Psikoaktif İlaçlar

Psikoaktif İlaçlar :

Ruh' hastalığını tedavi etmek için kullanılan bütün metodlar içinde en büyük başanyı ilaçlar, özellikle de trankilizanlar kazandı. Rowolfia -loğusa otu- bileşiğinden çıkanlan özütün, yüksek kan basıncının tedavisinde kullanılıp kullanılamayacağını tesbit etmek için yapılan deneyler sırasında uyuşukluğa yol açmadan hastalan sakinleştirdiği anlaşılmıştı. Sedatifler yerine kullanılmaya başlayan bu ilaçlar böyle dolambaçlı bir yolla tedavi sahasına girdiler. "Miltown" ya da "Equanil" adıyla pazarlanan 'meprobamat'ın piyasaya çıkmasıyla ruh hastalıkları hastahanelerinden "halka inen" . trankilizanlar o zamandan beri gittikçe gelişen bir pazara sahip oldular.

Trankilizanların, bu arada -enerji haplan- amfetaminli ilaçların ve daha sonra anti-depresanların ortaya çıkışı pek çok ruh hastalıklan hastahanesinin değişime uğramasına yardım etti. International Drug Therapy Neuisletter'ıtı yayıncısı Frank J. Ayd, Jr. şöyle diyor: "Daha önceleri psikiyatristler ve hemşireler, keder ve ümitsizliğin hüküm sürdü-ğü ve ancak, ıstırap veren yüklerden kur-tulmak için daimi bir mühlet tanıyan ölümle kesintiye uğrayan korkunç bir ortamda birer "muhafız ve nezaretçi" gibi iş görüyorlardı. Kemoterapik devrimden beri ruh hastalıklan hastahanelerindeki değişim tarif e sığmaz. Bir tanesini ziyaret edin; gördü-ğünüz ve hissettiğiniz sükunetten etkileneceksiniz." İnsanı daha da yüreklendiren, önceleri hiç bir zaman taburcu olma imkanına kavuşamayan on binlerce hastanın bu imkana kavuşup ailelerine ve işlerine dönebilmeleri. Toplumda da, önceden hayat stresleriyle başa çıkamayan insanlann, doktorlannın yazacağı ilaçlar yardımıyla hastahaneye yatmaya gerek kalmadan zor anı an atlatabilmeleri mümkün oldu.

Sıklıkla kamuoyuna sunulan görüntü işte bu. Gerçekse daha az yüreklendirici. Doğru, trankilizan ve depresanlar hastahanelerdeki büyük değişimde öncü rol oynamışlardır ama tek sorumlu onlar değildir. İlaçlardan önce de, güney Londra'daki Warlingham Park'ta olduğu gibi, sınırlamaların ve koğuş kilitlerinin kaldırıldığı "açık kapı" sistemini uygulama cesareti gösteren psikiyatristlerin bulunduğu bazı hastahanelerde benzer sonuçlara ulaşılmıştı.

Trankilizanlann yardımı, psikiyatristlerin "açık kapı" konusunda çekingen davrandıklan diğer hastahanelere de sistemin yayılmasını mümküİı kılmak şeklinde oldu. Genellikle alaylı bir biçimde söylendiği gibi, ilaçların asıl etkisi bunlan dağıtan psikiyatrist ve hemşireler üzerinde kendini gösterdi. Nihayet gevşeyip, içerdekilerle mahkum değil de hasta gibi ilgilenebiliyorlar. Hastahanelerdeki bu uyanış aynı zamanda, içerde yatan hastaların hastalıklanndan değil, asıl, yaşadıklan hapishayatından acı çektiklerini de ortaya koydu. Konuyla ilgili kitabında Russell Barton bu durumu "kurumun oluşturduğu nöroz" diye adlandınyor ve şizofreniye bağlanan birçok şeyin, mesela pekçok hastanın heykel gibi saatlerce hareketsiz durduğu "katatoni" durumunun, aslında, uzun süre aynı şekilde yatmanın yarattığı yatak yarasının ruhi karşılığı olduğunu gösteriyor.

Trankilizanların hastaların durumundaki düzelmeden hiç de sorumlu olmadığı, bir Londra hastahanesinde yapılan ve 1957'de British Medical Journal'da sonuçlan yayınlanan denemeyle en çarpıcı şekilde gösterildi. Gerilimleri sebebiyle ayakta tedavi gören hastalara iki hafta boyunca, içlerinde barbiturat, bir plasebo ve meprobama da bulunan altı deği-şik hap verildi. Hastalar hangi çeşit hapı kullandıklarını bilmeden sonuçlan bildirdiler. Barbiturat, şüphe edilmeyecek şekilde, en etkilileriydi; meprobamat da dahil, diğerlerinden hiç biri plasebodan daha etkili değildiler. Ertesi yıl yayınlanan ve bu çeşit yaklaşık yüz denemenin konu edildiği rapor, anxiete sahibi hastaların meprobamata, genelolarak, plasebo dan daha iyi cevap verdiklerine inanmak için bir sebep olmadığını ortaya koyuyordu. Meprobamat barbiturattan on kat pahalıydı ve daha o zamanlar bile allerjik olabildiğine ve bağımlılık riski taşıdığına dair raporlar geliyordu.

Şimdi pekçok doktor, şahsi konuşmalarda, "Büyücü Çı-rağı Hastalığının kurbanı olduğunu kabul ediyor. Trankilizanlar hastalannı tatmin etmede o derece başanlı ki bunlan reçeteye yazmamak için direnmek mümkün gözükmüyor ve etkili oldukça da bunun ilacın kendisinden mi yoksa plasebo etkisinden mi kaynaklandığının pek önemi kalmıyor. Maalesef hastalar alıştıkça bu ilaçlara ihtiyaç duyuyorlar; bu ihtiyacı görmezlikten gelen bir doktor da hastasının daha yumu-şak kalpli bir doktor arkadaşına gitmesine yol açıyor. Daha 1960'lı yıllar bitmeden, Chester piskoposu, hastaların doktorlannı "muhtaç olduklannı düşündükleri haplar veren bir çeşit . büyücü:' gibi göregeldiklerinden şikayet ediyordu.

1970'lerin ortalarına gelindiğinde yalnız A.B.D.'nde yılda 200 milyon trankilizan, anti-depresan ve sedatif yazılıyordu; MilliSağlık Servisi'nin psikoaktif ilaçlan ücretsiz sağlaması-na bağlı olarak, nüfusa oranla daha fazla ilaç yazılan İngiltere ise bu grup ilaçların tüketiminde dünyada birinciydi. Ve yazılan sekiz trankilizandan yalnız biri teşhis konmuş psikiyatrik bir bozukluk içindi. Diger psikoaktif ilaçlar şüphesiz bir plaseboya göre daha güçlüler, ama bu, hastalığı tedavi edecek bir etkinliğe sahip olduklannı göstermez. Anti-depresanlarla ve gerçekte ciddi psikoz tedavisinde kullanılan bütün ilaçlarla yapılan denemelerin sonuçlan hep yanıltıcı ve tutarsız oldu: Bazı raporlar klorpromazinin şizofreni tedavisi için şimdiye dek keşfedilmiş en etkili ilaç oldugunu iddia ederken, Maurice Rappaport tarafından California'da yapılan •ve akut şizofreni teşhisi konmuş seksen hastanın rastgele ilaç ya da plasebo verildiği bir denemede, plasebo kullananlar tedaviye daha iyi cevap vermekle kalmayıp taburcu olduktan sonraki üç yıllık bir takip süresi zarfında da plasebo kullanan gruptan çok daha az hasta nüks sebebiyle hastahaneye gelmişti.

Psikoaktif ilaçların böyle yaygın kullanımı için en sık sunulan mazeret, aşırı yazılıp kullanılıyor olsalar da "potansiyel tehlike taşıyan anxiete devrelerinde kişileri hayatla daha bağdaşır kılıp" ruh hastalıklan hastahanelerinden uzak tutmakta yardımcı olduklan tezi. İngiliz Farmasötik Endüstri Birliği'nin, ellinci yılını kutlama vesilesiyle yayınladığı kitapçıkta da söylenen bu. Fakat karı-sararı hesaba katınca gerçekten bu ilaçlar kişileri hayatla daha bağdaşır kılıyor mu? İlaç tedavisi kesilen hastalan tedaviye devam edenlerle kıyaslamak için Londra'daki bir ruh hastalıklan hastahane-o sinde özenle gerçekleştirilen denemeyi Henry Rollin şöyle değerlerıdiriyordu: "Bu kronik psikotik hastalar uzun süre ilaçla tedavi görseler de hiç tedavi görmeseler de kötü gidiş aynı kalıyor." Baltimor'daki Spring Grove Eyalet Hastahanesi'nde araştırma müdürü George Crane'in 1973'te' Science dergisinde çıkan yorumunda söylediği gibi toplum içindeki kronik psikotiklerin çoğu verimsiz kalmaya ve aileleri için huzursuzluk kaynağı olmaya devam ediyor."

Genel Uygulama

Toplum içine geri yollanan psikiyatrik hastalara ya da belirtileri, bir ruh hastalıklan hastahanesine kabul edilmek için yeterli görülmeyen kişilere genel pratisyenlerin pek faydası olmamıştır. Bu, genel pratisyenlerin suçu değil; son za- . manlara kadar öğrencilikleri sırasında, psikotik veya nörotik hastalara faydalı olmak üzere eğitilmiyorlardı. Londralı bir pratisyen, Philip Hopkins, 1960'ta Postgraduate Medical Journal'tie, "çoğu tıb fakültesinde psikiyatri eğitimi, hala, altı veya bazan daha fazla sayıda pir dizi konferans ve aşırı psjkozlu hastaların gösterilmesinden oluşuyor; normal psikoloji -onları bir psikiyatriste sevketmekten başka yapacağı bir şey yoktur. Ve her ne kadar şimdi tıb fakültelerinde bu konuya daha dikkat ediliyorsa da psikiyatrinin adı, uzak akrabaların en uzağı olarak geçmeye devam ediyor.

Psikiyatride uzmanlaşan doktorlar da, kurumlarıyla olan ilişkileri dolayısıyla, toplumdaki ruhi hastalığın tabiatı konusunda genellikle bilgisiz kalıyorlar. Bir ruh hastalıkları hastahanesinde çalışan doktor, özellikle de bu hastahane yüksek duvarlar ardına saklanmış pek çok kuruluştan biriyse, istese bile hastaları ev ortamında görmeye vakit bul amayacaktır. Bu yüzden taburcu edilen hastaların tabii çevrelerinde karşılaştıkları güçlükleri tayin etmesi mümkün deg-ildir.

Psikiyatristlerin psikososyal faktörleri dikkate alması-nın gerekli olduğu, en son olarak, Londra Üniversitesi sosyoloji profesörü George Brown ve arkadaşı Tirril Harris'in yürüttükleri bir araştırma projesinin sonuçlarıyla da ortayakondu. Social Origins of Depression -Depresyonun Sosyal Kaynakları- adlı kitaplarında, bir Londra kasabasında gö rüştükleri bazısı depresif, bazısı kontrol grubu olarak rastgele seçilmiş altı yüzden fazla kadınla ilgili bilgi veriyorlar. Bu örnek grubun halkı temsil ettiği düşünülürse, bulgular, vakaların çoğunda depresyonun başlamasının, bir mahrumiyetya da iş kaybı gibi hayatta karşılaşılabilen olaylarla ilgili olduğunu gösteriyor. Yine de depresyon yalnızca -yazarların deyimiyle- "kırılganlık faktörlerinin" varhğında ortaya çıkı-yor. Kocayla veya sevgiliyle olan yakınlığın veya daha küçükken annenin kaybı; aynı evde üç ya da daha fazla çocu-ğun varlığı, ve -Harris'in ifade ettiği şekilde- "işin kendi yokluğundan çok getirdiği sosyal ilgilerin yokluğu" sebebiyle iş- sizlik.

British Medical Journal'ın da son zamanlarda kabul ettiği gibi, "şizofrenideki nüksleri hazırlamada hayattaki olay ların rolü kesin olarak belirlenirse, psikiyatrist, hastaların nadiren öğretilirken psikodinamik konusu ender olara'c anı-lıyor" .diye yazıyordu. Sonuçta, yeni mezun bir dokturun, psikiyatrik rahatsızhğr olan hastalarla karşılaştığında -ki genellikle zaten teşhis koyamayacaktır, zira bu hastalık an yalnızca "kurumun oluşturduğu" nörotik şekilleri ile girmiştir ev ortamlarını bilmeden, hastahaneye kabul edilmeleri ya da hastahaneden taburcu edilmeleri konusunda bir karar verebilmeyi bekleyemez; ama bazı psikiyatristler bunu kendi görevlerinden sayıyorlar. Sonuçta yapılan yanlışlar konusunda bir psikiyatrist, World Medicine dergisindeki makalesinde, bulunduğu bir konferansta tanıtılan vakayı misal veriyor.

Daha önce hiç bir rahatsızhğı olmayan 47 yaşındaki bu kadın komşularının kendisine yaptığı eziyetlerden şikayet ediyormuş. Konulan teşhisler arasında depresyon, paranoid yapılı depresyon, parafireni, paranoid şizofreni ve menapozal sendrom varmış; bazı konuşmacılar da "güven sağlayabilmek amacıyla," muteber bir yaşlı savaşatı konumunda olan şizoaffektif durumu öne sürı-ıüşler. Tavsiye edilen tedaviler de, tek ya da daha fazla sayı la anti-depresandan trankilizanlara ve ECT'ye kadar değişiyormuş. Tabi, böyle konferansıarda sosyal hizmetlerde çalışanların pek söz hakkı olmaz. "Onlar yalnızca büyük beyaz pacronlar konuştuktan sonra ya da bir soru sorulduğu zaman konuşabilirler." Fakat bu konferansta "19-20 yaşlarında bir sosyal hizmetler görevlisi yüzünde sakalı, ayağında kot pantolonuyla" çıkıp konuşmuş. Hastayı ve komşularını tanıyormuş. Dört köpek, altı kedileri olan alkolik komşu çift hep kavga ederlermiş ve kadın daha YEmi, bir ruh hastalıkları hastahanesine yatırılmış. Psikiyatrist yazısında şöyle diyor: "Hani birkaç dakika öncesine kadar bu ya da şu iddia'yı ispatlamak veya ikisini de yalanlamak için yapılan onca tartışma nereye gitmişti? lddia sahibi kahramanlar arkadan gelebilecek bir darbeye karşı çılgınca delillerini döküyorlardı ama yüzlerini koruyacak bir manevra yapmaya fırsat olmadan konferans salonunu boşaltmak zorunda kaldılar.

Yan Etkiler

The End of Medicine -Tıbbın Sonu- adlı kitabında delilleri gözden geçiren 'Rick J. Carlson, bugünkü durumda kimin tedaviye ihtiyacı olduğunu, kimin olmadığını belirleme -onları bir psikiyatriste sevketmekten başka yapacağı bir şey yoktur. Ve her ne kadar şimdi tıb fakültelerinde bu konuya daha dikkat ediliyorsa da psikiyatrinin adı, uzak akrabaların en uzağı olarak geçmeye devam ediyor.

Psikiyatride uzmanlaşan doktorlar da, kurumlarıyla olan ilişkileri dolayısıyla, toplumdaki ruhi hastalığın tabiatı konusunda genellikle bilgisiz kalıyorlar. Bir ruh hastalıkları hastahanesinde çalışan doktor, özellikle de bu hastahane yüksek duvarlar ardına saklanmış pek çok kuruluştan biriyse, istese bile hastaları ev ortamında görmeye vakit bulamayacaktır. Bu yüzden taburcu edilen hastaların tabii çevrelerinde karşılaştıkları güçlükleri tayin etmesi mümkün degildir.

Psikiyatristlerin psikososyal faktörleri dikkate alması-nın gerekli olduğu, en son olarak, Londra Üniversitesi sosyoloji profesörü George Brown ve arkadaşı Tirril Harris'ıtı yürüttükleri bir araştırma projesinin sonuçlarıyla da ortaya kondu. Social Origins of Depression -Depresyonun. SosyalKaynakları- adlı kitaplarında, bir Londra kasabasında görüştükleri bazısı depresif, bazısı kontrol grubu olarak rastgele seçilmiş altı yüzden fazla kadınla ilgili bilgi veriyorlar. Bu örnek grubun halkı temsil ettiği düşünülürse, bulgular, vakaların çoğunda depresyonun başlamasının, bir mahrumiyet ya da iş kaybı gibi hayatta karşılaşılabilen olaylarla ilgili olduğunu gösteriyor. Yine de depresyon yalnızca -yazarların deyimiyle- "kırılganlık faktörlerinin" varhğında ortaya çıkı-yor. Kocayla veya sevgiliyle olan yakınlığın veya daha küçükken annenin kaybı; aynı evde üç ya da daha fazla çocu-ğun varlığı, ve -Harris'irı ifade ettiği şekilde- "işin kendi yokluğundan çok getirdiği sosyal ilgilerin yokluğu" sebebiyle iş-sizlik.

British Medical Journal'ın da son zamanlarda kabul ettiği gibi, "şizofrenideki nüksleri hazırlamada hayattaki olayların rolü kesin olarak belirlenirse, psikiyatrist, hastaların ev ortamlarını bilmeden, hastahaneye kabul edilmeleri ya da hastahaneden taburcu edilmeleri konusunda bir karar verebilmeyi bekleyemez; ama bazı psikiyatristler bunu kendi görevlerinden sayıyorlar. Sonuçta yapılan yanlışlar konusunda bir psikiyatrist, World Medicine dergisindeki makalesinde, bulunduğu bir konferansta tanıtılan vakayı misal veriyor.

Daha önce hiç bir rahatsizhğı olmayan 47 yaşındaki bu kadın komşularının kendisine yaptığı eziyetlerden şikayet ediyormuş. Konulan teşhisler arasında depresyon. paranoid yapılı depresyon, parafireni, paranoid şizofreni ve menapozal sendrom varmış; bazı konuşmacılar da "güven sağlayabilmek amacıyla," muteber bir yaşlı savaşatı konumunda olan şizoaffektif durumu öne sürı-ıüşler, Tavsiye edilen tedaviler de, tek ya da daha fazla sayı la anti-depresandan trankilizanlara ve ECT'ye kadar değişiyormuş. Tabi, böyle konferansıarda sosyal hizmetlerde çalışanların pek söz hakkı olmaz. "Onlar yalnızca büyük beyaz pacronlar konuştuktan sonra ya da bir soru sorulduğu zaman konuşabilirler." Fakat bu konferansta "19-20 yaşlarında bir sosyal hizmetler görevlisi yüzünde sakah, ayağırıda kot pantolonuyla" çıkıp konuşmuş. Hastayı ve komşularını tanıyormuş. Dört köpek, altı kedileri olan alkolik komşu çift hep kavga ederlermiş ve kadın daha YEmi, bir ruh hastalıkları hastahanesine yatırılmış. Psikiyatrist yazısında şöyle diyor: "Hani birkaç dakika öncesine kadar bu ya da şu iddia'yı ispatlamak veya ikisini de yalanlamak için yapılan onca tartışma nereye gitmişti? İddia sahibi kahramanlar arkadan gelebilecek bir darbeye karşı çılgınca delillerini döküyorlardı ama yüzlerini koruyacak bir manevra yapmaya fırsat olmadan konferans salonunu boşaltmak zorunda kaldılar."

Yan Etkiler 2

The End of Medicine -Tıbbın Sonu- adlı kitabında delilleri gözden geçiren Rick J. Carlson, bugünkü durumda kimin tedaviye ihtiyacı oldug-unu, kimin olmadığını belirlemenin zorluğuna dikkat çekerek 'yine de bilim bayrağı altında her gün tedaviyle cezalandırmanın devam ettiğini 'söylüyor.'

'Teşhisin genellikle büyük ölçüde yanlış olması bir yana şiddetle yıkıcı da olabildiğini belirten Carlson'un iddiası daha sonra Schrag'ın delilleriyle de yeterince doğrulandı. Carlson şöyle diyor: "Psikiyatristin ana tekniği konuşma (veya hapsetme) oldugu müddetçe teşhis olarak konan etiketler, oluş-turulan mistifikasyonda -yani klasik 'delilik' yaftasının bilim kılıfına büründürülmeainde- yalnızca bir süsten ibaretti; ama içlerinde çok kuvvetlilerinin de bulunduğu güya 'özgün' ilaçlar bu teşhisIerin sonucunda verilmeye başladıktan itibaren etiketler yeni pir değer kazandılar." Ve teşhis kriterleri hatalı oldugu müddetçe konan her teşhis ve özgün hastalık için planlanan her türlü tedavi bir tehlikeyi kaçınılmaz olarak ifade ediyor.

- Psikoaktif ilaçlarla yapılan denemelerin raporları çoğunlukla etkileri üzerinde •yogunlaşıyorlar; yan-etkileri konusunda bilgiye güçlükle rastlanıyor. Londra Üniversitesi epidemiyolojik psikiyatri profesörü Michael Stepherd, örnekleme tekniği yardımıyla yan etkilerinin kabul edilenden çok daha ciddi oldugunu bulduğunda 1960'lar bitmek üzereydi. Üretici firmaların bilinen yan-etkileri ürünle birlikte sunmalarının mecbur tutulduğu yerlerde bildirilenler tedirgin edici düzeydedir. Mesela en çok kullanılan psikoaktif ilaçlardan olan chlorpromazine'in şu yan etkileri bliniyor: 'uyuşukluk, baygınlık, baş dönmesi ve zaman zaman şok-benzeri bir durum, yalancı-parkinsonizm, motor hareketlilik, persistan tardif diskinezi, psikotik belirtiler, hipoglisemi, ağız kurulu-ğu, burun tıkanıklığı, kabızlık.' Bazı yan-etkiler -vücuttaki kızartılı lekeler, tükürük sisteminde bozukluk ve hatta azalan cinsi istek- o kadar yaygın ki genellikle hastaya, bunları belli bir ilacı kullanmanın sonucu olarak görmeyip kemoterapiye eşlik eden belirtiler diye düşünmesi söyleniyor..

Yan-etkiler geri dönüşümsüz olabilir ve tedavi bittikten sonra da sürebilir. Son yılların en rahatsız edici gelişmelerinden biri 'persistan tardif diskinezi' denen vakaların artışı oldu. tık defa 1973'te Amerikan psikiyatristi George Crane tarafından tarif edilen bu sinir hastalığında dil ve dudaklar kontrol altına alınamayan emme hareketleri yaparlar; çenenin ritmik çekilmeleri ile birlikte büzüşme, yuvarlama ve sürekli çiğneme hareketi vardır.

Bu sendrom 'phenothiazine'lerin ortaya çıkmasından önce bilinmiyordu ve Crane'in, sendromun bu ilaçlarla ilgisi nden şüphesi yoktu. Crane, hastahğın ortaya çıkışının dozun büyüklüğüyle ilgisi olmadığı, genellikle yalnızca ilaç alımı durdurulduktan sonra görüldüğü (tardif 'gecikmiş' manasına geliyor) ve tedavisinin bilinmediği yolunda uyarıda bulunmuştu. Diger bir ifadeyle 'persistan' yani 'geri dönüşümsüz' olabilirdi. Bu uyanya rağmen 'phenotiazine'ler kontrolsuzca yazılmaya devam ediyor. Özellikle A.B.D.'nde persistan tardif diskinezi önemli bir problem haline geldi. Boston Eyalet Hastahanesi'nden George Gardos'a göre psikiyatristlerin . hastalığa tepkisi 'merak ve mutedil ilgiden paniğe dönüştü.' Duyulan kaygının temelinde yatan bir sebep, yeni bir ilacın piyasaya çıkmasından hemen sonra dikkat çekmeyen

yan-etkilerin yıllar sonra meydana çıkması. Anti-depresanlar ilk pazarlandıklarında, kederden neşeye salınımı engelleyerek manik-depresif döngüyü kıracakları iddia edilmişti.

Gerçekten bunu başardılar; ama daha sonra Milli Ruh Sağlı-ğı Enstitüsü tarafından yürütülen bir çalışma şunu gösterdi: Salınımlar daha az yoğun olmasına rağmen keder ve neşe arasındaki süre kısalıyordu. Artan ilgiye sebep olan bir baş-ka gelişme de "paradoksikal" denen tepkilerin sıklığı ki, bu "paradoks" tabiri de, bugünlerde ciddi durumları hafifletmek için yeni deyimlerin icadedilmesindeki maharete bir başka . örnek. Normal şartlarda tatmin edici olan trankilizanlar tahrik altında saldırganlık ve sinirliliği arttırabilirler de: bizar olmuş bir anneyi bir müddet için sakinleştirebilirler ama çocuklar tekrar oyu~a başlar da bir şeyler aşağı inerse anne çocukları hırpalar. 'Valium'un üreticileri, bazı kişilerin bu ilaca 'akut aşırı heyecan durumları, huzursuzluk, halusinasyonlar, uykusuzluk, lüzumsuz hiddetlenme ve uyku bozuklukları' ile tepki gösterdiğini kabul ediyorlar. Harvard Tıb Okulu'nda yapılan testlerin sonuçları da, trankilizan kullananların kontrol grubundakilere göre, kast! olarak hazırlanan bir grup ihtilafında daha fazla saldırganlık gösterdiklerini ortaya çıkardı. Son zamanlarda trankilizanlara yüklenen diğer yan-etkiler içinde kazalar da var. Trafik kazalarıyla ilaçların ilgisi konusunda Sir Richard ,DoU ve arkadaşlarının Oxford'ta yaptığı incelemede, kazada yaralanma sebebiyle hastahaneye getirilmiş üç yüz şoförün tıbbi kayıtları incelendi: Trankilizan kullanma oranı kontrol grubundakinden yüksekti ve her ne kadar vaka sayısının azlığı bu incelerneyi yalnızca bir pilot çalışma kılıyorsa da veriler, trankilizan kullanan hastaların 'özel bir risk taşıdıkları konusunda en azından uyarılmalan gerektiğini' göstermek için yeterliydi.

Doll'un raporu British Medical Journal'da yayınlarımadan bir gün önce tesadüf en bu 'özel risk' doğrulandı. Yeni bir trankilizan, 'direksiyon kaabiliyeetini bozmadığının laboratuar ve otomobil testleriyle çifte kontrollu olarak ispatlarıdı-ğı' iddiasıyla piyasaya çıktı ki bu iddia, en azından bazı, trankilizanların böyle bir bozukluğa yol açtığını ima ediyordu.

Trankilizanların bağımlılık yapmadığı yolundaki inanç ta değişrnek zorunda kaldı. Daha 1965'te Amerikan Tıb Birli-ği'nin Alkol' ve Bağımlılık Komitesi, "hastanın psikoaktif , ilaçlara olan isteğine doktorların muvafakatının, ilerleyen tolerans durumlarına yol açtığı" uyarısında bulunmuştu: 'Bu ilaçlar barbitürat benzeri etkiye sahip olduklarından hem psikolojik, hem fiziki bağımlılık yapıyorlardı." Fakat bu çeşit uyarılar dikkate değer hiç bir etki yapmadı; trankilizan ve diğer psikoaktif ilaçların yazımı artmaya devam ettikçe ba-ğımlılık vakaları da artan bir ilgi-kaygı odağı oluyorlar.

Son elli yılda psikiyatrik tedavinin gelişen biçimlerinin ortaya çıkardığı kötü sonuçlar içinde en çirkini, hastaları kontrol altına almak YB: da boyun eğmeyip karşı gelenleri cezalandırmak için takip edilen yololmuştur ki mesela bir ilacı reddeden hastaya ECT yapılırken veya ECT'yi reddeden hastaya ilaç verilirken bu yol geçerlidir. Böyle bir yol takip edildiği genellikle reddedilmiştir ama Schrag'ın gösterdiği gibi bazı psikiyatristler bunu uygulayıp bir de övünmüşler, çalış-ma arkadaşlarını hayal kırıklığına uğratmışlardır. Hastaların hastahane sahasında çalışmasının iyi olacağına inanan bir psikiyatrist, çalışmayı reddettikleri takdirde haftada üç kez ECT yapacağını söyleyip hastaları tehdit ede'iek bu ikna metodunu kullanmıştır. Bu psikiyatristirı rapor ettiğine göre bahçe çalışması için (kendi deyimiyle) 'gönüllü olanların' sayısı giderek artmış. Bunun ECT'nin faydalı etkilerinden mi yoksa hastaların ondan korkusundan mı olduğunu bilmiyormuş ama 'her halü karda onları çalışmaya motive etme hedefine ulaşılmış.'

İngiltere'de, televizyondaki bir dökümanter film sırasında, ECT'nin Broadmoor'da ruhhastalarmın davranışlarını kontrol altına almak için kullanılageldiği yolundaki iddialar önce kızgınlıkla reddedildi; ama ispatlanmasa dahi incelemeler, 'Lancet' dergisini 'guguk kuşu yuvasının tahmin ettiğimiz gibi boş olmayabileceğine' inandırdı. Beyin cerrahisi, ECT ve ilaçların ne dereceye kadar kontrol ve cezalandırma için kullanıldığı tahmin bile edilemez; hastalar psikiyatristin tedaviyi ayarlarken kafasında cezalandırma düşüncesi olup olmadığından nadiren emin olabilirler ve psikiyatrist kendi güdülerinin, öğrencisine zevkle 'bana, sana verdiğinden daha çok acı veriyor' diyen Viktorya çağı okul müdüründen daha fazla farkında olmayabilir. Bazı davranışçılar 'ihtiyatla uygulanan acı verici işlemlerin' tedavinin gerekli bir parçası olabileceğine gerçekten inanıyorlar. Schrag'a göre bu, cezalandırma kavramının büyük ölçüde semantik felsefi bir problem olduğunu ve "tiksindiren şartlama" gibi deyimler kullanarak pratikte bu kavramdan kaçınılabileceğini" iddia eden California, Riverside ruh sağhğı hizmetleri müdürlerinden birinin görüşü

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp