İnsanın Dikkate Alınmayan Güç Alanları

İnsanın Dikkate Alınmayan Güç Alanları :

İnsanın Dikkate Alınmayan Güç Alanları

İnsanın içindeki veya bedeni çevreleyen bir biyo-alanla ya da bir enerji bedenle ilgili teori öyle görünüyorki kadim bir iddiayı onaylamaktadır. Bu, kadim çağların Hint ve Uzak Doğu filozofları tarafından aktarılmış ve Batı Dünyası teozofları ve mistikleri tarafından tekrar keşfedilmiş ve yüzyılımızda antropozofistler tarafından temsil edilir olmuştur. Bu, insanın ve diğer canlı-ların normal fizik bedenlerinin yanısıra bir de astral beden denilen bir başka bedene daha sahip olduğunu ifade eden bir kabuldür. Bazı yazarlar tarafından akışkan beden; ya da fantom beden, ruh bedeni, ince maddesel dedublüman olarak da tanımlanmaktadır. Bu tasavvur bugüne kadar şiddetli karşıt görüşlere maruz kalmıştır. Bir bakımdan bu bir önceki bölümde tasvir edilen genel bir yaşam gücü enerjisiyle ilgili Çin akupunktur uygulayıcı-larının görüşünü oldukça güçlü bir şekilde hatırlatmaktadır ve Hint yoga öğretisinin temel bilgileriyle de örtüşmektedir. Buna göre insan, fiziki bedeni yanında bir de "ince maddesel" bir bedene sahiptir ve bunun içinde evrensel bir yaşam enerjisi akmaktadır. Hintliler buna "Prana" demektedirler. ISI Fizik bedenin yanında insanın içinde bulunan ikinci çok daha "ince" bir bedenle ilgili görüşü, kadim Mısır'da bundan beş bin sene önce de bulmaktayız. Bu görüşle Tibetli rahiplerden ilkel toplumların neredeyse tüm şaman ve kabile büyücülerine kadar dünyanın her yerinde karşılaşılmaktadır. İfade edildiğine göre, bu astral bedenden tüm canlı varlıkları ve bitkileri çevreleyen bir ışın yayılmakta ve bu da aurayı yapılandırmaktadır. Musa ve Hristiyanlığın peygamber ve azizleri, zamanlarından bu yana, başlarını çevreleyen bu ışık ile resmedilmişlerdir. Söylendiğine göre bu, özellikle vecd hallerinde görünür olmaktaydı. İsa da böyle bir ışın bulutu ile tüm bedeni kuşatılmış olarak sanatçılar tarafından sıkça tasvir edilmiştir. Önceden belirttiğimiz doktor ve manyetizör Franz Anton Mesmer bu fenomeni iki yüz yıl önce tekrar ele almıştır. O, yaşayan her şeyden ışık saçan bir akışkan yayıldığını iddia etmektedir ve bu olguyu kendi "canlısal manyetizma" düşüncesi ile ilişkilendirdi.Bilim dünyası ise Mesmer'in bu düşüncesini reddetti ve bu, 18. yüzyılın sonuna doğru Paris Bilim Akademisi tarafından hem de tek bir araştırma sonucunda gerçekleştirilmişti. Bu kuruluş, bundan birkaç yıl sonra gök taşı meselesinde oldukça şaşırtıcı bir saptamada bulunan akademinin ta kendisiydi, şöyle denmişti: "Gökten taşlar düşmez". Ve başka bir iddası da şuydu: "Konuşan bir makine, yani bir gramofon tarafından insan sesinin bir taklidi oluşturulamaz, bu hileden başka bir şey değildir." İnsan bedeninden yayılan bir ışınla ilgili oldukça derin bir çalışma, bir önceki yüzyılda Stuttgartlı araştırmacı Karl Freiherr von Reichenbach tarafından gerçekleştirildi. Reichenbach'ın yaşamı, o ana kadar sayısız bilimsel başarılarla doluydu ve kendi zamanının üstünde bilimsel bir bilgiye sahipti. Yirmi yıl boyunca aşağı yukarı 500 hassas kişi üzerinde deneyler gerçekleştirdi. Deneklerini saatlerce Viyana'daki sarayının bodrumunda, gözleri karanlığa alışıncaya ve en ufak bir ışık belirtisine karşı duyarlı oluncaya kadar tam bir karanlık içinde tuttu. Belirtildiğine göre bu hassas kişiler daha sonra, orada bulunanlar üzerinde parlayan ışırumlar farketmeye başlamışlardı. Reichenbach bu ışınıma "Ad" adını verdi. Reichenbach'ın deneklerinin belirttiklerine göre, açıkta tam bir karanlık içinde bulunan her bireyin cildi, beyaz bir parlaklığa sahipmiş. Fakat kişi hasta ya da ilerde ortaya çıkacak bir hastalık durumu söz konusu ise bu renk kızılımsı ya da kırmızı bir renkte bulunuyormuş. Yüksek derecede hassaslarca algılanan renk farklılıkları daha da çokmuş. Temel renkler mavi ve turuncunun içinde yeşil, kırmızı, portakal ve eflatun ışınımlar da görünmekteymiş. Reichenbach, Mesmer'in düşüncesiyle tamamen örtüşür bir şekilde, bu "Od"un başka bedenlere aktarılabilir olduğunu kanıtladığına inanmaktaydı ve bunun için de bununla her zaman doğrudan bir temas içinde bulunma zorunluluğu olmadığını belirtmekteydi.

Bu iddialar günümüzün sayısız ruhsal şifacıları ve diğer medyomları ile birlikte Sovyet ve Çek parapsikologları tarafından gerçekleştirilen modern araştırma ve deney sonuçlarınca güçlendirilmiştir. Amerika'da bu Reichenbach deneyleriyle birçok kişi ilgilerı-miştir. Bunların arasında özellikle Dr. Şefika Karagülle' den(*) bahsedebiliriz ki en çok ilgilenen o olmuştur. Türkiye'de doğ-muş olan doktor, nöropsikiyatri üzerine dört ülkede deneyim sahibidir ve Beverly Hill'deki "Higher Sense Perception Research Foundation"ın başkanlığına atanmıştır. Bu kuruluş, psişik fen 0-menler ve dahilik yeteneği üzerinde çalışan bir vakıftır. Karagülle, "Aura" algılayabilen ve aynı ölçüde enerji bedeni de görebilen hassas yetenekli kişiler ile de çalışmaktadır. Söz konusu kişiler normal fiziki bedeni, parıltılı bir doku gibi, ışık şimşekleri ve ışınları olarak görünmektedir. Birçok sıkı kontrol altında gerçekleştirilmiş deneylerde, Reichenbach'ın bir yüzyıl önce gerçekleştirdiği bazı deneyler test edilmiş ve onaylanmıştır.Ancak bundan yüz otuz yıl öncesinde Reichenbach, bilim arkadaşları tarafından ciddiye alınmamıştı. Büyük saygılar duyulan Berlinli fizyolog Emil Du Bois Reymond, Reichenbach'ın "Ad" araştırmasını "insan aklının ortaya çıkardığı en hüzünlü yanılgılar dokusu, eskilerin söylenceleri, eskimiş romanlar, cadı hırdavatları olarak yakılmaktan başka işe yaramayan şeyler" olarak tanımlamıştı. Ve Genfli hayvan bilimci ve anatomist Karl Vogt, Reichenbach'ın "Od"unu "aşırı derecede yükseltilmiş sinir uyarılarına dayanan bir saçmalık" olarak tarumladı. Canlı maddenin aurasını doğrudan algılayabilen özel hassas insanların yeteneklerine dair anlatılan öykülerle dünyanın her yerinde karşılaşmaktayız ve bu hassas kişiler tarafından anlatılan birbirinden bağımsız ifadeler, ne doğrudan ne de dolaylı olarak birbirleriyle temasta bulunmuştur. Bunların ciddiye alınması gerekmektedir, çünkü bu ifadeler önemli temel noktalarda birbirleriyle örtüşmektedir. Bu sadece aura için değil, enerji beden açısından da geçerlidir. Şu oldukça kesindir, burada söz konusu olan fenomenlerin algılanıyor olması bir gerçektir; çünkü halüsinasyonlar sebebiyle meydana geldiği düşünülen bu tür ve bu çoklukta örtüşmelerin hem de tamamen farklı yapılara sahip ve tamamen farklı kültür çevrelerinden insanlarda tesadüfen meydana gelmesi olasılık ilkelerine aykırıdır. Aura, psişik şifa ve paranormal ameliyatlarda önemli bir rol oynar. Birçok hassas birey söz konusu kişinin sağlığı ve ruh haliyle ilgili kendi çıkarırnlarını aura gözlerninden oluşturabilir. Amerikalı teşhis medyomları Olga Worrall ve Sigrun Seutemann, hastalar üzerinde yaptıkları aura gözlemlerinden, hiçbir teknik yardımcı araç kullanmadan birçok hastalıkları doğrudan tanıyabilirler. Bunun için yapmaları gereken tek şey belli bir derecede odaklanma ve algı işlevlerini yeni duruma uyumlamaktır. Bununla birlikte onlar, insanın bu aura benzeri ışınımlarını görmek için başlangıçta her ne kadar normal gözlerini kullansalar da aslında fiziksel gözleriyle görmedikleri fikrindedirler ve bu algının doğrudan biyo-alandan meydana geldiğini savunmaktadırlar. Nitekim Olga Worrall belli bir süre sonra fiziksel gözlerini tamamen kapatmakta ve buna rağmen insanların aurasını tüm detaylarıyla birlikte, değişimlerine kadar "görmektedir". Aurayla ilgili başka ilginç verileri İngiliz şifacı Gordon Turner'den almaktayız. Auranın dinamik bir yapıda olduğu, sürekli değişmekte olduğu ve dış etkilere, bedendeki duygulara ve hastalıklara renk değişimleri, yoğunluk, şekiller ve oranlar aracı-lığıyla tepki gösterdiği fikrindedir. Bunun yanında Turner'e göre, yaş ve deneyim aurada deği-şimler oluşturmaktadır. Böylece küçük bir çocuğun aurası daha yalındır ve bedene daha yakın görünür. Doğmamış çocuğun aurası ise doğumdan altı ay önce annenin aurası içinde görülebilmekteymiş. Anlaşılan hayvanların da insanlara benzer bir auraları vardır, fakat daha az karmaşık ve daha az farklılık içermektedir. Hayvan filogenetik gelişim basamağının ne kadar altındaysa aurası da o kadar basittir. Fakat aynı tür hayvanlar içinde de dikkate değer farklılıklar gözlemlenmektedir. Sürü hayvanlarının aurasında sürü iç güdüsü yansımaktadır. Bireysel aura alanları, grubu bir bütün olarak saran büyük bir aura alanında birleşmektedirler. Burada rahatlıkla bir grup aurasından söz edebiliriz.Çok alt bir basamakta bulunan canlılarda aura aynıdır, yani hassaslar tarafından algılanacak özel bireysel hatlar içermemektedir.

İstisnalar hayvanın hastalık durumunda söz konusudur ve bu durumda hayvanın aurası; Turner'e göre "kirli kahverengi olmaktadır ve bedene çok yakındır". Böyle bir auraya sahip hayvanların kendini sürüden ayırması ya da türdeşleri tarafından sürü dışına sürülmesi pek nadir değildir. Belki de ortak bir grup zekasının kararıyla, grubun hastalığa karşı korunması maksadıyla, buna bir benzetme olarak orta çağdaki sağlıklıların cüzzamlılara karşı yaklaşımı akıllara getirilebilir. Birey auralarının varyasyonları, daha gelişmiş hayvanlarda da ortaya çıkmaktadır. Türdeşlerinden daha zeki olan hayvanlar vardır ve bu, onların aurasından okunmaktadır. Burada çevreninde büyük bir etkisi vardır. Böylece Turrıer'in belirttiklerine göre, evcil hayvanların aurası yaban hayvanlarınkine oranla daha bireysel hatlar taşırlar. Örnek olarak muhabbet kuşlarıyla ilgili gözlemlerini öne sürmektedir. Dar bir kuş kafesi içinde bulunan bir muhabbet kuşunun aurası çok zayıf ve griydi. Fakat aynı muhabbet kuşunu, ortak kafese koyduğunda ise aurası maviye bürünmekte ve genişlemekteydi, ki bu ruhsal etkinliğin yükseldiğine dair bir işaret olarak yorumlanabilir ve hatta kendisini burada yalnız başına hapis olduğu kafesten daha iyi hissettiği de söylenebilir. Hayvan dostu bir ailenin sevgisiyle şımartılmış bir kuşun aurası güçlü bir mavi renkteydi ve devasa bir çapı vardı. Bir başkası da renk açısından farklı bir değişim göstermekteydi ve bu hayvan alışılmışın dışında bir zeka geliştirmekteydi. Araştırmacı ve şifacı Turner'in bu tespitleri, pratik psikolojinin sorunları açısından oldukça ilginçtir, çünkü bunlar, modern psikolojinin ve grup psikolojisinin amprik sonuçlarıyla tam anlamıyla aynı çizgide bulunmaktadırlar. Bu konu insan psişesine aktarıldığında, bundan bir çocuğun mutlu ve neşeli bir evde büyüdüğünde, asosyal bir çevreden geldiğinde ya da bir çocuk yuvasında bir grup içinde yetiştirildiğinde kendini ne kadar farklı geliştireceği görülebilir.İnsanın grup içindeki psişesinin yalnız ve tecrit edilmiş olduğundan biraz daha farklı olduğuna, telepati ile ilgili açıklamalarda değinmiştik. Belli bir sayıda insanın bir araya toplandığı durumlarda ve aynı duyguları yaşadıklarında, hassas insanlar için bir aura görülebilir olmakta ve bu tüm grubu kuşatmaktadır. Örneğin konserlerde, dinsel etkinliklerde, kitle festivallerinde. fanatik radikallerin politik gösterilerinde vs. Aura alanının kabulü sayesinde grup içinde telepatik ileti-şim olanağı daha anlaşılabilir olabilir ve bununla birlikte böcek sürülerinin, kuşların ve balık sürülerinin ortak davranışları da bu açıdan yola çıkıldığında akla daha yatkın fikirlerle açıklanabilir. Böyle bir kabulün tam anlamı burada tüm genişliğiyle ortaya koyulamaz. Aura tezi ile birlikte insan imgesi, insanlığın sayısız varoluş alanlarına doğru genişlernekte ve yeni, fantastik denebilecek açılara doğru yol almaktadır. Öyle görünüyor ki, ruhsal şifa fenomenlerinde meydana gelen süreçler, aurada kendini yansıtmaktadır. Bu şu anlama gelir: Ruhsal şifa süreci, gerektiğinde hassas kişi tarafından görsel olarak takip edilebilir. Gordon Turner, el koyarak şifa verme fenomeninde, şifacı ellerini hastanın bedeni üzerine koyduğu anda her ikisinin auralarının birleştiği ni iddia etmektedir. Birkaç dakika içinde önceden var olan tüm renkler baskın bir mavi altında düzenlenmektedir ki bu, auranın normal sınırının oldukça ötesine doğru yayılmaktadır. Hassas kişi tedavi sonrası, önceden hastalığa işaret eden şekil ve renkleri aura üzerinde hala görebilmektedir, fakat bunlar oldukça hızlı bir şekilde solmakta ya da hastanın bedeninden dışarıya çıkıyor gibi görünmektedir. Ani ve tam bir iyileşmede aura, beş dakika içinde olması gereken rengine tekrar kavuşmaktadır. Başka durumlarda ise aura alanlarında farklı uzunluklarda küçük noktalar ya da yara izleri haftalar, aylar hatta yıllar boyunca, rahatsızlığın ağırlığına göre görülebilir. Hassasların, insanın aurasıyla ilgili verdikleri ifadeler özellikle gözleml en en renkler açısından bazı farklar içermektedir. Bu anlaşılırdır, çünkü medyomlar paranormal bir deneyimi bizlerin anlayabileceği sözcüklerle ve bizlerin normal duyularının kavrayabileceği biçimde aktarma çabası içindedirler. Medyomların bilinçaltı, psişik "titreşimleri" bizlerin alışık olduğu görsel ve imgesel tasavvurlara yani renk ve şekillere tercüme etmek zorundadır. Burada bir tür kişisel etken daima işe karışmaktadır, yani her bir karmaşık kavram çeşitli somut ifadeler çağrıştırmaktadır. Duyular dışı algılamalara dayanan her ifade, bilim adamları tarafından genelde önemsiz görülmektedir ve doğrusu normal duyuların güvensizliğinden söz edilirken halüsinasyon ve telkin gibi hoşa gitmeyen olanaklardan.söz etmeye elbette hiç gerek yoktur. Gerçekten de fiziksel dedektörlerin verileri, genelolarak daha güvenilirdir. Buna göre en idealolanı, tüm bu süreçler için fiziksel dedektörler kullanmak olacaktır, fakat ne yazık ki bunlar henüz yoktur. Yetenekli bir hassasın belirti alanı, günümüzde bildiğimiz tüm dedektörlerden çok daha geniştir. Bundan dolay iyi medyomların ifadeleri dikkate alınmalı, hele bir de bilim adamlarının bazı özel araştırmalarda sıkça diğer "biyolojik dedektörlere" başvurdukları göz önünde bulundurulduğunda, her ne kadar bu durum genelde yalın yaşam formlarıyla bağlantılı olsa da, medyomların bulguları kesinlikle görmezlikten gelinmemelidir.tf Bundan dolayı öyle görünüyor ki, bunca araştırılacak fenomenin, kolay ya da zor araştırılabilir olup olmadığına bakmanın bir manası yoktur, ya da Fransız doktor ve Nobel ödülü sahibi Alexis Carel'in ifade ettiği gibi: "Bir araştırma nesnesinin önemi, güncel fiziksel kanıt tekniklerinin olanaklarına göre kolayca belirlenir olup olmadığına bakmaz." Bununla birlikte, "dedektör insan" tarafındanalınan verilerin, çoğu bilim adamlarının sandığı kadar güvensiz olmadığı da ortadadır. Bunun için, insanlar tarafından kadim zamanlardan bu yana gözlemlenmiş olan ve başta günümüzün doğrucu, pozitif bilim adamlarınca kabul edilmemiş fakat daha sonra artan bir yüzdeyle kabul edilmiş olan fenomenlerin sayısını akla getirmek yeterli olacaktır. Bununla birlikte medyomların ifadeleri bilimsel kanıt olarak bir değer taşımasalar da, bunlar yine de durmaksı-zın değerli ipuçları sağlamıyorlarmı! Yoksa böyle düşünülmemeli midir? Şimdi bu açıdan bakıldığında, yani bu veriler en azından ipuçları olarak görüldüğünde Gordon Turrıer'in ölüm fenomeniyle ilgili verdiği ifadeler yön belirleyici olarak görülecektir. O, ölüm anını üç kez gözlemledi ve bir durugörür olarak her seferinde benzer algılar edindi. Algılarında ölmekte olan kişinin aurası renk kaybetmekte, mat gri bir renge bürünmekte ve gitgide bedene doğru çekilmektedir. Bununla birlikte bulanık bir suret de görmüştü, bu ise fiziki bedenin görünümüne sahipti, fakat biraz daha büyüktü ve bu suret, fiziki bedenden ayrılmakta, ondan uzağa doğru hareket etmekte ve bunun aşağı yukarı bir metre üstünde süzülerek durmaktaydı, Turner bu sureti esir ya da astral beden ile, ya da bugün birçok araştırmacı tarafından enerji beden olarak tanımlanan ile bir tutmaktadır. Tüm odayı kaplayan tuhaf bir renk oyunundan sonra aura ve olası enerji beden kaybolup gitmekteydi. Fenomenlerin süresi on beş dakika ile üç saat arasındaydı.Fiziksel ölüm ardından ruhsalolarak hayatta kalma düşüncesi, insanlık tarihinin ilk çağlarına kadar takip edilebilmektedir, fakat bu anlayış bizim kültürel çevremizdeki çoğu insan tarafından reddedilmekte ve buna güıünmektedir. Birçokları bu inancı, yaşam korkusunun dengelendiği bir dışavurum olarak görmektedir. Ancak bu kişilerin konuyla ilgili geçen yüzyıldan beri bir araya getirilmiş olan büyük bir miktarda güvenilir, kanıtsal materyalden haberleri yoktur.F? Bunların bir kısmı çok şüpheci ve "uçarı fikirlerden" uzak araştırmacılardandır. Oldukça ilgi uyandıran Amerikalı Arthur Ford, teolog, psikolog ve aynı zamanda bir medyomdur, kendi medyomsal öte alem temaslarıyla bağlantılı olarak tasvirlerde ve analizlerde bulunmuş ve bunları "Ölümden sonraki yaşama dair anlatımlarında" bir araya toplamıştır. Tabii ki fizik bedenin ölümü ardından hayatta kalabilen bir astral bedenin varlığı ve bununla birlikte olası bir ruhsal ya da zihinsel var oluş biçimi bugüne kadar bilimselolarak kanıtlanamamıştır; fakat bunun tersinin kanıtlanmış olduğunu düşünmek de büyük bir yanılgıdır. Wernher von Braun bununla ilgili şunları belirtmektedir: "Bilim, hiçbir şeyin tek bir iz bile bırakmadan kaybolup gidemeyeceğini kanıtlamıştır. Doğa bir yok oluş tanı-mamaktadır, sadece bir değişim vardır. Bilimin bana öğrettiği ve öğretmeye devam ettiği her şey, bizlerin ruhsal mevcudiyetinin ölümün ötesinde devam ettiğine ve devam edeceğine dair olan inancımı güçlendirmektedir.Uzay yolculuğunun babası Hermann Oberth de buna benzer ifadelerde bulunmuştur. Bu konuyla ilgili olarak şunu belirtelim, bazı medyomlar, astral bedenin sadece ölüm anında fiziki bedenden ayrılmadığını, belli bazı durumlarda fiziki yaşam içinde bile kendini geçici bir süre için bedenden ayırabileceğini savunmaktadır. Astral seyahat denilen bu fantastik süreçler en fantastik zihinler tarafından anlatılırlar. Bu olağanüstü derecede ilginç olan fenomenler, ne yazık ki gerçek fenomenler ile sahtelerini birbirine karıştıran bazı kişilerce kötü bir üne kavuşturulmaktadır. Gerçek şu ki, birçok onaylanmış ve önemli noktalarda birbirleriyle örtüşen vakalar, aklı başında insanlar tarafından bildirilmektedir ve onlar bazı özel durumlarda, örneğin yaşamlarının tehlike altında olduğu hastalık anlarında ya da ameliyatlarda bu durumları deneyimlemişler ve bilinçleri açık olarak kendilerini bedenlerinin dışında bulmuşlardır. Ve daha sonra kendilerini tüm gerçekliğiyle karşılarında gördüklerini iddia etmişlerdir. Bedenlerini ameliyat masası üstünde görmüşler ve kanıt olarak ameliyat esnasında olup biten bazı durumları tüm ince detaylarına kadar anlatmışlardır ki onlar bu ve fiziki bedenlerinin bulundukları o anki durum içinde asla algılayamazlardı ve bunların doğruluğu daha sonra tüm detaylarına kadar karşılaştırıldı ve tespit edildi.Hint yogilerin ve Tibetli lamaların böyle bir yeteneğe sahip oldukları çok önceden beri sıkça belirtilir. Onlar astral bedenlerini kendi iradeleriyle fiziki bedenlerinden geçici olarak ayırabilmekte ve bunu bilinçleri açık olarak deneyimleyebilmektedirler. Bu tür haberler Batı Dünyası'nda, eski halkların batıl inançları olarak görülür ve ciddiye alınıp araştırılmazlar. Fakat bu arada bu tür fenomenler az da olsa, Batı' da da ortaya çıkmaktadır. Böyle bir sansasyonel vaka ile Amerikalı elektronik uzmanı Robert Monroe'nın deneyimlerinde karşılaşmaktayız.Öyle görünüyor ki Monroe gerçekten de bilincini uzak yerlere gönderebilmektedir. Üstelik seyahatte bulunan suret aynı zamanda, bulunduğu yerde olup bitenleri ve oradaki insanları görebilmek te ve işitebilmektedir. Orada bulunan insanlar onu veya bilincini herhangi bir şekilde görememektedir fakat durugörürürler kimi zaman bunu algılayabilmekteler. Deney şartları altında gerçekleştirilen bilimsel testlerde de olumlu sonuçlar alınmıştır. Bu türde bir başka vaka Amerikalı sanatçı Ingo Swann'dır. Onun bu olağanüstü paranormal yeteneği.v'American Society of Psychical Research" (Amerikan Psişik Araştırmalar Derneği) temsilcilerinden biri tarafından test edilmiştir. Ingo Swann, elektrofizyolojik enstrümanlara bağlı olarak, karartılmış bir odada oturtuldu. Ona "bedenini terk etme" ve kendi fiziki bedeninin bulunduğu yerden göremeyeceği bir açıda bulunan belli bazı eş-yaları gözlemlerne görevi verildi. Ingo Swann bu "inceleme gezisi" ardından, gördüğü bu nesneleri tüm ayrıntılarıyla tasvir etmek durumundaydı, hem de "Beden Dışı" durumunda bulunurken gözlemlediği açıdan. Medyom bunları tasvir etti ve çizimlerini yaptı, bunlar bir psikolog tarafından "Çift Kör" yöntemiyle değerlendirildi. Tüm deneyler olumlu geçti. Bu sonucun tesadüfen meydana gelme olasılığıdır.Ingo Swann'ın "Beden Dışı" yeteneği de mükemmel sonuçlar çıkarmış, elektronik bir yer altı makinesini gözlemlemiş ve sonra da bunun mekanizmasının işleyişini doğru bir şekilde çizmiştir. Bu tür becerilere dair anlatılar insanın fantezisini tahrik etmekte ve onu tehlikeli varsayımlara itmektedir. Doğrusu burada kasalar, güvende olduğu sanılan gizli bilgiler, sırlar ve benzeri durumlar insanın aklına gelmektedir. Belki de bu tür paranormal yetenekler daha olgun bir insanlık için geçerlidir; çünkü bu türde güçlerin kötüye kullanılması insanın düşünebileceğinden daha tehlikeli olabilir. Parapsikoloji araştırmacıları, bu tür konularda farklı görüşlere sahiptirler. Ingo Swanrı gerçekten bedenini "terk" edebiliyor mu, yani onun ruhsal-zihinsel gücünün ve algılama alanlarının bedeninden dışarıya çıkabilmesi gerçek midir? Yoksa bu "sadece" bazılarının düşündüğü gibi durugörü müdür? Bizler durugörünün ne olduğunu; nasıl ortaya çıktığını ve işlediğini bilmediğimiz sürece, bu oldukça verimsiz bir tartışma olacaktır. 1972 yılında Hot Springs, Arkansas'daki parapsikoloji kongresinde Amerikalı doktorlar bana şu görüşlerini belirttiler: Enerji bedenin fiziki bedeni terk edebildiği ve hatta fiziki bedenin ölümünden sonra en azından belli bir süre varlığını koruyabildiğine işaret eden birçok veriler vardır ve bununla birlikte bizlerin duyarlık alanımızın asıl yerinin beyin ve sinir sistemi ile birlikte beden olmadığı, fiziki bedenin üstünde sınıflandırılan enerji beden olduğunu da belirttiler.

Bu olası ayrılmanın bir başka olağanüstü biçimi, ayrılan kısmın diğer kişiler tarafından görülebildiği vakalardır ve buna bilokasyon denir. Güney İtalya şehri Foggia yakınlarındaki Ciovanni Rotondo Manastırı'nda yaşayan Baba Pio adında bir kapüsen rahibin birbirinden uzak iki farklı yerlerde aynı anda görüldüğü bildirilmektedir, hem de açıklanamaz şifa etkileri eşliğinde. Bununla bağlantılı olarak hemen aşağıda Viareggiolu Mario D. vakasının bir kısa özetini sunuyoruz: 1940 yılında, söz konusu kişi bir iş kazası yaşamıştı. Teşhis . bel kemiği bölgesi omurga zedelenmesini takip eden kuyruk sokumu atrofisiydi. Belindeki alçı korseden dolayı mesleğini uygulamakta zorluk çekiyordu. 1950 yılında bedenine aşırı yüklenmesi sonucu bacaklarda tam felç ve anestezi oluştu. Hasta yata-ğa bağlanmıştı. Çağırılan doktorlar ne tedavi edebilmekte ne de yardım edebilmekteydiler. 17 Mart 1951 yılında bir yılı dolduran hastalık sebebiyle işinden atılmak üzereydi. Öğlen e doğru karısı eve Baba Pio üzerine yazılmış bir kitap getirdi ve kocasına Baba'dan yardım istemesini söyledi. Hastanın dinselolan her şeye ve özellikle de rahiplere karşı bir antipatisi vardı. Kitabı kenara ittikten sonra, inanmaz bir tavırla şöyle dedi: "Eğer bu kadar mucize gerçekleştirdiysen, bana da yardım et de görelim." Aynı anda oda kapısının açılışını gördü ve cübbeli bir kapüsen tarikatı rahibi odadan içeriye girdi, ona doğru geldi ve şöyle dedi: "Ayağa kalk, artık hiçbir şeyin kalmadı!" Bu esnada o, kendisinin sekiz kol tarafından havaya kaldırılıp tekrar yumuşakça yatağa indirildiğini hissetti. Bunun hemen ardından kapüsen tarikatı rahibi kapıdan dışarı çıktı, odada ise zambak kokusu kalmıştı. Maric'nun karısı da odadaydı, kocası-nın garip bakışları dışında hiçbir şey algılamamıştı ve onun bi hamlede kalktığını görünce aklını kaybedeceğini sanmıştı. Bir sonraki gün iş başındaydı ve göründüğü kadarıyla şifa bulmuştu. Bundan bir yıl sonra sekiz yüz kilometre uzakta yaşayan Baba Pio'yu, kendisine yardımından dolayı teşekkür etmek için iyarete gittiğinde, gördü ki Baba onu tanımakta ve durumuyla ilgili her şeyi bilmekteydi. Maric'nun doktoru yazılı olarak şu açıklamada bulundu kendisi hastayı dolaysız olarak ortaya çıkmış olan kronik artrit ile birlikte belkemiği kuyruk so kumu bölgesindeki ağır bir değişim sebebiyle uzun bir süredir tedavi etmekteydi, fakat hiçbir iyileşme sağlayamamıştı. Fakat sonra öznel rahatsızlıklar aniden kaybolmuş ve şu ana kadar tekrar ortaya çıkmamış ve hastada görülen böyle bir geri dönüşümü, kendisine nasıl açıklayacağını bilernediğini belirtmektedir) Profesör Hans Bender bu vaka yı beklenti etkisi, halüsinasyon ve telepati ile açıkladığına inanmaktadır, fakat "astral seyahat kuramı"nı tamamen dışarıda bırakmadığını belirtmek teydi.Burada büyük bir olasılıkla şifa vakası eşliğinde bir parapsikolojik fenomen söz konusudur bu, özellikle de Baba Pio'da sık olarak böyle ya da bir başka biçimde ortaya çıkmaktadır ve bizler bunu önceden yaptığımız incelemelerde, aynı şekilde Robert Monroe vakasında, bir kez daha gözden geçirebiliriz. Beyin-sinir sistemini tek olanaklı algı enstrümanı olarak gören sabit görüşlü bilimsel dünya anlayışımız içine sığmayan birçok fenomen vardır. Bunlardan biri de duyuların yer değiştirmesi denilen fenomendir. Bunlar her ne kadar nadir de olsalar kısmen güvenilir bir şekilde belgelenmiştir. Önceki yüzyılın başlarında Fransız doktor Petetin'in hastalarının içinde bazılarının görme, işitme, koku gibi dış duyuları olması gerektiği yerlerden farklı yerlerdeydi.Dünyaca ünlü İtalyan psikolog Dr. Cesare Lombroso'nun bayan bir hastası vardı, onun ko ku duyusu yer değiştirmekteydi. Doktor onun burnunun ucuna amonyak tutardı, fakat bayan hiçbir tepki göstermezdi. Fakat çenesinin altına bundan daha az keskin kokan bir öz tuttuğunda, güçlü bir tepkiye yol açmaktaydı. Çene, koku alma duyusunun yeri olmuştu ve zamanla bu ayaklara kadar ulaştı. Dr. Angona yüz yıl önce Carmagnol'da (Turin) genç bir kızı tedavi etmekteydi. Kız uyurgezer bir hal içinde, ensesine yerleştirilen paraları tanırdı ve elinin ters yüzü ile kokuları algılardı. Daha sonra görme ve işitme duyuları ağır ağır karın bölgesine doğru kaymıştır.

Bu tür fenomenler anlaşıldığı kadarıyla bizlerin duyu algı süreçleriyle ilgili oluşturduğu tasarıları allak bullak etmektedir; çünkü bir şeyi "görmek" normalde gözler ile olanaklıdır, uyarı oradan beyine aktarılmakta, orada algılanmakta ve de deneyimlenmektedir. Şimdi eski okültistlerin görüşleri; algılamanın astral bedende yani bir başka ifadeyle beynin "arkasında" gerçekleştiğine dair görüşleri doğru ise, bu durumda alışıldık yol olarak beyine .gelen sinyalin deneyimlenmesi, hissedilmesi için, ilk önce astral bedene ya da enerji bedene aktarılıyor olması gerekmektedir. Bu normal yolun yanında bir de paranormal bir yol olabilir. Buna göre enerji beden, ki bu duruma göre o, başka bir ifadeyle "duyarlılık bedeni" olmaktadır, algılamak için başka "temas yerleri"nden faydalanabilir.Enerji bedenin fiziki beden ile olan ilişkisi büyük olasılıkla oldukça karmaşıktır. Burada sadece beyin üzerinden bir ilişki söz konusu değil gibidir, çünkü bazı şeyler, tüm bedene yayılmış olan akupunktur noktaları üzerinden de bu iki sistem arasında bir ilişki kurulabildiğine işaret etmektedir. Bunu keşfettiğimizde, belki de .akupunktur anestezisine dair sırları da daha iyi anlayabileceğiz. Her durumda bizler kendimizi şuna hazırlamalıyız, "insan bedenindeki" sistemin akılcı bilimsel bir analizi gerçekleştirilirken, günümüzün genel manada bilinen normal ve paranormal gerçeklerinin ve fenomenlerinin herhangi bir şekilde dikkate alınmamaları durumunda, bu bizi resmi tıbbın ve biyolojinin bugün çalışmalarında ortaya koyduklarından çok daha karmaşık ve akla bağlı düşünce yapısı için anlaşılması çok daha güç bir insan modeline götürecektir.Fenomenlerin bu tarz düşünce biçimleri içinde açıklanması kimin hoşuna gitmiyorsa, buyursun daha iyisini sunsun. Fakat görmezlikten gelerek bu sorunları çözmek asla olası değildir. Birçok Sovyet bilim adamı insanın kolayına gelmeyen bu fenomenleri görmezlikten gelmemekte, ilgiyle araştırmaktadır. Dolayısıyla da örneğin 1962 yılında, yirmi yaşındaki Rosa Kuleschova'nın parmak uçlarıyla renkleri tanıyabildiğini keşfetmişlerdir. Sverdlovsk psikiyatri kliniğinde altı haftalık bir araştırma ardından onun, kağıt yüzeyi arkasındaki renkleri hissedebildiği ve hatta cam, jelatin gibi materyallerle örtülü olan renkleri de parmak uçlarıyla "tanıdığı" keşfedilmiştir. Yani bu şu anlama geliyordu, onun alışılmışın dışında bir dokunma duyusu aracılığıyla her bir renkteki olası düşük derecede yapı ya da ısı farklılıklarını algılayabilmekte olduğu düşüncesi, tamamen olasılık dışıdır."Gözsüz görme" olaylarının çok nadir meydana gelenfenomenler olduğuna dair itiraz da bizi sorunun çözümü açısından hiçbir yere götürmeyecektir; ki bu, bizlerin nesneleri "algıladığı" yerin neresi olduğuyla ilgili bildik meseledir. Öyle görünüyor ki, bu süreçlerin sırrının çözümünde kesin olan sadece tek bir şey var, o da enerji beden ya da biyo-alanının bu süreçlerde merkezi bir rol oynamasıdır. Ve bu biyo-alan ile bundan yayılan enerji, şüphesiz paranormal şifa fenomeninin önemli değerleridir. Paranormal süreçlerin ortaya çıkış sebebi olarak enerji bedenin kabulü, şu ana kadar saf parapsikolojik açıdan tasvir edilmiş olan fenomenlere somut bilimsel bir dayanak sunabilirdi. Çünkü "bilinçaltındaki bilgileri çekip almak" ve "başka kişilerin bilinçaltıyla bağlantı kurmak" gibi, parapsikologların sıkça kullandıkları ifadeler, felsefi, psikolojik içerik açısından kesinlikle değerlidir, fakat bilimsel düşünen kişiyi tatmin etmemektedir. Buna karşın "biyo-alanın bir başka kişiye aktarımı" ise bilimsel olarak akla yakın olabilecek bir tasarıdır, ancak burada şunu belirtmekte yarar vardır, enerji beden ya da biyo-alan düşüncesi takip edildiğinde, bunun insanı temelde yeni bir tür enerji biçimine götüreceğini ve bundan bir kaçış olmadığını akıldan çıkarmamak gerekir. Bazı parapsikologlar şu görüşü savunmaktadırlar: Tamam enerji beden gibi bir şeye işaret eden birçok şey var, fakat bilimin buna ihtiyacı yoktur.Böyle bir görüşün, bilimsel gelişmeye bir katkı-sı olabileceği oldukça şüphelidir; çünkü sonuçta önemli olan soru, enerji bedenin olup olmadığıdır bilimin ona ihtiyacı olup olmadığı değil. Fransız filozof Henri Bergson 1913 yılında şöyle demişti: "Bir işçinin araç gereçlerine sarılması gibi bir bilim adamının da kendi yöntemine sarılmasında şaşılacak bir şey yok. O, onu bundan dolayı sevmektedir, ortaya koyduklarından dolayı değil". Ve bugüne kadar bunda değişen hiçbir şeyolmadı.

Bilim adamı, önceden olduğu gibi bugün de bilimsel yöntemlerini ve düşünce tarzlarını kişisel amaçlara yönlendirmekten kaçınmalıdır. Eğer doğruya değer veriyor ve ona yaklaşmak istiyorsa bunu yapmak zorundadır. Eğer enerji beden ya da biyo-alanda fiziki bedenden ayrılan hatta bunun ölümünü aşıp varlığını koruyabilen bir şey söz konusuysa, o zaman burada fizyolojik süreçlerin ikincil bir yan etkisi söz konusu değildir. Birçok Sovyet ve Çek araştırmacı, enerji bedenin insanın üstte sınıflandırılan, yönetici bir parçası olduğu görüşüne kendilerini daha yakın görmektedir.Hastalıklar, ilk önce enerji bedendeki bir dengesizlik olarak ortaya çıkmakta ve buradan da fiziki bedene etkide bulunmaktadır, diyorlar. Yani bugüne kadar birçok bilim adamının düşündüğünün ve düşünmeye de devam ettiğinin tersine, maddesel beden etki alanını değil, tepki alanını oluşturmaktadır. Bu da bir hastalığın tedavisinde rahatsızlığı sadece fiziki bedende değil, enerji bedende ya da daha üstte sınıflandırılmış bir seviyede aramak, bulmak ve yok etmek gerektiği anlamına gelir, yoksa bu kavuşulan şifanın uzun süre korunamaması söz konusu olabilir. Günümüzde kullanılan şifa ilaçlarının bir çoğuna bakıldığında, görülecektir ki bunlar, etkilere karşı müdahalelerdir ve asıl etken nadiren yok edilmektedir. Her tür onarım terapisi, belirtilere karşı yönelmektedir. Burada söylenmek istenen bunların kullanılmasının gereksiz olduğu değildir, fakat ideal yöntem bir hastalığa başlangıç devresinde, ortaya çıkış alanında müdahale etmek olurdu, sadece son devresinde kaba etkileri ve belirtileri tedavi etmek değil. Batı tıbbı insanın otopsisini yapmaya başladı ve bu yönde büyük ilerlemeler kaydetti. Fiziki beden üzerine olası tüm yönlerde araştırmalar gerçekleştirdi. Fakat Hint yogasının kurucuları ve üstatları daha çok enerji bedeni asıl etken olarak gördüler ve tanıdılar ve Çin akupunktur uygulayıcıları, bu enerji bedeni dengeleyerek ve ahenge kavuşturarak başarılı sonuçlar elde ed ebildikleri bir sistem buld ular. Batı tıbbı, yoga ve akupunktur aynı araştırma nesnesine yani insana dair farklı açılarda anlayışlar oluşturmaktadır. Bu farklı açılardan da hastalıklara karşı farklı yöntemler ortaya çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle, Akademik tıp ve psişik şifa hastalıklara farklı alanlarda müdahale etmektedir. Akademik tıp etki alanında, parapsikolojik tıp ise daha çok ilk sebeplerin bulunduğu etken alarıdadır. Bununla asla akademik tıbbı eleştirmek niyetinde değiliz. Bizler bununla daha çok bu iki sistemin birlikte var olabileceği olanaklara işaret etmek ve böylece de daha verimli olabileceklerini göstermek istemekteyiz. Örneğin akupunktur, akademik tıp ile psişik tıp arasında bulunmaktadır ve ilerlemiş ağır organik hastalıklarda başarısız olacaktır, çünkü bu bedenin ilk sebeplerin bulunduğu enerji şemasında müdahalede bulunacaktır, fakat bedenin hücresel ve dokusal alanlarındaki ilerlemiş bozukluklarda genelde bir şey değiştiremeyecektir. Fakat o, henüz başlangıç devresinde bulunan ciddi hastalıklarda ideal bir koruyucu ve iyileştirici yöntem olabilir. Bir şey neredeyse tamamen yok edilmiş ya da bozulmuş ise, onun nadiren bir yardımı dokunabilecektir. Bu durumlarda Batı tıbbı acıyı telafi etmeye, bozulmuş dokuları, organları değiştirmeye ya da umutsuzca hasta yerleri bıçak ile uzaklaştırmaya çabalayacaktır, Paranormal şifanın bambaşka bir biçmini Filipinliler' de bulmaktayız. Onlar da öyle görünüyor ki, akupunktur uygulayıcıları gibi ilk sebeplerin ve etkenlerin bulunduğu enerji beden üzerinde çalışmakta ve müdahalelerde bulunmaktadır.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp