Akademik Tıp ve Parapsikolojik Tıp

Akademik Tıp ve Parapsikolojik Tıp

Batı akademik tıbbında genellikle geleneksel tıp yöntemleri dı-şında, hastalıklara şifa olabilecek farklı bir yöntemin varlığı üzerinde durulmamaktadır. Bu, uzun bir zamandır yenilenmesi ve değiştirilmesi gereken bir görüştür. Bazı teşhis, şifa ve ameliyat yöntemleri vardır ki, bunlar ne tıbbi ne de bilimsel bilgileri mizle açıklana bilir. Tıp eğitimi almamış olmasına rağmen resmi olarak tedavi izni olan pratisyen doktor Sigrun Seutemann'ın, tanımadığı bir hastanın aurasına bakarak birkaç saniye içinde yaşadığı ağır felç rahatsızlığının oluşum sebebi üzerine yaptığı teşhis günümüzde hala sırrını korumaktadır: Tetanos serumu sebebiyle zehirlenme. Bu teşhis, hastanın başvurduğu üniversite kliniği tarafından gerçekleştirilen bir buçuk yıllık nörolojik ve psikiyatrik gözleme rağmen yapılamamıştı. Amerikalı şifacı Ambrose Worral'ın inanılmayacak kadar kısa bir sürede bir tümörü yok etmesi sırasında neler olup bittiğini de bilmiyoruz. Üstelik bu tedavi için tüm yaptığı o kısacik süre boyunca hastanın rahatsızlığının kaynaklandığı yere birkaç kez ellerini yerleştirmekten başka bir şey değildi. Londra'daki kliniklerden birinde yatan ve doktorların çoktan sağlığından umudu kestikleri bir hastanın, kendi bilgisi dışında ailesinin talebiyle, ünlü İngiliz şifacı Harry Edwards'ın kilometrelerce uzaktan kendisine odaklandığı anda aniden iyileşmesini, bizim kabul ettiğimiz ne tıp, ne fizik ne de kimya açıklayamaz. Brezilyalı şifacı Hose Arigo'nun, tanınmış bilim adamı ve doktor Henry Pucharich'in kolu üzerindeki küçük tümörü, bildiğimiz bir bıçak ile ve tamamen acısız olarak nasıl yok ettiğini de bilemiyoruz. Bu ameliyat esnasında ne bir enfeksiyon olmuştu, ne kan akmıştı ne de yara izi kalmıştı. Filipinler'de gerçekleştirilen ameliyatları ele aldığımızda ise bu süreçler, rasyonel düşünce tarzımız için çok daha anlaşılmaz bir hal almaktadır. Psişik cerrahlann yalnızca elleriyle bedenin içine giriyor göründüğü cerrahi müdahalelerle, ağır organik acıları yok ettikleri bu ameliyatlarda neler olup bitmektedir? "Sağlıklı insan aklı" burada iflas etmekte ve mantık protestoda bulunmaktadır, çünkü olamayacak olan olamaz. Dünya görüşümüzün yerinden oynatılmasına izin vermektense, gerçeklerin çarpıtıldığını veya bir hilekarlığın söz konusu olduğunu düşünmeyi tercih ederiz. İlk gramofon, birkaç seçkin bilim adamı tarafından önüne getirildiğinde, Paris Bilim Akademisi'nin genel sekreteri de bunun "Hilekarlık!" olduğunu düşünmüştü. Önünde bir varıtraloğun (karnından konuşan, Ç.N.) bulunduğunu sanmış ve hilesini açığa çıkarmak için adamın üzerine yürüyerek boğazını sıkmış-tı. Ancak herkesin şaşkın bakışları arasında makine konuşmaya devam etmişti.1893 yılında, Berlinli genç bir cerrah olan geleceğin ünlü CarI Ludwig Schleich'ı, kendi geliştirdiği lokal anestezi yöntemini, bir doktorlar kongresinde tanıtmak istediğinde, orada bulunan tıp otoriteleri tarafından salondan dışarı atılmıştı. 1910 yılında Hamburg' da, bir Alman nörolog ve psikiyatristleri kongresinde, psikoanaliz üzerine bir konu açıldığında, Prof. Wilhelm Weygandt yumruğunu masaya indirerek tüm kızgınlığıyla: "Bu, bilimsel bir toplantının konusu değil; polisin işidir!" diye bağırmıştı."Mümkün olanın olanaksızlığı" üzerine birçok örnek verilebilir. Bunun için son elli yıl içerisinde, doğa bilimleri alanında keşfedilmiş olan bilimsel bulgulara ve kaldırılmış ya da değişime uğramış görüşlere bakmak yeterli olacaktır. Bunun yanında şimdiki durumu göz önünde bulundurarak bir hatta iki yüzyıl ileriye bakıldığında, "Matematik dışında 'olanaksız' sözcüğünü kullanırken insan dikkat etmeli." diyen Fransız matematikçi Arago'ya katılmamak elde değil. Daha bir kuşak öncesinde, atom bombası ve ay yolculuğu, kalp ve böbrek nakli olanaksız sayılan işlerdendi. Bunların yani kaydettiğimiz ilerlemelerin, her ne kadar büyük ve olağanüstü işleri olsa da, neredeyse sadece teknik başarı-larla sınırlı olması, mantıki olmaktan çok düşündürücü değil midir? Öyle görünüyor ki insanlık artık teknoloji ile ruhsallık arasında bir seçim yapmak zorunda, ancak çoğunluk çoktan kararı-nı ilk olasılıktan yana kullanmış gibi. Rasyonel çağın bilimleri, ilgisini neredeyse tamamen maddi dünyaya yöneltmiş durumdadır ve insanların madde ötesi gerçekliklere ait ilgisi bundan çok

zarar görmüştür. Öyle görünüyor ki, insanlar kendilerini her asırda, insanoğ-lunun yapabileceği ne varsa tümünü yapmış ve yapabileceklerinin en uç zirvesine tırmanmış gibi görmektedir. Geride bıraktığı-mız yüzyılın sonuna doğru, bilim adamlarının çoğu, temel olarak dünyamızda keşfedilebilecek yeni hiçbir şeyin kalmadığı konusunda hemfikirdiler. Önemli tüm doğa kanunlarını bildiklerini düşünüyorlardı ve yeni enerji formlarının olabileceği düşüncesi akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Zamanının bilimsel dünya görüşüne uymayan şeylere inanan insanlara ya acıyarak gülünüp geçiliyor ya da bu insanlar pek yumuşak olmayan medeni bir tarzda boykot ediliyordu. Bugün artık, geçen yüzyılın dünya görüşünün, mükemmelliğin çok dışında ve tek taraflı bir yapılandırmaya sahip olduğunu biliyoruz. Bugün kabul etmiş olduğumuz bazı realitelerle bile geçmişte uzun süre mücadele edilmişti. Örneğin hipnoz, günümüzde artık yalanlanmamaktadır; rüya psikolojisi ile ilgilenen birisi de artık şarlatan olarak anılma endişesiyle yaşamak zorunda değildir. Atomun parçalanamaz olduğu tezinin bir yanılgıdan başka bir şeyolmadığını da artık biliyoruz ve hatta roketIere alışmış insanlar olarak bir zamanlar zeplin ve uçak gibi uçan araçların yapılabilme ihtimalini reddeden insanların var olduğuna inanmak bize çok uzak görünmektedir. Oysa bugün kullandığımiz uzay raketlerinin fikir babası ve öncüleri olan Oberth ve Godard, 20. yüzyılın teknik sahtekarları olarak görülmekteydiler. O zamanlar şuna kesin gözüyle bakılıyordu: Enerji kazanımı, belli bir ölçüde kömür enerjisinden öteye geçemez! Oysa günümüz atom reaktörleri, uzun bir zaman önce kömürden üretilen enerjinin milyon kat ötesine geçmiş bulunmaktadır. İnsanın kendisinde mevcut enerjiler de, günümüzde bu alanlarda çalışan araştırmacılar tarafından, eskisine oranla daha yüksek seviyelerde tahmin edilmektedir. Beyin araştırmacıları, beyin kapasitemizin sadece yüzde onunu kullanabildiğimiz görüşündedirler. O halde soru şudur: Bizler yani günümüz insanları, atalarımızın yanlışlarından ders aldık mı? Şu an, bizim mümkün olanın dışında olarak değerlendirdiğimiz fikirlerin ve fenomenlerin kategorik hükümlendirilmelerinde daha mı dikkatli davranmaktayız? Cevap: Hayır! Anlaşılan son yıllarda gözümüzün önünde gerçekleşen tüm bu hızlı gelişmelere rağmen geçen yüz yıllık süre bile, bu konuda biz insanları değiştirmeye pek de yeterli olmamış. Büyük bir olasılıkla bu süreçte insanın farkına varamadığı, onu çaresizlik içinde bırakan bazı psikolojik baskılar da söz konusudur. Anla-şıldığı kadarıyla her insanda, kendisini şu ana kadar oluşturmuş olduğu düşünce rayından dışarıya çıkarabilecek her şeye karşı savunmaya iten doğuştan gelen zihinsel bir mekanizma söz konusudur. Bu savunma mekanizması, ruhsal-zihinsel birçok işlev gibi, tamamen bilinçdışı bir fonksiyondur, öyle ki insan zorunlu olarak bunun hakimiyeti altına girmektedir. Olası t4m ön yargı biçimleri bundan kaynaklanmaktadır. Pratisyen psikolog ve psikoterapistlerden biri bu konuda şunları ifade etmişti: "İnsanların çoğu eğitilmek yerine, kendi görüşlerinin onaylanmasını ister. Psikoterapiste giden psikopatlar bile, kendi yanlış görüşleriyle bu rahatsızlığı oluşturduğu halde, bu görüşlerinin düzeltilmesini istemez. Kişi elbette kendi temel görüşlerine ters düşmedikleri ve tamamen yeni bir düşünce ritmi gerekmediği sürece yeni bilgilere açıktır. Yıllar süren çalışmalarda uğraşarak topladığı bilgileri, aynı zamanda ağır bir yük olarak sırtında taşıyan ve büyük bir olasılıkla onlardan asla kurtulamayacak şekilde zihinsel faaliyetlerde bulunan her insan gibi, kendi otomatik düşünce ritmi sebebiyle, ne kadar güçlü bir bağ ile köleleştiğine hiç mi hiç dikkat etmemektedir. Elbette bu, topyekün yeni olan, farklı bir düşünce tarzı ve farklı bir düşünce alışkanlığı gerektiren şeye karşı anlayış geliştirmeye ya da bunun algılanmasına ve kabulüne büyük bir engeloluşturabilir." Düşünce alışkanlıklarına en güçlü ve karmaşık bir şekilde dolanmış olan, uzmanın kendisidir ve bu onun belli bir alan üzerindeki kapasitesinden dolayıdır. O neyin olanaklı, neyin olanaksız olduğunu, başka hiç kimsenin bilemediği kadar iyi bilmektedir. En yeni ve en devrimsel fikirlere karşı en sert çıkışı sergileyenler, doğalolarak söz konusu alanda söz sahibi olan uzman bilim adamları olmaktadır. Dolayısıyla da her şeyi yerinden

oynatan keşifler bunlar tarafından değil, genellikle belli bir alanı göreceli olarak yüzeysel bir şekilde tanıyan, yani bu alanı yalnızca kuş bakışı görebilen kişiler tarafından gerçekleştirilmektedir, ki bu kişiler bu konuların uzmanları değildir. Sonuç itibariyle bu insanlar detaylı bir bilgiye sahip olmadıkları için, onlardan apriori olarak o kadar da çok itiraz gelmemektedir. Birkaç örnek verelim: Çekirdek fiziğiyle bağlantılı ve aynı zamanda ağır sonuçlara neden olan atom çekirdeğinin parçalanmasının keşfini iki kimyacıya Otto Hahn ve Fritz Strassmanna borçluyuz ki bunların ardından, bu alanın uzmanları fizikçiler, iki yıl boyunca yanlış yorumlar ortaya koyup durmuşlardır. Modern psikoloji, mühendis ve matematikçiler tarafından oluşturulan sibernetik düşünce yöntemleri sayesinde büyük atı-lımlar gerçekleştirmiştir ve psikoanalizin kurucusu ve bilinçaltı ruhsal süreçlerin kaşifi Sigmund Freud, bildiğiniz gibi bir psikolog değil tıp doktoruydu ve zamanının bilinç psikologlarına olabildiğince ters düşmekteydi. Genç bir bilim olan parapsikolojiye karşı itirazlar özellikle akademik psikolojiden gelmektedir ve parapsikolojik tıbbın en inatçı karşıtları ise, yine akademik tıptandır. Bu arada bu birleş-tirici bilimin lehinde bulunanların çoğu ise başka bilim disiplinlerinden gelmektedir.Aklı başında olan hiçbir insan, tıp biliminin hastalıklara karşı verdiği mücadeledeki olağanüstü başarıları ve çalışmaları inkar edecek değildir. Lister'in. Pasteur'ün ve Robert Koch'un önceki yüzyıldaki keşiflerinden modem kemoterapiye ve lazer ışınının kullanışına kadar nefesleri kesen ilerleme, tek kişilik zaferler gibi sürüp gitmekte görünüyor. Birçok toplumu neredeyse yok etmek üzere olan geçmişteki hastalıkların birçoğu her ne kadar ortadan kaldırılmış olsada, modem tıbbın büyük teknik olanaklarına karşın birçok acılar varlığını halen daha sürdürmektedir. Bunların ötesinde, önceleri sorun teşkil etmeyen yeni birçok hastalık da açığa çıkmaktadır.Bugün, bir yığın yeni görüş ve bakış açısı ile karşılaşan birçok doktor, akademik tıbbın kendini tck taraflı geliştirdiğini artık itiraf etmektedir. Örneğin psikosomatik araştırmaların önünü açanlar yine onlardır, bununla birlikte yıllardır resmi olarak kısmen görmemezlikten gelinenler ve önemsenmeyenler de yine onlardır. Günümüzde de bazı hastalar halen büyük para kaynaklarıyla ve modem teknik araçlarla aylarca hatta yıllarca hiçbir sonuca ulaşamamaksızın bakım altında tutulmaktadır. Ta ki hasta, psikosomatik uygulamalara başvuran bir doktor ya da tıbbi yöntemlerin dışında kalan bir şifacı aracılığıyla inanılmaz derecede hızlı ve aynı ölçüde sürekli bir şifaya kavuşuncaya kadar. Üstelik bu, hiç de nadir bir olayolarak kalmamakla birlikte genelde inanılmayacak derecede basit ve yalın araçlarla gerçekleştirilmektedir. Fransız şifacı Maurice Messeque'nin bitki özlerini sürme yöntemi ile ulaştığı başarıları hatırlatmak burada yeterlidir.Birçok ünlü ve saygın kişi ona teşekkür mektubu göndermiştir.Hatta bu kişiler arasında onu, izinsiz şifa uygulamaları sebebiyle mahkum etmek zorunda kalan hakimler de vardı. Tıbbın dışından gelen yaklaşımların durumu tıpta her zaman zor olmuştur. Doktorların çoğu, tıp biliminin teorik olarak geçerli olan güncel yöntemlerinin dışında kalan tüm uygulamalarının bir bakım ya da tedavi rezaleti olduğu fikrindedir. Fakat hasta açısından bakıldığında, uygulanan yöntemin söz konusu güncel ve de geçerli tıbbi bilgilere uyup uymadığı ya da birkaç sene içinde geçerlilik kazanma olasılığı gözönüne alınmamaktadır. Hasta için belirleyici olan kriter, uygulamanın kendisi için bir risk içerip içermediği ve sonuç itibariyle uygulamanın başarıyla sonuçlanmasıdır. Dolayısıyla sorulması gereken soru şudur: Hasta için risk içermeyen yöntemlerin, örneğin akupunktur, ruhsal şifa ve benzerlerinin uygulanmasının engellenmesi ve hatta bunlara karşı mücadele edilmesi, hem de bunların birçok hastaya sağladığı yardım ve yararların kanıtlanabilir olması durumunda, sırf bilimselolarak henüz kanıtlanamadıkları için, reddedilmesi ve hatta yasaklanması, etik açıdan üstlenilebilir bir sorumluluk mudur? Akademik tıbbın yanında geniş bir alana sahip olan deneyime dayalı şifa bilgisi içeren yöntemler de vardır. Uygulandığında

pozitif sonuçları tespit edilmiş terapi ve tanı yöntemleri bunlardandır. Fakat etkilerinin nereden kaynaklandığı henüz tam olarak bilinmemektedir yani sebep ve sonuç arasındaki ilişki meçhuldür. Geleneksel kanadı zengin olan allopati (bir hastalığı kar-şıtı ile tedavi etme, Ç.N.) okulu tarafından henüz kabul görmeyen homeopatinin temelini, Alman Dr. Samuel Hahnemann 19. yüzyılın başlarına doğru atmıştır. Bu, "Simili similibus curantur" yani benzerin benzeriyle iyileştirilmesi ilkesine dayanmaktadır.Bunun yanında önceki yüzyılın sonuna doğru Macar Dr. Ignaz Peczely tarafından oluşturulan iris teşhis yöntemi ile birçok doktor tüm şiddetiyle mücadele etmiş ve etmektedir. Peczely, çocukken koluna tırnaklarını geçirmiş olan bir baykuşun ayaklarının kırılışı esnasında baykuşun gözünde oluşan bir işareti gözlemlemiş, bu gözlem, bugün pratisyen doktor ve bazı doktorlar tarafından uygulanan ve bazı vakalarda insanı hayrete düşüren teşhislere olanak sağlayan, iris ya da göz teşhis yöntemini geliştirmesinde çıkış noktasını oluşturmuştur. Ancak bu yöntemde doğru bir teşhise ulaşabilmek için olabildiğince çok deneyim edinilmesi gerekmektedir. İlginç olan, bazı Sovyet doktor ve bilim adamlarının bu iris teşhis yöntemine oldukça açık olmalarıdır.Kirolojik teşhis de aynı ölçüde karşı durulan bir yöntemdir. Bu ellerdeki özel çizgilerden ya da ellerin ve parmakların şekillerinden yola çıkılarak ulaşılan bir teşhis biçimidir. Bu da günümüzde henüz açıklanamamış bir yöntemdir. Çin kaynaklı akupunktur-+ yöntemini yıllardır uygulamakta olanlar da deneyimsel şifacılardır, fakat akademik tıp tarafından bu da henüz yeterince ciddiye alınmamaktadır. Başka birçok yöntem bunlara eklenebilir, örneğin 1925 yılında Dr. Ferdinand Hüneke tarafından geliştirilen nöroterapi,52, 53yıllardır süren terapi vakalarında anında şifa sağlamaktadır. Nöroterapistler; unutulmuş ya da önemsensenmeyen yara izlerinin sıklıkla bulundukları yerden başka noktalarda ortaya çıkan çeşitli bozukluklara sebebiyet verdikleri durumlarla karşılaşmaktadır. Örne-ğin Völklingerli pratisyen Dr. C. Dahn, resmi tıbbın tüm uygulamalarına karşı direnen kronik böbrek ağrısı çeken bir hastanın koltuk altındaki eski bir yara izine uyguladığı impletol enjeksiyon u sayesinde, onu ağrılarından kurtarmıştır.Etki biçimleri açısından bakıldığında nöroterapi ile akupunktur yöntemleri arasında bir benzerlik görme eğilimi taşınmaktadır. Her iki durumda da göreceli olarak yalın ya da yüzeysel olan tedaviler, bedenin diğer yerlerinde ve iç organlarda da şifa etkisi oluşturabilmektedir. Öyle görünüyor ki, akupunktur ve nöroterapi gibi sırlarla örtülü fenomen ya da olaylar çok yakında açıklanacaktır. Bu ileride görüleceği gibi sırf etki ve başarıları, akademik tıp tarafınca açıklanamayan parapsikolojik tıp fenomenlerinin temeline inen, yani malum tüm şifa yöntemlerini araştıran psişik araştırmacılardan dolayı da olmayacaktır. Psikosomatik, psikoterapi ve hipnoz gibi, daha henüz yirminci yüzyılın başlarında "parapsikolojik tıp" olarak görülen bu dallar göz önünde bul und urulduğu nda, bu ifadede hiçbir karanlık yön aranmayacaktır. Dün "parapsikoloji" olarak görülen ve "bilim dışı" olarak nitelenen birçok şeyartık bugün ya da en azından yakın gelecekte bu şekilde kalmayacaktır. Akupunktur noktaları arasındaki bağlantının çeşitli teknik cihazlar vasıtasıyla ölçülebilmesi, akupunkturu tamamen bilimsel tıbbın alanı içine sokacaktır.Psişik şifa araştırmacıları, kullandıkları doğal açıklamaların yanında doğaüstü açıklamalar getirmekle de suçlanmaktadırlar ve bu, onların kanıt bulma yöntemlerinin karakteristik bir özelliği olarak gösterilmektedir. Buna karşı şunu belirtebiliriz: "Doğa" ve "doğaüstü" kavramlarının birbirinin karşıtı olarak ortaya atılmasının, bilimselolarak uygulanan parapsikolojide yeri yoktur ve bu, büyük bir olasılıkla insan düşüncesinin sınırlılığından kaynaklanan bir kurgudur. Sonuçta günümüze kadar belirlenmiş olan doğa kanunları dolayısıyla açıklanabilir olan vardır ve günümüze kadar henüz belirlenememiş olan doğa kanunları dolayısıyla da açıklanamaz olan vardır. Şimdi öyle görünüyor ki birçok şey hatta belki de her şey psişik araştırmalar tarafından

keşfedilen fenomenlerin, şu ana kadar tanıdığımız doğa kanunlarının üstünde sınıflandırılan doğa kanunlarının etkileri olduğunu ifade etmektedir ve bizim şu ana kadar tanıdığımız doğa kanunları, üst seviyelerde sınıflandırılmış olan doğa kanunlarının özel bir durumu olarak kendini göstermektedir. Parapsikolojik tıp karşıtları ayrıca şunu da iddia etmektedir; onlara göre paranormal şifa yöntemlerinin kabulü şarlatanlığa tüm kapıları açmaktadır. Bu alanda şarlatan doktorların ve çıkar peşinde olanların bulunduğu inkar edilemernekte ve aslında bundan da hiçbir zaman tamamen kurtulmak mümkün gözükmemektedir. Hilekarlar her alanda mevcuttur. Fakat şarlatan doktorları en aza indirmenin en iyi yolu, resmi tıbbın parapsikolojik tıbba karşı açık bir tutum sergilemesinde yatmaktadır. Katı akılcı, nedensel - analitik yöntemlerle yolunu tutan akademik tıp ile daha çok gözlem ve sezgiden yararlanan, bütünselolan ve sentezci bir düşünce tarzına sahip parapsikolojik tıp arasında barışçıl bir ortak varoluş yolu bulunmalıdır. Deneyimli doktorların resmi tıp ile parapsikolojik tıp arasında bir yerde olduğunu iddia etmek pek yanlış olmasa gerek; çünkü iyi bir doktor rasyonel bilimin niteliklerinden daha fazlasını ortaya koymak durumundadır ve onun tüm bunların yanında olabildiğince çok sezgisel yeteneklere ihtiyacı vardır. Ruhsal-zihinsel gelişim açısından sezgi, önümüzde açılan büyük yolda rasyonel düşünceden çok daha güvenilir bir rehberdir. Bugünün parapsikolojik tıbbının uygulamalarında sezgiselolarak keşfedilen birçok yöntem, bilimsel olarak ortaya koyulmalarının ardından büyük bir olasılıkla yarının resmi terapileri olacaktır. Elbette gelişmiş tıp bilimi, günümüzde "mucizevi şifa" olarak ifade edilen fenomenleri, üst aşama olarak sınıflandırılan doğa kanunlarının etkileri olarak görebilecek ve de anlayabilecektir

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp