Yaşam Senaryoları

Yaşam Senaryoları

Yaşam planınızı, yani içinde rol aldığınız yaşam senaryolarınızı bilmek ister misiniz? Öyleyse kağıdı ve kalemi elinize alın, bugüne kadar olan yaşamınızı, özellikle de yaşamla ilgili ilk kararlan aldığınız çocukluk dönemini yazın. O zaman, izlediğiniz senaryoları apaçık olarak göreceksiniz. Senaryoları fark etmenin en kolay yolu ise T.M. yapmaktır.

James ve Jongeward'a göre çocuklar sekiz yaşından önce, kendi değerleri ile ilgili bir anlayış geliştirirler ve yaşam senaryolarım buna göre saptarlar. Bu nedenle çocukluk dönemi, yaşam planımızın yazıldığı dönemdir. Daha sonraki yıllarda bu ilk planı oynar ve güçlendiririz. Bu durum, kişinin kendini tanıması ve yaşam senaryolarım fark etmesine kadar sürer. Ancak, bu senaryoları fark eden insan oyun oynamayı bırakır ve ilişkilerini artık dolaysız, açık ve bütünleyici olarak kurmaya başlar.Çocuklar büyüdükçe kendi öz benliklerini tamamen unuturlar. Kendileri olacakları yerde, çevrenin de yardımıyla kafalarına yazdıkları yaşam senaryolarım oynamaya koyulurlar. Tıpkı bir robot gibi: İyi bir iş, iyi bir mevki, iyi bir çevre, ev, araba sahibi olmak için uğraşır dururlar, Çünkü; saygı görmek için bütün bu dış değerlere sahip olması gerektiği izlenimi verilmiştir ona. Çünkü; çevresindeki insanların değer yargılan, "sahip olmak" esasına dayanmaktadır. Gerek toplum, gerekse de medya ancak böyle kişilere çok değer vermektedir ve çünkü; sadece insan olduğu için hiç kimsenin hiç kimseye değer vermediğine tanık olmuşlardır. Oysa bir de "olmak" vardır. Kendimiz olmak,çocukken hepimizin birlikte yaşadığımız kendimiz. Hani çevrenin, anne ve babamızın, öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın unutturduğu kendimiz. İşte böyle kişilere, yani kendisi olanlara, ne toplum, ne de medya fazla değer vermez. Sürekli olarak ikinci planda tutar.Ben de 45 yaşına kadar hep bu türden senaryoları izledim. Gerçekten ne istediğimi ancak 45 yaşında, T.M. 'ye başladıktan sonra fark ettim. İstediğim şey, tıpkı çocukluğumdaki gibi, tıpkı ilk yedi yaşlarındaki gibi yaşamak, yani her an yaşama sevinci ve yaşama coşkusu duyarak yaşamaktı. Artık anlamıştım ki ne yaparsam-yapayım, nereye gidersem-gideyim, ancak çocukluğumdaki gibi yaşarsam mutlu olacaktım. Çocukluğumdaki gibi içten, doğal ve coşkulu, sorun biriktirmeden, her an yaşama sevinci duyarak, tek çarem buydu.Oysa daha ilkokula başladığım yıllarda kafama yazdığım yaşam planım şöyleydi: Çalışkan ve başarılı olursam, güçlü; güçlü olunca da mutlu olacaktım. Bu yüzden hep daha çok çalıştım,daha başarılı oldum, ama o aradığım mutluluk hiç gelmedi.

Üniversite yıllarında pekiştirdiğim bir diğer yaşam senaryom; kırılmak, üzülmek, uzaklaşmak ve kendi kendimi yemekti. O zamanlar kırılmak, kırmaktan daha iyi gibi geliyordu bana. Kırılıp uzaklaştığımda "ben haklıymışım" gibi bir hisse kapılı-yordum. Bu duygular da bana hiç mutluluk vermedi, T.M. 'ye başladıktan sonra, kırılmanın da kırmak kadar, üzülmenin de üzmek kadar yıkıcı olduğunu fark ettim. Onların kırmaya nasıl haklan yoksa, benim de kırılmaya hakkım yoktu. Yani kırılmamalıydım. Yani gücenmemeliydim. Ken Keyes Jr. 'nin söylediği aşağıdaki söze şimdi tamamen katılıyorum: "Kırılıp öfkelendiğinizde, tıpkı kırıp öfkelendirdiğiniz kadar dünyaya acı ve ızdırap verirsiniz." Ama ben on iki yıl öncesine kadar bunun tamamen tersinin doğru olduğunu sanıyordum. Üniversite sonrası iş hayatında pekiştirdiğim bir diğer senaryom; "sahip olmak"tı. İyi bir mevki, para, ev, araba ... "Sahip olmak" esasına dayalı toplumumuzdaki herkes gibi, bütün bunlara "sahip olmak" da aradığım mutluluğu vermemişti bana.Yıkıcı yaşam senaryolarımdan sonuncusu ise, korkuydu. Hata yapma korkusu, eleştirilme korkusu, alay edilme korkusu ve nihayet insan korkusu. Korku başlayınca da mantıklı hareket edemiyordum. Krishnamurti'nin dediği gibi "korkunun olduğu yerde akıl çalışmıyor". Gerçekten de çalışmıyordu. Korkunun sadece daha ürkek, daha gergin, daha dar görüşlü ve daha mutsuz yaptığını artık biliyorum.On iki yıl önce T.M. 'ye başlayınca, esas sorunumun kendimi tanımamak, kendi öz benliğimden uzaklaşmak olduğunu anladım. Bütün bu yaşam senaryolarımı fark ettim. Bu kendimi tanıma yolculuğum hala devam ediyor. Her gün yeni bir şeyler keşfediyorum. Ama geriye dönüp baktığımda, on iki yılda çok mesafe kat ettiğimi görüyorum.

Artık kimseden eskisi kadar korkmuyorum. İyinin, güzelin, doğrunun ve mükemmelliğin herkesin kendi içinde var olduğunu, eğer kendileri engel olmazlarsa ortaya çıkacaklarını biliyorum. Kendim olmaya hakkım olduğunu artık biliyorum. Diğer insanlar onaylamasalar, hatta eleştirseler bile, benim kendim olarak yaşamaya hakkım var.Tıpkı onların kendileri olmaya haklan olduğu gibi. Artık eski yaşam senaryolarımı oynamıyorum. Şimdi; kalıplaşmış bir yaşam planım yok. Yaşamı olduğu gibi içime sindiriyorum. Her anımı yaşamanın sevincini ve hazzını duyarak yaşıyorum. Mutlu olmak için bunun yeterli olduğunu artık biliyorum. Bunun için de, yaşadığımız anı gerçekten yaşamak gerekiyor. Eğer siz buradayken zihniniz geçmişin pişmanlıklarını veya geleceğin korkularını yaşıyorsa, siz zaten şu anı yaşamıyorsunuz demektir. Siz burada değilseniz, mutluluk nasıl burada olsun ki? Anneler, babalar ve öğretmenler, çocukları hep kendi beklentilerine göre ve "sahip olmak" temeli doğrultusunda yetiştirmek isterler. Çocukların istekleri ise, sürekli olarak bastırılır. Çünkü onların ilk görevleri, anne ve babalarını memnun etmektir. Bunun için de itaatkar, uslu, çalışkan ve iyi bir evlat olmak için uğraşır dururlar. Böyle olduğu sürece, büyüdükçe kendimizi daha çok unutuyoruz. Günden güne stres biriktirerek, büyük bir gerilim içinde yaşıyoruz, Bu yüzden, stres biriktirmeye başladığımız bu 8-16 yaşlarından itibaren herkesin meditasyon yapması şart gibi geliyor bana.

Meditasyon, stres aşısı gibidir. Stres biriktirmemizi önler. Stressiz, doğal ve mutlu bir yaşamın başka bir yolu da yoktur. Aynı zamanda öz benliğimizle teması sağlayarak, içsel potansiyelimizi açığa çıkarır. Çünkü meditasyon; kendinin farkına varma ve kendini anlama yöntemidir. "Paslanmış duygularımızı" temizler. Stres nedeniyle bozulmuş ağız tadımızı düzeltir. Tıpkı çocuklar gibi sadece yaşıyor olmak ve sadece insan olmak, mutlu olmamız için yeterli olur. O zaman Gandi gibi düşünmeye başlarız: "İnsana saygı, hayatımın " kanunudur". O zaman "komşunu kendin gibi sev" sözü bizim için de gerçek olur. İşte ancak o zaman cinayetler, saldırılar, savaşlar, açlık ve yoksulluk yok olur.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp