Zihin-Beden Etkileşimlerinin Özüne Dair Kendi Savım

Zihin-Beden Etkileşimlerinin Özüne Dair Kendi Savım :

Bizim anladığınız şekliyle zihin-beden etkileşimlerindeki son gelişmelere değinmeden önce bu konuyla ilgili kendi savıma değinmemin faydası olacağı görüşündeyim. Bu fikirlerin çoğu GMS tanı ve tedavisindeki kendi deneyimlerim sonucunda oluşmuştur. Bunların varsayımlara dayalı olduklarını özellikle vurgulamak isterim.

İlk ve en temel düşünce zihinsel ve duygusal durumların iyi ya da kötü yönde bedendeki organ ve sistemler üzerinde etki ya da dönüştürücü güç sahibi olabildiğidir. Araştırmalar kimi yanıtlar öne sürmeye başlamış olsa da bunu gerçekleştiren mekanizmanın ne olduğu bizim için henüz bilinmezliğini korumaktadır. Ancak bu bizi rahatsız etmemelidir çünkü artık beynimizin kulağımıza gelen düzensiz sesleri nasıl aldığını ya da gözümüzle gördüğümüz sayısız biçim ve çizginin ancak beynimizce üzerinde çalışılıp sözcüklere ya da tanıdık nesnelere dönüştürülmeden önce, neden hiçbir şey ifade etmediğini de açıklayamamaktayız. Beynin yaptıklarının çoğu (tümü bilinçaltında gerçekleşen) bizim için tam olarak sırdır. Öyleyse zihinsel ve duygusal olguların beyin ve beden üzerinde yaptıklarını açıklayamamaktan neden rahatsızlık duyalım? Lourdes'da" olan gerçektir, Hint fakirlerinin yaptıkları da öyle; plasebo etkisi gerçektir. Tıp biliminin görevi bunlara gülüp geçmek yerine araştırmaya koyulmaktır.

Şimdi zihnin herhangi bir bedensel süreç üzerindeki etkisini kendi görüşlerim dahilinde açıklamama izin verin.

(Ruhun Bileşimi)

Neredeyse yüz yıldır zihnin, ruh diye de adlandırılan duygusal yapısının çok yüzlü olduğu kabul edilmektedir. Ruh öncelikle bilinç seviyesinin altında işlev gören çoklu, kimi zaman da karşıt güçlerden oluştuğu izlenimini vermektedir. Bu kavramı büyük ölçüde tüm yaşamını bunları anlamaya ve betimlemeye adamış olan Freud'a borçluyuz. Onun ego, süper egoya ilişkin formül ve tanımları iyi bilinmektedir. Ben, gözlemlerim üzerinde psikanalitik inceleme yapmak için gereken artalan bilgisine sahip değilim. Benim yapabildiğim gördüğümü betimlemek; bunun psikolojik açıdan ne anlam ifade ettiğine dair izlenimlerimi sunmak ve bunun çağdaş psikanaliz kuramında nereye oturduğuna karar vermeyi uzmanlara bırakmaktır.

İşleri kolaylaştırmak için bu çok yüzlü duygusal mekanizmaya kişilik olarak değinebiliriz. Hepimizde bundan bir tane vardır ve onun kimi özelliklerinden hepimiz haberdarız; örneğin aşırı azimli yada mükemmeliyetçi olup olmadığımızı biliriz. Ancak kişiliğimizin bilinçdışımızda bulunan, farkında olmadığımız önemli bir kısmı daha vardır ve bunun yaşamımızda derin etkileri olması da olasıdır. Görünüşe göre tüm insanlar kişilik yapısının aynı temel bölümlerini paylaşır ancak bu bölümlerin bileşimlerinde ya da her bölümün bireyin yaşamında tuttuğu göreli yerde ciddi çeşitlilik gözlenebilir. Örneğin, herkesin vicdanı vardır; birinde bu neredeyse tüm yaşamına hükmedecek denli güçlü olabilirken, bir diğerinde toplumsal davranış açısından suç sınırında seyredecek denli zayıf olabilir.

Bilinçdışı kişiliğin bir diğer önemli bölümü de çocuksu, ilkel, dolayısıyla da özseverce (narsistçe) olandır. Bu diğerlerinin gereksinim, arzu ve rahatlarını dışlar, ilgisi kendine dönmüştür. Benmerkezcidir. Bu bölümün boyutu (gücü, etkisi) kişiden kişiye değişir. Kimilerinde geniştir, dolayısıyla bu kimseler zevk düşkünü ve çocukça tavırlar sergilemeye eğilimlidir. Aslında insanların davranış biçimleri daima yetişkin davranış kalıpları altına gizli olduğundan ikincisini tespit etmek güçtür. Bizlerde çocukluktan kalma pek çok his ve davranışın bulunduğuna kuşku yoktur. Çocuklar zayıf ve kırılgan hissederler; bu bağımlılığı çok güçlü duyarlar; çok fazla kendilerini düşünmezler; sürekli bir onaylarına gereksinimleri vardır; endişeye ve öfkelenmeye yatkındırlar. Hiç sabırları yoktur. Bir dereceye kadar bilinçdışı düzeyde bu hislerin bir kısmını doğrudan yetişkinliğimize taşırız. Bunun kişiden kişiye değişen tarafı miktardır.

Mitler üzerine çalışmalarıyla tanınan büyük düşünür, öğretmen Joseph Campbell ilkel kabilelerdeki kız ve oğlanların kadın ve erkekliğe adım atmalarına yarayan geçiş törenleri olduğunu yazmıştır. Bu törenler daima heyecan verici, çoğunlukla sarsıcı, her zaman için de özel ve tesirli olmuştur. Bunların çocukluk ve yetişkinlik arasına keskin bir çizgi çekerek artakalan çocuğun etkisini azaltmaya yardımcı olduğuna şüphe yoktur. Modern, "medeni” toplumda bu tür törenler yoktur (Bar-mitzva' ve kiliseye üyelik ayini bunlara yakın olsa da aynı güce sahip değildir) fakat onların yoksunluğunun acısını çekiyor da olabiliriz. Eğer çocukluk ve yetişkinlik arasındaki ayrım bulanıksa yaşın ilerlemesiyle çocuksu eğilimleri daha fazla bünyemizde barındırabiliriz.

Herkesin yaşamının bir parçası olan endişenin günlük varoluşun gerilim ve streslerine duygusal sistemlerimizce verilen yanıttan kaynaklanıyor olması olasıdır. Stres büyüdükçe, üretilen endişe de büyür. Ve psikoloji bölümünde de değinildiği üzere aynı şey öfke için de geçerlidir.

Öfke en önemli ve en az onay gören duygularımızdan biridir. Saygın psikanaliz uzmanı ve ahlakbilimci Willarda Gaylin'in 1984'te yayınladığı The Rage Within (Içimizdeki Öfke) adlı kitabında çağdaş insanda öfke konusu derinlemesine işlenmiştir. Öfkenin bizim medeni toplumumuzun uygun davranış kalıplarıyla fazlasıyla karşıtlık göstermesi nedeniyle bu duyguyu bilinçdışında yaratıldığı anda derhal bastırma eğilimi gösteririz ki, onun varlığının farkında olmayalım. Öfkeyi bastırmamız için pek çok neden vardır, bunların çoğu da bilinç dışıdır. Bunlar psikoloji bölümünde sırayla ele alınmıştır. Hoş olmayan duyguların bastırılması kişinin duygusal yaşantı-sının fazlasıyla önemli bir öğesini oluşturur ve biz bu kavramı da Freud'a borçluyuz. Endişe, öfke, zayıflık, bağımlılık ve özsaygı eksikliği gibi pek çok hissi malum nedenlerden ötürü bastırırız.

Duygu 'yelpazesinin diğer ucunda Freud'un süper ego adım verdiği öğe bulunur; bu bizim peygamberimizdir. Bize neyin yapılması neyin yapılmaması gerektiğini söyler ve yeri geldiğinde oldukça sıkı bir denetçi olabilir. Aslında bu öğe bizi endişeli ve öfkeli yapan baskılara katkı sağlar ve bir yandan da içimizdeki gerilimleri artırır. Daha önce de değindiğim gibi GMS hastalarının çoğunda, tümü de kapana kısılmış benliği baskı altına alan çalı kanlık, aşırı sorumluluk, aşırı vicdanlılık, hırs ve başarılı olma arzusu gibi özellikler görülür. İşte bir gözlem daha. Tıpkı arzulanmayan duyguları bastırmaya yönelik güçlü bir eğilim olduğu gibi, bunları bilinç düzeyine çıkarmaya çalışan eş güçte bir başka dürtü daha vardır. Beyni GMS, ülser ve migren gibi rahatsızlıkları yaratmaya iten bastırılanın aşılması tehdididir.

(Zihin-Beden Etkileşimine Örnek Olarak GMS: Eşdeğerlik ilkesi)
Artık GMS'nin daha geniş bir zihin-beden taslağında nereye oturduğu sorusunu mercek altına alabiliriz. Böyle bir tepkinin kesinlikle başlıca örneği budur. Benim bakış açımdan bu, hepsi de aynı hedef doğrultusunda üretilen bedensel tepki topluluklarından biridir. GMS peptik ülser, huzursuz bağırsak sendromu, kabızlık, gerilim kaynaklı bağ ağrısı, migren kaynaklı baş ağrısı, kalp çarpıntısı, egzama, alerjik rinit (saman nezlesi), prostat (sıklıkla), baş dönmesi (sıklıkla) ile eşdeğer bir rahatsızlıktır.

Bu kısmi bir listedir ancak bu tepkilerin en yaygın olanlarını temsil eder. Eklemek gerekirse aynı görevi gören larenjit (gırtlak yangısı), patolojik ağız kuruluğu, sık idrara çıkma ve buna benzer daha pek çok vakayla da karşılaşmış bulunuyorum. Bu rahatsızlıkların yer değiştirebilir ve birbirinin eşdeğeri olduğunu düşünüyorum çünkü bunların çoğu GMS hastalarının geçmişlerinde rastlanan, kimi zaman da biri diğerinin ardında gizli de olsa GMS ile eş zamanlı olarak rastlanan rahatsızlıklardır. Yakın zamanda migrene bağlı (aslında tanımına bakılırsa gerilim kaynaklı) şiddetli baş ağrıları çeken ancak alt sırt ve siyatik ağrıları başladığından bu yana baş ağrıları dinen bir hastam olmuştu. Hastaların genellikle GMS ağrıları kaybolduktan sonra bu rahatsızlık topluluğuna giren kimilerinin de ortadan kalktığını bildirmeleri de bunların eşdeğer oldukları gerçeğini vurgulamaktadır.

Bu özellikle alerjik rinit için geçerlidir. Ben hastalarıma bu liste deki tüm durumların psikolojik açıdan aynı görevi üstlendiği bilgisini veriyorum. Birkaç ay önce elime geçen bir mektuptan yaptığım alıntıya dikkat edin. Adam önce sırt ağrısı hastası olan eşinin durumunun iyi olduğunu ardından da şunu yazmıştı: "Hatırlarsanız seminerden sonra sizin yanınıza gelip yirmi yıldır mide sorunlar yaşadığımı belirtmiştim. Bana bunda da aynı ilkenin geçerli olduğunu söylemiştiniz. İnanmamama karşın işe yaradı doğrusu! Aklıma bile getirmek istemediğim denli uzun yıllardır her türlü ilaç ve Maalox kullanıyordum. Mide sorunlarının lise üçüncü sınıfta başlamıştı. Hemen ardından bir çeşit mide ilacı almadan yemek yiyemiyordum. Sizin kuramınızı uygulayıp bilinçaltı zihnin günlük yaşam üzerinde ne denli hükmü olduğunu fark edince, mide sorunum da tamamen ortadan kalktı. Anlatmaya çalıştığında kimse bana inanmıyor, ancak sizin anlayacağınızı biliyorum."

Kimsenin ona inanmadığına emin olabilirisiniz, ne de olsa sıradan vatandaş sağlık meselelerinde ipuçlarını tıp uzmanlarından alır ki tıbbın bu tür meselelere bakışına da zaten değinmiştik. Bana kalırsa toplumun ancak % 10'u bu hastanın deneyimini anlayabilecektir.

Kuramsal bir bakış açısından eşdeğerlik ilkesince öne sürülen kimi ilginç noktalar da mevcuttur. Listelediğim rahatsızlık topluluğu göz önüne alındığında, bunun Franz Alexander'ın belirli rahatsızlıkların belirli psikolojik öneme sahip oldukları savından saptığı görülür. Alexander klasikl eşeri kitabında psikolojik dinamiklerin mide-bağırsak, solunum yollan ve kalp-damar rahatsızlıklarından sorumlu olduğunu belirtir. GMS ve bununla ilişkili durumlarla olan deneyimlerden bu rahatsızlıkların her birinin ortaya çıkmasına neden olan endişe gibi ortak bir birimin olduğu sonucu çıkılabilir. Bu durumda örneğin öfke gibi bir başka duygunun endişeye de kaynaklık ederek belirtilerin ortaya çıkmasına neden olduğu söylenebilir.

Kişisel olarak, tipik GMS belirtileri olan midede aşırı asit salgı-sı, kolit, migrene bağlı baş ağrısı, çarpıntı ve bir dizi kas- iskelet sistemi rahatsızlığına rastlamış bulunuyorum ve bunların tümünün de bastırılmış öfkeden kaynaklandıklarını biliyorum. Ortada dönen hileyi kavradığım zaman genellikle öfkenin nedenini tanımlayabilmekte ve belirtileri tersine çevirebilmekteyim.

Yukarıda listelenen rahatsızlıkların çoğunun otonom sinir sisteminin arabuluculuğuyla ortaya çıkıyor olması, vurgulanması gereken ilginç bir noktadır. Bildiğimiz kadarıyla saman nezlesi böyle değildir ancak bu da bağışıklık sistemindeki işlev bozukluğunu temsil eder. Bu konuya yeni bir alan olan "psikonöroimmünoloji"yi ele aldığımızda geri döneceğiz.

(Bastırılmış Duygulara Karşı Savunma Olarak Bedensel Rahatsızlık)
Bu konuya psikolojiyi ele alan ikinci bölümde değinilmiş olduğundan burada sadece bedensel belirtilerin amacına, bunların kas iskelet, mide-bağırsak ya da meme-imar yollarıyla mı ilişkili olduğuna, yoksa dikkat dağıtarak hastanın arzulamadığı duyguları ya-şaması veya bunlarla başa çıkmasını önlemeye mi çalıştığına ya da yapmak istediği her neyse buna değineceğiz. Özünde bu, zihnin bu tür hislerle uğraşmak istememesi durumudur. Ancak kişi bilinçaltında verilen karar ile bilinçli olarak verilen arasında kesin bir ayrım yapmalıdır. Kitabın başlarında da değinildiği gibi GMS hastası yalnızca gereklilikle çok iyi mücadele eder; korkak olan onların bilinçdışı zihinleridir. Bu görüşün geçerliliğinin en büyük kanıtı hastaların yalnızca bilgi edinerek süreci durdurabilmeleridir. Sapmanın (dikkat dağınıklığının) tanımı yapılınca artık işe yaramaz olur. Dördüncü bölümde de belirtildiği gibi pek çok sırt ağrısı hastası sadece birinci kitabımı okuyarak iyileştiklerini bildiriyor dolayısıyla da bilgi edindirmeyle şifa bulduklarını söylemiş oluyorlardı. Buna plasebo denemez.

Freud ve öğrencileri histeri belirtilerinin kimi zaman ağrı biçiminde görüldüğünü saptanışlardı, Yıllar boyunca genellikle de yatalak olacak denli şiddetli GMS belirtileri gösteren hastalarla karşılaştırın, Belirli kaslara ya da etkin olan siyatik siniri gibi kimi sinirlere baskı uygulanması sonucunda ağrı oluşumu gibi klasik GMS belirtilerinden öte, bu hastalarda ağrının tuhaf noktalarda ve acayip nitelikte görüldüğünü fark ettim. "Sanki derimin altında kırık cam varmış gibi hissediyorum," buna tipik bir örnektir. Freud olsa buna histerik ağrı derdi. Histeri belirtilerinde otonom yerine duysal motor sistemi etkindir. Bu da onları örneğin mide bağırsak belirtilerinden ayırarak farklı bir psikolojik nedeni vurgular. Bana kalırsa hem GMS, hem onun sözde eşdeğerleri hem de histerik ağrıda aynı psikolojik köken mevcuttur ancak duygusal sorunun büyüklüğü beynin hangi bedensel belirtiyi seçeceğini belirleyebilmektedir.

(Psikolojik Kaynaklı Ağrıya Dair Birimsel Bir Kuram)

1959 Temmuzu'nda Dr. Allan Walters Kanada Nöroloji Derneği'nin "Psikolojik Kökenli Bölgesel Ağrı, Diğer Adıyla Histeri Ağrısı" başlıklı on birinci yıllık toplantısında bir başkanlık konuşması yapmıştı. Konuşma 1961 yılı Mart ayında Brain dergisinde yayınlandı. Dr. Walter'ın görüşüne göre histerik ağrının kesin bir tanımı yapılmıyordu, çünkü onun deneyimlerine bakılırsa pek çok zihinsel ve sinirsel durum histerik olarak tanımlansa da öyle olmayan benzer ağrılara neden olabilmekteydi (az önce belirttiğim durumla bunun arasındaki yakınlığa dikkat ediniz). Tipik histerik ağrının görüldüğü yerler nöroanatomik açıdan anlam ifade etmeyen bölgelerdi.

Walters psikolojik kökenli bölgesel ağrı terimini ortaya atmıştır. Bunlar "psikolojik kökenlindir çünkü zihinsel ya da duygusal bir rahatsızlığın sonucu oldukları çok açıktır. (Tüm hastalar bedensel aralanma tespiti için sıkı incelemeden geçmiştir.) Bölgesel'dir. çünkü ağrı belirli sinir dağılımlarını göz önüne almaksızın bedenin özel bir bölgesini etkiler.

Benim deneyimim Dr.Walters'ın gözlemlerini destekler ve genişletir niteliktedir. Benimrastlayacaklarının ya GMS ağrısına dahil olan kas, sinir, kiriş ya da bağ ağrılar veya kaygının çeşitli seviyelerde görüldüğü hastalarda ya da şizofreni ve manik depresyon hastalarında görülen psikolojik kökenli bölgesel ağrılardır. Görünüşe göre beyin acı veren ve arzulanmayan hislere karşı savunma olarak kendine sancılı olan ya da olmayan geniş bir dağarcık içerisinden dilediği rahatsızlığı seçmekteydi. Bölgesel ağrıya sıklıkla rastlamamız şiddetli duygusal durumlarla bağlantılıdır.

Duygusal rahatsızlıkların çeşitlilik gösteren şiddetine (örneğin, hafif, orta ve şiddetli kaygı) ek olarak bireylerin bu duygulan bastırma seviyelerinin de farklılık gösterdiğini belirtmek isterim. Kimilerinde, bazı insanlarda bu hislerin çok derine gömülü olmaları dolayısıyla psikanaliz uzmanınca hastanın bilinç seviyesine çıkılmasının ya çok güç ya da olasılık dışı olduğu görüşü hakimdir. Kanıya göre diğerlerinde ise bu hisler hemen yüzeyin altındadır. Ancak şüphe yok ki en acı veren ya da korkutan hisler yine derinlerde yatmaktadır. Benim uygulamalarında eğitim programı dışında psikoterapiyse gereksinim duyan şiddetli sorunlar olan hastaların oranı yüzde beşi geçmemektedir.

(Duygular ve Daha Ciddi Rahatsızlıklar)
Tıp dünyasında duyguların sağlık ve hastalıkta her açıdan rol aldığına inananlar vardır. Ben bunlardan biriyim. Franz Alexander etrafta gereğinden fazla kullanılan psikosomatik tıp teriminden kurtulmayı önermiş, tıbbi her vakanın bir biçimde duygulardan etkilendiğini dile getirmişti. Duygusal etkeni göz önüne almayan tüm tıp araştırmalarının kusurlu olduğuna inanıyorum. Örneğin atardamar sertleşmesini konu alan bir araştırma projesinde genellikle perhiz (kolesterol), kilo, egzersiz, genetik etkenler gibi konular yer alır ancak burada duygusal etkenlere yer verilmiyorsa, o halde kanımca araştırma sonuçları geçerli değildir.

Duyguların önemli rol oynadığı diğer tıbbi sorunlar ele almadan önce insanların kendi kendilerine yapmıyor oldukları konusunu açıklığa kavuşturmakta fayda vardır. Kendilerine GMS tanısı konan hastaların bunun hemen ardından bana, "Çok kötü hissediyorum. Bunu ben kendime yaptım," dediklerini sık duyanım. Onlara yanının kendilerinde duygusal kalıplarının sorumluluk yaşına ulaşmadan uzun zaman önce yerleşmiş olduğu, şimdi olduklar kişinin, üzerinde denetimleri olmayan genetik ve gelişimsel-çevresel etkenlerin bir bileşiminden ibaret olduğudur. Böyle bakılırsa boylarından ya da göz renklerinden de sorumlu olmaları gerekeceğini söylerim. Onların yaptığı şu anda yaşama karşı tek bildikleri davranış biçimiyle yaklaşmaktır. Dahası eğer kişi verdiği tepkileri neden verdiğini anlar ve bunlar değiştirmek isterse, bir seviyeye dek ilerlemesi de mümkün olur.

Benzer bir başka tepki de duyguların, örneğin kanserdeki yerini kabul etmeye direnen hekimlerde görülür. Onlara göre hastalara kanserin ortaya çıkışına kendi duygularının neden olduğunu söylemek acımasızlıktır; bu onları suçlu ve sorumlu hissettirir. Benim buna yanınınsa konuyu hastaya nasıl sunduğunuzun dünyalar kadar fark yaratacağıdır. Onları bilgi taarruzuna tutup duygusal açıdan kusurlu oldukları sanısını uyandırmaktan söz etmiyoruz. Burada sözü edilen onlara sorumlu olmadıklarını az önce de betimlendiği biçimde anlatmak, yaşamları hakkında konuşmak, duygusal etkenleri belirlemeye çalışmak ve bunun kanser sürecine ne gibi katılımı olduğunu belirleyerek sonrasında da onlara çare olabilecek ve olumsuz etkenleri tersine çevirebilecek somut önerilerde bulunmaktır. Bu düşünceler üzerine kurulu işe yaramış olan mevcut bir tedavi sürecini önermeye çalıştığını sanılmasın. Bu üzerinde pek çok araştırmanın yürütülmesi gereken bir alandır.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp