkileri çok çeşitli olabilir ve bunlar kendi terapi olanakları içinde henüz hiç tanınmamaktadır. Doğu Blok'u medyasındaki bir iddiaya göre, Dr. İnyu-şin lazer ışınımı sayesinde domateslerin inanılmaz derecede büyümesini sağlamıştır, bunların gerçekle olan ilgisi üzerine ben tabii ki burada hiçbir şey söyleyernem. Fakat gerçek şu ki, doğru kullanılan zayıf, farklı etkilerde ayarlanabilir bir lazer ışınımının hastalar üzerinde ilginç etkileri vardır ve bu yöntemle akupunktur noktaları ya da deri gözeneklerine ışın uygulanmaktadır. Telkinlerle istenilen sonuçlara ulaşılamayan psikotik hastalarda bile olumlu sonuçlara, yani olumlu etkilere ulaşıldığı deneyim yoluyla tespit edilmiştir. Bazı bireysel vakalarda da görüldüğü üzere, çok güçlü yan etkilere sahip psikofarmakoloji' de de düşüş kaydedilmiştir. Ancak bu zamanda bir karara varabilmek için, henüz yeterince deneyime sahip olunamamıştır.Ev hayvanları lazer ışınımına karşı duyarlı tepkiler göstermektedir. Tüm bunlar bize göstermektedir ki, her ne kadar buna şimdilik sadece elektromanyetik açıdan yaklaşılıyor olsa da artık kimyevi bedenin ardından "enerji bedene" de yönelinmeye başlanmıştır ve bu her şeye rağmen kayda değer bir gelişmedir. Çünkü biyolojik alanın dışında kalan elektromanyetik enerjiler, resmi fizik tarafından henüz doğrudan ölçülememektedir. Sovyet bilim adamlarının bu konuda daha fazla şeyler bilip bilmedi-ği bir sırdır. Batı' da halen daha yeterince tanınmamış olan İnyu-şin'in tasarılarına kitabın daha önceki bölümlerinde değinmiştik. Onun çalışmalarının en önemli sonuçları, büyük bir olasılıkla saklı tutulmaktadır. Kanımca gerçek paranormal fenomenler günümüze kadar bilenen dört fizik halinin dışındadır. İşte buralarda bir yerlerde de bir "bağ" olması gerekir. Fakat bu, bilimsel anlayışın henüz sı-nırları dışında kalan bir husustur. Fakat bizim bugün bile araştı-rabileceğimiz şey ise, elektromanyetik alanlar ve onların ince yapılarıdır ki, bunlar tüm biyolojik sistemlerde belirleyici bir öneme sahiptir ve bunlar günümüze kadar kale alınmamıştır. Ve büyük bir olasılıkla tam da burada, biyofizikçi F. A. Popp'un çalış-maları ve hipotezleri kendilerini öncü fikirler olarak gösterecektir. Yaşamın evrimi üzerine oluşturulan klasik görüşler de, günümüzde kendilerini halen daha çeşitli alanlarda sa.f kimyasal görüşler olarak sınırlamaktadır. Hücre, işleyiş tarzı-açısından, yani hücre parçalanmasının karmaşık mekanizması'konusunda sadece kimyevi süreçlerden ibaret bir şeymiş gibi tasarlanamaz. Olay sahasının her yerinde düzenleyici güç alanları bulunmaktadır! Wittenli evli araştırmacı çift Dr. K. H .. Blank ve Hannelore Blank'ların aura çalışmaları, bu konu içinde ele alınmalıdır. Onlar holistik, dolayısıyla bedeni bütünselolarak ele alan örneğin kan damlasından yola çıkarak bir teşhis yöntemi geliştirdiler.Normalde akademik tıp çevrelerinde alışıldık olan kan frotileri araştırmaları, nesne taşıyıcı üzerinde araştırılan ak ve al yuvarlar ya da bunlara benzer bir şeyin üzerinde dönüp dururdu.İşte o zamanlarda, ellili yılların sonuna doğru, böyle bir kan frotileri gözlemleri sırasında, dahiliye doktoru K. H. Blank'ın karısı-nın gözüne mikroskobik alanda garip göl gem si suretler takıldı ve bunlar her bir kan yuvarlarının alanının dışına taşmaktaydılar. Garip şekillere bürünebilen bu tür yapılar, başka kişiler tarafından da gözlemlenmiştir. Bunlar, akademik tıp tarafından "yan olgular" şeklinde bir kenara atılmakta ve tesadüfi oluşumlar olarak teşhis değerine sahip görülmemektedir. Fakat geriye dönen buna benzer yapılar, Hannelore Blank'ın gözüne sık sık takılmıştır ve bunlar, insan bedenin yapısıyla benzerlikler taşımaktadır. Araştırmacı evli çift spesifik bir froti ve renklendirme yöntemi geliştirdi, bunun sayesinde normal durumlarda sadece bu garip gölgemsi suretler belirgin olmakta ve güçlü renklendirmeler vasıtasıyla göze çarpmaktaydılar.

Bunun ardından ortaya çıktı ki, bu sözde yan olgular ''beceriksizlik dolayısıyla işe karışmış küçük bir toz" ya da buna benzer bir şeyin dış etkisi sonucu meydana gelmiş tesadüfi oluşumlardan başka birşeydiler. Bunlar genelde anatomik yapıların şekillerine sahipti. Bazı Bechterev hastalarında, mikroskop altında görülen adeta anatomi atlasından alınmış ve kopyalanmış olan insan omurga taklitleri bulunmaktaydı. Kronik ağır mide rahatsızlıkları çeken hastalarda ise, mide şekilleri gözlemlenmekteydi. Dr. Blank, bir hastada tam anlamıyla belirgin bir uyluk taklidi tespit ettiğinde ne yapacağını bilemedi, oysa hastada böyle bir rahatsızlık henüz tespit edilmemişti.Bu hasta, birkaç hafta sonra, ağır bir uyluk trombozu rahatsızlığı sebebiyle hastaneye yatırıldı. İnsanın bedenindeki yabancı maddeler de buna benzer tarzda şekiller oluşturabilirler. Fakat kalp atışlarını düzenleyen sinir yumağı bunu yapamaz ve buradan çı-karılan sonuç şudur: Beden bunlara tamamen uyum sağlamıştır.Kan, eğer organlarda ya da organ sistemlerinde hastalık üretici bozukluklar varsa veya oluşmak üzereyse ya da sadece aşırı yüklenmeler söz konusu ise, bunu dışa vurmaktadır.Histolojik verilerin çokluğu burada gözden kaçmamaktadır. H. Blank bugün 25 yıllık bir çalışma ve araştırmanın ardından, akademik anlamda farkına varılamamış olan hastalık süreçleri içindeki ilişkileri tanımlayabilecek bir duruma ulaşmış bulunmaktadır, örneğin diğer organların hastalanmasına neden olan organlar o ana kadar aslında hiç ciddiye alınmamaktaydı. Bunun dışında bayan araştırmacımızın vurguladığına göre, bunların doktorlar tarafından araştırılması sonucunda oldukça ilginç, yeni fizyolojik ve biyokimyevi gerçeklere de ulaşılabilir. Bununla ilgili olarak bilim kadını Hannelore, insanın iki böbreğinin birbirinden tamamen farklı görevalanlarına ya da işlevlere sahip olduklarını iddia etmektedir, örneğin sağ böbrek karaciğerin, safranın, pankreas ın metobolizma artıklarının atılması için sorumludur, sol böbrek ise, daha çok tuz atımı ile uğraşmaktadır. Böbreklerin patolojik yolla araştırması sonucunda, H. Blank'ın bu iddialarına işaret edilen verilere kolaylıkla ulaşılmalıdır.Araştırmacı bunun dışında her bir organ sisteminin işievinde, görevinde uzun süreli ritmler keşfettiğini iddia etmektedir. Her bir organ sistemi, ana görev konusunda her dört ya da altı haftada bir vardiya değişikliği yapmaktadır. Bu periyodların artırılması ile birlikte, hastalığa yatkınlıkta da bir yükseliş söz konusu olmaktadır. Ve bazı doktorların iddiasına göre bazen haftalar süren kalp rahatsızlıklarına maruz kalınmakta, fakat daha sonra bu süreç geriye çekilmekte ve başka hastalıklar ön plana çıkmaktadır. H. Blank, kendi geliştirdiği bir fotoğraf tekniği sayesinde, teknik açıdan mükemmel renkli mikroskobik çekimler gerçekleştirebilmektedir. Şu ana kadar binlerce çekim yapılmıştır ve bunlar ileride bir eğitim kitabının temelini oluşturacak değerde veriler içermektedir.Bilim kadınımız son zamanlarda geopatik etki sorununu araştırmaya koyulmuştur.

Geopatik etkiler, organ bozuklukları-na sebebiyet verirken, öyle görünüyor ki, karakteristik bir tarz da katmakta ve holistik kan tahlilinde anında tanınmaktadır. Geopati, dünyanın özel güç alanlarının yapısının sebep olduğu sağ-lık sorunları ile ilişkili bir araştırmadır. Tabii ki akan sular, yer kabuğu kırılmaları gibi dünya üzerindeki diğer düzensizlikler, biyolojik açıdan bir öneme sahip olabilirler. Geopatojen yerler, etkilerinin sürekliliği durumunda, örneğin birisi yıllar boyunca böyle bir yerde uyumaktaysa ya da bulunmaktaysa, bu durum sağlık sorunlarına sebebiyet verebilir.Tutucu doktorlar ve klasik doğa bilimcilerince geopati bir batıl inanç olarak görülmüştür ve Dr. Veronica Carsten bu kompleksin araştırılmasına karar verdiğinde. belli çevreler tarafından anında şiddetle eleştirildi ve bunların duygusal saldırılarına maruz kalarak "bilim dışı" ilan edildi. Bu tasavvur, yirminci yüzyı-lın sonlarına doğru artık kesinlikle batıl bir inanç olmaktan çıkmıştır. Bu gibi düşünceler sadece, çoktan zamanı geçmiş ve aşılmış olan düşünce yapıları içinde sıkışmış kişilerde bulunmaktadır. Yaşamın terrestrik (dünyasal ç.N.) güç alanlarının etkisi altında geliştiği, günümüzde artık kesin ve tartışılmaz bir gerçektir. Ve bu alanların yapılara sahip olduğu ve büyük bir olasılıkla da en incesinden yapı bozukluklarına sebebiyet verdikleri, bizlerin henüz üzerinde hiç çalışmadığı belli bazı durumların en güçlüsünden biyolojik bilgilere sahip olabilecekleri, modern biyofiik üzerinde az çok araştırmalarda bulunmuş olanlar için, rahatlıkla mümkün görülecektir. Yeni bir bilgi, eğer birbirinden bağımsız olan farklı bilim adamları tarafından, farklı yöntemlerle araştırıldığında ve bunlar aynı sonuca vardıklarında, özellikle bilimsel çevrelerde daha çok inanılırlık kazanmaktadır. Geopati, deneyimli radyestezi uygulayıcıları tarafından uzun bir zamandan beri kanıtlanmış olarak görülmektedir. Ben burada sadece Dr. Hartmann, Ebersbach, fizikçi Reinhard Schneider ve Wertheim'i sayacağım, bunlar uzun zamanlardan beri radyestezi kursları vermektedir. Biyoelektrik teşhisin deneyimli uygulayıcıları, Mora terapistleri, segmentelektrografi uygulayıcıları ve bunlar gibi daha başka birçokları, geopatojen etkilerin gerçek olduğu fikrindedir. Ve bundan tamamen bağımsız olarak, bilim kadını Hannelore Blank, bu geopatik etkiyi, kendi kan fotoğrafları içerisinde, genelde çarpıcı şekillerde tespit tmektedir. Ve bunun ardından geopatojen bozukluklar, nihayet modern biyofizik açısından da sadece olası değil, büyük bir olasılıkla mümkün görülmektedir.Dünyanın süptil güç alanları kaotik değildir, bilakis düzenli yapıları vardır ve bu yapılar bilgi içermektedir, en incesinden boukluklar ve sapmalar, örneğin spesifik yer şartları sebebiyle biyoenformasyon etkileri değişime uğramaktadır. Son yüz yılın bilimsel değişikliklerini gözden geçirdiğimizde görmekteyiz ki, akıl karıştırıcı sayılarda mümkün görülmeyen şeyler artık mümkün olmuştur. Ve bu böyle devam da edecektir. Alman Güç Alanları Fiziği Araştırmaları Enstitüsü başkanı ve genel kozmoloji uzmanı fizikçi Burkhard Heim, Götingen yakınındaki Northeim'da yeni bir matematik geliştirmekte ve bunun üzerinde, sayısız diferansiyel denklemlerden oluşturduğu altı boyutlu bir dünya anlayışı kurmaktadır. Burada kanıtsal ve insanı hayrete düşürücü olan teorileri, fiziksel kozmosun günümüzde bilinen element değerlerini tam bir doğruluk içinde vermesidir, günümüze kadar bilinen element parçaeıkiarın kitlesi ve henüz günümüzde keşfedilmemiş olan, fakat büyük bir olasılıkla mevcut olan sayısız imkanlar da bunun içindedir. Heim'ın modellerinden, öyle görünüyor ki parafizik fenomenlere dair tamamen yepyeni bir anlayış açığa çıkmaktadır, Filipin şifacilannda gözlemlenen materyalizasyon ve apor fenomenleri de bunların içindedir. Belki de bir gün gelecek ve Heim'ın teorileri, bu yüz yılın kuramsal fiziğinin en büyük başarılarından biri olarak görülecektir.

Yeni biyofizik de yakın bir zamanda birçok yeni ufuk açacaktır. Fakat her şeye rağmen fiziksel değerler ve karşılıklı etkile-şimler dünyasının dışında bunlardan daha köklü değerler mevcuttur ve bunlar, ne fiziğe ne de biyofiziğe dayandırılabilirler. Doğa bilimciler, katı maddenin gözlemlenmesinden yola çıktılar ve buradan kimyayı ve fiziği geliştirdiler. Şimdi aynı bu kimya ve fizikten yola çıkarak canlı olanı anlamak ve kanıtlamak istiyorlar. Eğer canlı olanın alanında mevcut olan temel değerler, ölü denilen maddede bulunamamışsa, bu durumda buradan yola çıkarak tamamen mantıklı bir şekilde diyebiliriz ki, bu yöntem ile canlı ya ve bununla birlikte insana dair bütünsel ve doğru bir anlayışa ulaşamayız. Bu gerçekten de böyledir. Gözden kaçırılmış ya da bilimsel tartışmaların dışında tutulmuş böyle bir değer bilinç kavramıdır ve bu, burada spesifik olarak sadece insan zihni anlamında değil, genel bir biçiminde kastedilmektedir.İçimizde duygusal anlamda bulunan bilgiyi de kapsadığı düşünülen bu bilinç, yani bilincin derin katmanları, anlaşılan günümüze kadar tamamen yanlış anlaşılmış bulunmaktadır. Kesin verilerle çalışan psikologlar bunu "önemsiz değer" olarak tanımladılar ve bunlardan bazıları bunu bugün halen daha sürdürmektedir. Belki de bu, bugüne kadar yapılmış olan bilimsel hataların en büyüğüdür. Daha önceden de hatırlattığımız psikolog Oscar Schelbach bilinç kavramını, her şeyin kendisinden kaynaklandığı Alfa ve Omega olarak tanımlamaktadır. Bilinç olmadan fizik de olmazdı, kimya da ve doğa bilimleri de. Anlaşı-lan bilincin bu yaratıcı gücü, eylemlerimizin ve paranormal fenomenlerin tamamının kaynağıdır. Şuurun yapılandırılması, derinlik katmanları da bunların için dedir ve genelde bilinçaltı ile birlikte bir insanda ya da bir toplumda, evet hatta bir kültürde imkanlar kadar sınırlar da oluşabilmektedir. Schelbach kendi bilincini ve bilinçaltını yapılandırmanın yollarını göstermiştir ve böylece kendi yaşamına ve kaderine etki edebilmiştir, ben böyle bir yöntemi, şu ana kadar hiçbir psikologta bulamadım.Bilimlerimiz, maddi yapı ve bunun enerjileri üzerinde gerçekleştirdikleri araştırmalar kadar bilincin olanakları üzerinde çalışmalar ve araştırmalar yapmış olsaydı, bizler şu anda sürekli olarak gerçek mucizeler yaşıyor ve üretiyor olurduk. Şuurun ve bilinçaltının belli bazı eş evreli halleri vardır ve bunlarda, rasyonel açıdan mümkün görülenin çok ötesinde, tahmin bile edilemeyen psişik enerjiler açığa çıkartılabilmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, bilinç maddi olanın üstünde sınıflandırılması gereken bir değerdir. Bizim şu ana kadar oluşturabildiğimiz bilimin taslaklarının ulaşabildiği tüm sınırları aşan bu söz konusu iyileştirilme olanağı da işte bu bilinçten gelmektedir.Bilimlerin, bilinci, merkezi bir araştırma nesnesi yapmalarının artık zamanı gelmiştir.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp