Evrim 2

Evrim 2 :

İnsan beyni. On ila on beş milyon sinir hücresini içerir. (Bu konuda anatomi kitaplarının her biri on bir, on dört ya da on beş milyar sayısını seçer ve bunları doğruluğundan kuşkulanamaz birer gerçek olarak kesin sayılar şeklinde verirler). Bu sayının üç katı sinir hücresi içeren yaşayan insan beyinleri var olmasına karşın, bu türden sayılar insanı şaşırtıcıdır. Oysa sinapsların (beyin hücresi bağlantısı) sayısı sinir hücrelerinin bin katı kadar olup on beş trilyon dolayındadır. Bu sayı da, biz insanların binlerce yıl önce inanılmaz yapıda bir beyine sahip olduğumuzdan bu yana yaşamış olan tüm insanların sayısından daha çoktur. Sinir hücreleri ile bağlantılı olarak onları besleyen ve destekleyen gliyal hücrelerin (beynin bağdokusu) sayısı doksan milyar dolayındadır.

Küçük ve kurnaz bir balansında yaklaşık yedi bin sinir hücresi var olduğu düşünüldüğünde, insan beyni ile yapılacak bir kıyaslama normal insanın aklını karıştıracaktır.

İnsan beyninin tümünün ağırlığı erkeklerde 1400 gram ve kadınlarda bunun yüzde Iü'u kadar az olarak 1.250 gram dolayındadır. Bu ' oransızlık kadınlara yapılmış bir haksızlık olarak görülebilir. Oysa, kadınların beyni tüm bedenlerinin yüzde 2,5'u iken erkeklerinkinin yüzde 2'sİ kadar olduğundan kadınların beyni göreceli olarak daha büyüktür.

1400 gramlık ağırlığı beyni en hafif organlarunızdan biri yapar. Örneğin, Beynimiz kaslarımızdan hafif (erkeklerde kaslar tüm ağırlığın yüzde 2' i, dınIarda yüzde 36'sıdır); iskeletirnizde bulunan 206 kemiğin ağırlığından çok daha hafif; yaklaşık 1,86 metrekare yüzeyi olan derimizden daha hafif; yaklaşık 8,5 metre uzunlukta olan bağırsaklarımızdan daha hafif; yaklaşık 5 kilogram toplamı olan kanımızdan da daha hafif ve hatta 1.800 gram ağırlığı olan karaciğerimizden hafiftir. Bununla birlikte beynimiz. kalbimiz (450 gram dolayında), böbreklerimiz (her biri yalnızca 150 gram dolayında), dalağımız (180 gram dolayında), pankreas (90 gram dolayında) ve akciğerlerimizden (1.150 gram dolayında) daha ağırdır. Göreceli olarak başı, dolayısıyla beyni büyük ve diğer organlan küçük olan fetüs (ya da dölüt), tartışılabilir bir biçimde Homo sapiens'in oldukça duyarlı bir modelidir. Ancak çocuk büyüyüp akillandıkça büyük olan kafası sabit kalarak bedenine oranla küçülmüş olur. Kuşkusuz endeğerli varlığımız olan 1.400 gramlık bu organımıza ilişkin kökleşmiş kanılara aykırı olarak düşünceler ileri sürülmektedir.

Beynin yetenekleri hakkında da, karşıt fikirler bulunmaktadır. Örneğin normal bir günde, herhangi bir beyin küçük ve değerli zeka gösterilerini sergiler. Beynin sahibi önüne konulanı yer, otobüs durağına yürür, işine gider, tekdüze işini yapar, eve döner, yeniden yemek yer ve uyur. Bir hayvan da bunlan yapabilir. Diğer taraftan sözgelişi trenle Hamburg'tan Berlirı'e yolculuk yapan Hans von Bülow adlı müzikçi vardır. Bülow trende daha önce hiç bilmediği Stanford'un İrlanda Senfonisi' ni okumaktadır. Ve o gece konserde tek bir hatasız olarak orkestrayı yöneterek senfoniyi çaldırır. Wolfgang Mozart ise, yeni bir bestesinin tümünün bir anda kafasında oluştuğunu yakınlarına açıklarnıştı. Ünlü besteci uygun zamanlarda tüm ritm, ezgi, armoni, kontrpuan ve tonlan müzik simgeleri haline çevirmekteydi. Bir telefon numarasını ya da tanıdığı bir yüzün sahibinin adını anımsamakta güçlük çekenler için, normalolan bizlerle dahiler arasındaki uçurumu düşünebilmek bile güçtür. Edinburg Üniversitesi'nden Profesör A- C. Aitken'e birisi, 47 sayısını 4'e yürüterek ve akıldan bölmesini söylemişti. Dört saniye sonra profesör ilk sonucu söyleyip daha sonra saniyenin her üç çeyreğinde bir sayı dijiti vererek işlemi şöyle sürdürdü: «nokta 08510638297872340425531914».

Durdu, yirmi dört saniye sonra problemi bir dakika süreyle tartıştı. Sonra yeniden dijitleri vermeye başladı: «191489;>. Beş saniye duraladı. «361702127659574468»dedi. Şimdi sonucun yinelenmesi noktasına gelmişti. Dijitler yine 085 ile başlıyordu. Aitken, «Şimdi sıra elli birinci dijitteyse doğruyum» diyordu. Böyle bir adam, özellikle son sözlerinden dolayı pek çoğumuz için diğer bir gezegenin insanı gibidir. .

Burada tuhaf gerçek von Bülow, Mozart ve Aitken'in beyinlerinin uzun süreler önce bu gezegende yaşayan avcı-toplayıcı kişilerden kendilerine kahtımsal olarak geldiğiydi. Bir beyin sistemi, dünya üzerinde paleolitik gereksinimler kuşkusuz pek az olduğu halde neden ve nasıl böylesine senfonileri 'anımsayacak ve ileri beyin matematiğini yapacak denli bir evrime uğramış olabilirdi. Ve neden, o ikinci büyük esrar, en az 100.000 yıl önce bir işlem duruşu yaptı? Yalnızca o zamandan sonra gerçekleşen nüfus artışıyla daha büyük ve yerleşik toplumlar ortaya çıktı. İşbölümü ve doğaya boyun eğdirme o zaman başladı. İnsan beyni kapasitesinin bilincine mi varıyordu? Üstelik, tarihöncesi çağda yaşayan çok ilkel insanların 'beyni ile (taşıllarına bakılarak), günümüz insanı olan bizim beyinlerimiz arasında ortaya çıkarılabilecek, büyük bir fark da görülmemektedir.

Güneş sistemi çok büyüktür. Bu büyüklük çoğumuz için kavranılamaz. Ve uzaklıklarıyla insanı sersemletir. Bu sistemi aynı cümle içinde 1.400 gramlık beynimizle birlikte söylemek, olur ile .olmazr birbirine bağlamak, dev bir şeyi minik bir şeyle kıyaslamak gibi olur. Oysa her ikisini paranteze almak tahayyül edilenden daha doğru olacaktır. Gökbilimcilerin sözünü ettikleri ve anlar gibi göründükleri güneş sistemi büyüklükleri sayısalolarak sinir anatornisi uzmanlarının kuıı~dıkları sayılara paraleldir. Bunlar da, rastlantısalolarak anlaşılır sayılardır.

Yukarda belirttiğimiz gibi on beş milyarlık sinir- hücresi sayısı, bizim galaksirnizde bulunan yıldızların sayısına (aşağı yukarı) uymaktadır.

Gene belirttiğimiz gibi, sinir hücrelerinin bin katı kadar sayıda olan sinapslar da bu nedenle bin kadar galaksi içinde bulunan yıldız sayısı kadar çoktur. Gökbilimciler bizimle evrenin en uzak yeri arasında milyarlarca ışık yılı uzaklık olduğunu bilerek böyle sayıları kullanırlar. Ancak onların kavrayışlarının bile bir sınırı olması gerekir.

İnsan beyninin sinir hücrelerinin" sayısıyla değil ama olanaklarıyla, gökbilimcileri bile şaşırtacağını düşünürüm, Sinir hücreleri temel ünitelerdir. Ama, sinapslarıyla iç bağlantıyı oluşturan çerçeveyi meydana getirirler. Böylece bir sinir hücresi diğeriyle, o da yeniden öbürüyle bağ-lanmış olur. Çağdaş insanın beyninde bu bağlantıların sayısı sonsuz bir sayı olarak ortaya çıkar. Bu sayı kuşkusuz tüm evrende bulunduğu varsayılan atom sayısından daha büyüktür. Garanti verebilirim ki, kimse bu fikir için tartışmaya girmeyecektir. Şu ya da bu şekilde iki ayaklı, oldukça tüysüz, avcılıkla geçinen ve leşleri de yiyen bir öninsan bu inanılmaz organa sahip olmuş ve onu bizlere de miras bırakmıştır. Bunu niye yaptığını kimse bilemez ve hatta bir tahminde de bulunamaz. İnsanbilim uzmanı ve ilk insansımayrnun yaratıkların iskeletlerini başarıyla bulmuş olan Richard Leakey'e böyle büyüyen ve gelişen bir organın ilkel insanda neden ve nasıloluştuğu sorulduğunda yanıtı, «En ufak bir fikrim yok» biçiminde olmuştu.

Beynin gelişmesi. Beynin gelişme hızı oldukça önemlidir. İnsan beyni, günümüzün gorilinkiyle kıyaslanabilecek büyüklükteki beş yüz santimetre küp hacminden bin dört yüz santimetre küp hacmine üç milyon yıl içinde büyümüştür. Çağdaş insanınki kadar basınç altında olduğu öngörüldüğünde var olan altı milyar sinir hücresine üç milyon yıl içinde dokuz milyar sinir hücresi daha eklenmiştir. Başka bir anlatımla her ku-şak insan için yaklaşık yüz elli bin sinir hücresi beyne eklenmiştir. Özellikle hepsi kendilerine göre akıllı olan pek çok omurgasız canlıda toplam beyin hücreleri bu sayıdan az iken insanlarda her ana babadan evlada büyük bir artışla sinir hücresi geçmiş olduğu görülebilir. Oysa bu artış, boyut yönünden pek büyük değildir. Beynin her santimetre küplük hacminde yaklaşık on milyon sinir hücresi bulunur. Bu yüzden her kuşak insan için oluşan" yüz elli bin sinir hücresi yalnızca bir santimetre kübün altmış ta birini ya da on beş milimetre küplük bir hacmi doldurur. Böylesine azar azar artışın hele ağırlık yönünden yalnızca 0.015 gram olu-şu göz önüne alınınca ve kuşaktan kuşağa beden büyüklüklerini hızla artıran diğer hayvan türleri düşünülünce bu artış pekönemsizdir.

Bir ton ağırlıkta bir filin kuşaktan kuşağa böyle 0.015 gramlık azar azar artışla yedi tonluk bugünkü ağırlığına eriştiğini düşünelim. Bunun için yaklaşık dört yüz milyon kuşak fil ya da kabaca sekiz milyar yıl geçmesi gerekecektir. Bununla birlikte, beyin dokusu ağırlık artışının evrimde filin ağırlık artışından çok daha karmaşık olduğunu düşünmek akla yakın gelmektedir. Hiç değilse biz sapiens'ler açısından beynin büyümesi kalın derili koca bir bedenin ağırlığının artışından çok daha karmaşık olmalıdır. Üç milyon yıl içinde beyin hücreleri sayısının üç katına yaklaşmış olması insanı kolayca etkileyecektir.

Yalnızca hücre bölünmesi yönünden düşünüldüğünde beynin geliş-mesi daha az dikkate değerdir. 15 milyar sinir hücresini elde etmek İçin ana baba hücrenin 33 kez ikiye bölünmesi gerekmektedir. Bunun ışı-ğında, ilkel insan ile çağdaş insan arasındaki fark pek az dikkate de-ğer olur. Çünkü, üç milyon yılda hücreler fazladan bir kez daha bölünüp sayılan 15 milyara varmıştır. Yetişkin beyin hücrelerinin tümü, annenin gebeliğinin ilk üç ayında oluştuğundan bu 33 bölünmenin her üç günde bir meydana gelen bölünmelerle ortaya çıktığı anlaşılır. Bakterilerin sayılannı yaklaşık her yirmi dakikada bir katı artırdıklan düşünülürse, fetüsün beyninin artışının özellikle hızlı olmadığı görülür. Gerçekte bu artış embriyonda aynı zamanda oluşan karaciğer, deri ve benzeri tüm diğer hücre artışlanna eşdeğerlidir. Beynin gelişmesi özellikle beyin hücreleri sayısı normal düzeyine vanncaya dek önemlidir. Üç aylık gebelik döneminin sonunda 15 milyar sayısına erişmenin anlamı, sinir hücrelerinin saniyede 2.000 adet olarak oluşturmak demektir. Pek çok küçük hayvanın oldukça karmaşık yaşamlarını bu sayı dolayında sinir hücresiyle sürdürebildiklerini bilince, bizim şu anda olduğumuzdan çok daha akıllı olmamız gerektiği tartışılabilir. Oysa, bir böceğin yetenekleri ne denli karmaşık ve hayranlık uyandırıcı olursa olsun bunları insan yetenekleriyle kıyaslamak çok açık biçimde yanlıştır. Aslında bizler yedi milyon böceğe eşdeğerli değiliz. Yalnızca bu denli çok hayvan kadar beyin hücresine sahibiz.

Böyle kocaman sayılarla dolu paragraflar içlerindeki pek çok sıfırlarla okura aydınlatıcı olmak yerine, akıl karıştıncı gelebilir. Bu paragraflarımızın amacı 1.400 gramlık beynimizin oluşumunun çelişkilerle dolu olduğunu göstermektir. Beyinde çok büyük sayıda sinir hücresi artışı oluşmuştur. Ancak diğer dokular düşünüldüğünde bu artışın dikkate değer olmadığı görülmektedir. 1.400 gramlık beynin tüm kapasitesi modern çağda bile pek az kişi tarafından kullanılmaya başlanmış, bununla birlikte sinir hücreleri tüm atalarımız tarafından göreceli olarak daha yalın biçimde evrime tabi tutularak geliştirilmiştir. Beyin hücre ve sinapslarının sayısı çoktur. Ama bunların arasındaki bağlantılar bilebildi-ğimiz kadarıyla sınırsız sayıdadır. Beynin büyüklüğü önemlidir' ancak beyni öbür kişilerin iki katı büyüklükte olan kişilerin hiçbiri daha akıllı değillerdir. Beynin gelişmesi Homo sapiens'in ortaya çıkışında ve bu türün gelişip olgunlaşmasında kuşkusuz çok etkili olmuştur. Bununla birlikte beynin büyüklüğü, anatomik nedenlerle ve özellikle doğumda pelvis kanalının esnekliği ile sınırlı kalmıştır. Evrim için fetüsün başının sürekli ve kararlı biçimde büyümesini sağlamak kolaydı. Oysa, doğum artan bir sorunu oluşturuyordu. Doğada belli bir düzenin bulunduğunu savunan teleoloji (erekbilim) diliyle konuşulursa, memeliler için yumurtIamak yerine canlı doğum yapmak daha iyidir. Çünkü böylece hemen aşam başlamış oluyordu. Ancak, doğurucular açısından sınırlama baş büyüklüğüyle ortaya çıkıyordu. (Böyleyken bile, gereksinimlerimizin ötesinde bir beyine sahibiz. Belki de beynimiz bir gün bize gerçek kapasitesini kullanmamızı öğretecektir).

İlkel insan. insanoğlu geçmişten kalan bir karışırndır. ilk omurgalı atalarımız olan balıklar bize bir kalp, bir çift göz, ön ve arka ayaklar, üç yarım daire kanal, dişler, bir karaciğer, bir pankreas, bir dalak, iki böbrek, kaburgalar, bir tiroid, belkemiği içinde omurilik, kemiklerden oluan bir kafatası ve birbirinden farklı beş bölümden oluşan bir beyni intikal ettirmişlerdir. Balıkların halefi olan ve hem karada hem sularda yaşayan amfibyumlar iç kulağı, kulak zarını, kalpteki iki kulakçığı, iki akciğeri, dört ayağın alt ve üst bölümlerini, parmak ve ayak kemiklerini, küre kemiğini, iki köprücük kemiğini ve yalnızca basit koku lobu olmayan bir önbeyni bize aktarmışlardır. Amfibyumlann torunlan olan ürüngenlerden embriyon böbreği (böbreğin farklı bir tipi), bir üreter (sidiksağan), akciğerlerimizdeki alveollan, dölüt zannı ve bedene öncekinden daha çok egemen olan bir önbeyni almış bulunuyoruz. Memelilerin göriinmesiyle saç, odak uzaklığını değiştiren göz mercekleri, orta kulakta üç kemikçik, sıcakkanlılık, kalpteki iki kanncık, süt bezleri, plasenta, tek vajen ve daha büyümüş bir önbeynin kat kat korteksi (kabuk) gibi özelliklere sahip oluyoruz. Maymuna benzer atalarımız olan primatlardan öne bakan gözlerimizi, tek döl yatağımızı, insan tipi dişlerimizi, serbestçe hareket eden kollanmızı, ellerimizi, uzun süren bir gelişmeyi ve önce görülmüş olanlardan çok daha fazla büklümleri olan bir beyni almış bulunuyoruz.

İnsansı maymundan öninsana, ondan da insana geçen son miraslar ise ayakta dik durabilme, leğen biçiminde bir kalça boşluğu (pelvis), daha düz bir göğüs (dik duruş sonucu oluşur), üzerinde yüriinecek ayaklar, daha büyük bacaklar, göreceli olarak erken doğum (yürüyen insanın kalça boşluğu nedeniyle daha az rahat bir doğum kanalı yüzünden), daha dikey bir baş ve daha büyümüş bir beyindir. Doğum kanalıyla sı-nırlandınlmış olmasına karşın, doğumdan sonra daha uzun bir gelişme döneminin olması ve daha büyük bir başı destekleyecek dikine bir belkemiğinin bulunması nedenleriyle insansı maymun ve öninsanın beyinleri sürekli olarak gelişip büyüyerek tüm hayvanlar dünyasında en karmaşık ve yetenekli organın ortaya çıkması sonucunu doğurdular.

Bununla birlikte, sinirsel yapı gelişmesinde ileri doğru en büyük adım, omurgalılann tarihinin en başında temel biçim ortaya konuldu-ğunda atılmıştır. Mimarlıkta kemer ve endüstride buhann kullanılışı gibi daha önceki sinir düzenlerinin yerine balıklarda bir sinir sisteminin oluşması çok büyük bir gelişmeydi. Gerçek şudur ki, balığın önbeyni önce tümüyle koku alma duyusuna tahsis edilmiş, bu duyunun önemi evrimle azalınca önbeyin gereğinden büyük ve abartmalı bir duruma gelmişti. Önbeyni başın ön tarafında büyüyen bir kitle olarak bulundurmak da olasılıkla balıkta bir aksaklığa neden oluyordu. Önbeynin balıktan amfibyuma, sürüngene. memeliye, primata, öninsana ve insana gelişerek geçişinde bir mantık zinciri ve önceden karar verilmiş bir durum görülür. Ancak evrim olmuş ve Julian Huxley'in dediği gibi gökten yağmurun düşüşüne benzer biçimde başka bir amacı olmadan evrim gerçekleşmiş-tir tnsan beyninin oluşumunun gerçekleşmesi kazayla olsa bile, onun yeteneklerine ayraiiliğimlZı hiçbif şeknae-aialtmamaııdır. Beynin u planlanmamış oluşumu çok şaşırtıcıdır. Sonunda bizler bilgi ağacının meyvesinden çok fazla yemeden o ağaçtan inerek iki ayaklı olduk. Ön ayaklarımızı diğer etkinliklere tahsis ettik ve ayakta durmanın ödülü olarak da beyne sahip olduk~ __-' ! Pek çok canlı türü şu ya da bu organını, bir organın bir bölümünü ya da organlar sistemini büyütmüştür. Orangutanlarda kollar aşın derecede uzundur. Gorilin cüssesi, özellikle erkeklerinde pek göze çarpıcı-dır. Son zamanlarda soyu tükenene dek, iri boynuzlu dev geyik; karaca ve geyik türlerinin en büyük hayvanıydı. Mavi balina şu ana değin yaşamış hayvanların en büyüğüdür. İnsanoğlunun büyümesi bunlarla kıyaslandığında çok önemsiz olup şu ya da bu organda yarım veya bir kilo ağırlık artması biçiminde olmuştur. Ancak sinir dokusunda hatın sayılır bir gelişme gerçekleşmiştir. Bu gelişme boyut ve ağırlık yönünden az olsa da türümüze çok büyük bir güç vermiştir. Bizlere yaşamı sağlamış olan bu gezegendeki tüm yaşamı bile tümüyle yıkıma uğratabiliriz (bunu yapmalı mıyız, bilemem?)

Bu' küçük ama önemli doku büyümesi yirmi yıl önce inanıldığı kadar hızlı değildir. Mozaik şeklindeki bilmece oyundaki gibi, birkaç eksik parçanın yerli yerine oturtulması bu konuda tüm sonuçlann son 500.000 yıl içinde oluştuğunu göstermiştir. Afrika'daki pek çok buluşu izleyerek şimdi, evrimin zaman ölçeğini acele etmeden çok rahatça kullandığı düşünülmektedir. Görülüyor ki, insan, goril ve şempanzenin yaklaşık dört buçuk milyon yıl önce ortak bir atası bulunuyordu. O tarihlerden sonraki bir milyon yıl içinde insanın atalan tümüyle iki ayaklan üzerinde ayağa kalkmış bulunuyorlardı. Bunu, ünlü Olduvaj vadisinin elli kilometre güneyindeki Laetoli' de Mary Leakey'in bulduğu ayak izle--ri kanıtlamıştır. İki ayak üzerinde yürümek insana tüm atfedilenlerin, elbecerileri, alet yapma ve beynin büyümesinin önünde gelir.

İlk kez ayağa kalkıp yürüyen bu bireyler olasılıkla bugünün maymunlanndan daha akıllı değillerdi. İnsanbilimci Richard Leakey, «Dav--ranış taşıllaşmaz» demiştir. Bilmeyi çok isteyeceğimiz şeyler de taşıllaşmazlar. Öninsanların akıllı oluşlanna ilişkin tek ipucu onların elleyaptıkları eşyalar ve kaf~tası kapasiteleridir. Öninsanların ilk kez ayakta durduğu zamanda yaptıkları eşyalardan hiçbiri, ne bir alet ne de ateş yaktıklan yerlergeriye kalmıştır. O sıralarda öninsanın kafatası kapasitesi günümüzün maymununkinin büyüklüğünde ve kabaca beş yüz santimetre küptü (ya da çağdaş insan kafatasının üçte biri veya yanm litrekadardı.)

İnsanların evrimine ilişkin gerçek taşıl (fosil) tablosunun gelişimini' son zamanlarda genelde Afrika ve özellikle Doğu Afrika' da yapılan buluşların bolluğu sağlamıştır. 1960'lı yıllarınortalarınCıiıDoğu Afrika'da kirk-dolaylannda öninsan taşılı bulunmuştu. 1970 yılına değin bu sayı yüze ve 1970'li yılların sonunda sayı yedi yüze yaklaşmış bulunuyordu.

Güney Afrika'da bulunanlarla birlikte Afrika'da bulunm toplam taşıl ayısı bugün bini aşmıştır. Sonuç olarak, yirminci iizyılın başından beri her bulunan öninsan taşılı insan evriminin yeni bir düzenlemesini sağlamaktadır. Kuşkusuz şimdi de, bu konuda bazı tartışmalar yapılı-yor. Çünkü mozaik bilmece oyunundaki gibi, yeni bir parça hiçbir şekilde dört buçuk milyon yıllık tabloyu tamamlamamakta ve özellikle Australopitek (ya da güneyin insansı maymunları) konusunda tartışmalar sürmektedir. Bunlar insanın gerçek atalarıyla aynı zamanda yaşayıp 'Sonra mı ortadan kalktılar?' Ya da insan evriminin bölünmez bir parçası mıydılar? Bu tartışmalar ancak daha çok bilmece parçası bulunduğunda sonuca bağlanabilir. Australopitek'ler çok uzun zaman önce olasılıkla dört buçuk ya da yedi milyon yıl 'önce başlayan insan çizgisi üzerinde ayrı türler midir? Australopitek'ler bizim gerçek atalarımızsa, bunlar bazı maymunlara benzer özelliklerini insana benzer özellikleriyle birlikte koruyarak üç milyon yıl önce yaşamışlardır. Bu durumda gerçek insan çizgisi üç milyon yıldan daha eski bir tarihe dayanmamaktadır. Bu tartışma önümüzdeki yıllarda da tüm ateşliliğiyle sürecektir. Çünkü, in--sanın öyküsü aramızda her zaman heyecan uyandırmaktadır. Oysa ki, insan çizgisi üç milyon; yedi milyon ya da başka bir zaman bölümü uzunluğunda olsa bile, maymununkine benzer ve onunkinin büyüklüğünde bir beyin biçim değiştirerek daha sonraki kuşaklara intikaL. etmiştir. Günümüzde bir şempanzenin beyni 400 santimetre küp, bir gorilin beyni 500 santimetre küp iken en eski Australopitek'inki - 450 santimetre küp dolayındaydı. AustraIopitekus robustus ince yapılı olmasına karşın, beyni 500 santimetre kübe ulaşıyordu. tık kez alet yapan ve -elinden iş gelen Homo habilis'in beyni 750 santimetre küptü. Bunların yerine bir buçuk milyon yıl önce gene alet yapan, ancak ateşi de kullanan ve 900-1.100 santimetre küp hacminde beyni olan Homo erektus geçti. Daha sonra evrimde ileri doğru bir sıçrama daha oldu. Ağır kemikli, iri cüsseli, arada bir ölülerini gömen Neandertal insanı geldi.

Bunun beyni 1.500 santimetre küp tü ve günümüzün ortalama beyninden bile daha büyüktü, Bu nedenle, Homo neandertalensis bizlerden biraz daha akıllı olabilirdi (Kim bilir?). Ancak beyin büyüklüğü insanın akıllı olmasında etken değildir. Ayrıca etken olarak bazı taşıllarda saptanabilen beyin büklümleri ve canlı beyinlerde bile saptanamayan beyin sinirsel örgütlenmesi bulunmaktadır, Üstelik çağdaş beyinlerden bazısı öbürlerinin iki katı büyüklükte olduğu halde, sahiplerinde akıl yönünden ayırt edilecek bir fark görülmemektedir.

İnsan eliyle yapılmış aletler ilk kez yaklaşık üç milyon yil önce görüldüler. Bunlar kesici ucu olarak her iki kenarı kırılmış çakıltaşlanndan başka bir şeyolmayan kaba şeylerdi. Böyle aletlere biraz sanat değeri ekleninceye kadar binlerce kuşak yaşayıp öldü. Sonunda, neolitik insanların süper çakmaktaşı aletleri ortaya çıktı. çoğu kez insan evriminin bir patlama şeklinde olduğu söylenir. Oysa, alet yapmadaki ilerleme hızı hiç de övülmeye değer değildir. Kuşkusuz bu yargılamayı elde kalan aletlere bakarak yapıyoruz. Tüm tahta aletler yok olmuşlardır. Ancak insanın teknolojik ilerlemesinin bu yavaş hızı, akıl yeteneklerinin sürekli ve kararlı gelişmesinin tersine ve şaşırtıcıdır. İnsan giderek daha büyük bir beyin sahibi olmuş ama geriye bu büyük beynini kullandığı ve ona gereksinim duyduğunu kanıtlayan pek az sayıda iz bırakmıştır. Homo sapiens'in etkin tarihi yalnızca otuz bin yıl önce baş-lamıştır. Oysa insanın beyni sapiens düzeyine, hiç değilse büyüklük yönünden on binlerce yıl önce ulaşmıştır. Ve birdenbire, insan kendine gelir gibi sanatıyla; resim, yontu ve kültürel evrimiyle ileri çıkmıştır. Son 20.000 yıl içinde daha önceki iki milyon yıldan çok daha fazla teknolojik ilerleme sağlanmıştır. Ve kuşkusuz, neolitik devrim ile tarihin başından bu yana (son 10.000 yıl içinde) yapılan her şey, daha önceki tüm ilerlemeleri önemsiz düzeyine indirmiştir.Gerçeklerin hakkını yemeden ve unutmadan şunlan da ekleyelim:

Yakın geçmişte tüm atalanmız akıl yönünden birbirlerine benzer biçimde donanmışlardı. Şu ana kadar bilindiği kadanyla avcı-toplayıcılar, ilk mağara adamlan, mağara sanatçılan, neolitik çiftçiler, Sümer tabletlerini yazanlar ve çağdaş ofislerde çalışanların hepsi birbirlerine çok benzeyen bir beyne sahiptiler. Yalnızca kültürel miras, insanlan bugünkü düzeylerine getirmiştir. Julian Huxley'in dediği gibi, «İnsan, kalıtımına geleneği eklemiştir».

Konuşmanın kökeni. Tüm yüksek hayvan türleri iletişim yapar; ama hiçbiri, bu davranışlanyla insanoğlunun yeteneğine yaklaşamazlar. Uyan çağrıları, homurtulu sinyaller, zevk almayı gösteren sesler ve diğer sedalar insan dili (ya da Iisanı. Yalnızca dil; lisan demek daha doğru olur çünkü başka türlerin dili yoktur) ile aytıı değillerdir. On sekizinci yüzyılda yaşayan Alman Tannbilimcisi G. Herder, «Adamın insan olmasına yardım eden yalnızca dilidir» demiştir. Gerçekten dil; gelenek ve kültürün yalın biçimde diğer kuşaklara bırakılmasına yardımcı olmuştur.

Bu konuda hiç bilinmeyen şey, insanlar arasında konuşmanın ne zaman başladığıdır. Anatomik yönden (dil, gırtlak ve damak yoluyla) konuşabilme. yüz binlerce yıl önce bile mümkündü. Sinirbilimsel yönden de konuşma aynı zamandan beri mümkündü; çünkü, beyin gene böyle büyüktü ve uygun loplan bulunuyordu. Konuşmanın başlangıcına ilişkin fikirler çok yakın çağ (üst Paleolitik dönem) ile çok eski dönemIere (Homo'ların başlangıcı) dek değişmektedir. Bu konuda iki temel görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş, dili çok eski olarak kabul eder Ye insanoğlu ile dilin birlikte evrime uğradığını savunur. Büyük beyin, benzersiz ve eşi olmayan konuşma sanatı ile iletişimin duyarlı üstünlükleri hep birlikte uyum içinde gelişmişlerdir. Beyin, büyüklük ve örgütlenme yönünden geliştikçe konuşma da gelişmiştir. Ve bu gerçekleştikçe insanoğlu kendisine paralelolmayan diğer türler arasında ilerlemiş ve öne çıkmıştır.

Konuşmak insan olmaktır. Bu nedenle, konuşma başladığında insanlık da başlamıştır.

İkinci görüş, konuşmanın kökenini paleolitik döneme koyar ve insanoğlunun kültürel evriminin birdenbire oluşmasını buna bağlar. Çünkü yaklaşık yüz bin kuşak insan boyunca, bedenin ve beyninin geliş-mesi dışında pek az şeyolmuştur. Sonra birdenbire yaklaşık bin kuşak önce insanoğlu öne çıktı, hayvanlardan farklı olduğunu kanıtladı, daha önce düşlenemeyen teknolojik gelişmeleri yaptı ve kuşkusuz akıllı insan (sapiens) olduğunu gösterdi. Eğer bu gelişme temposu daha önce mümkünse, neden daha önce gerçekleşmemişti? Eğer konuşma daha eski bir çağda oluşmuşsa, diğer her şey neden son zamana kadar beklemiş-ti? Ve yeteneklerimizi başlatan ne olmuştu?

Her iki kuram da çekicidir. Ancak her ikisi de diğer bilinmeyenlere dayanmaktadır. Öninsanm beyni üzerine seçimini yapmas .çin ne türden bir baskı uygulanmıştı? Ne türden bir güç, onun yeteneklerini ileti-şim yapması için dürtüklemişti? Adama karşı çıkan adam bir mahmuz sağlamış olabilir; ancak insanın şaşırtıcı derecede kavgacı ya da aynı şekilde banşsever olduğunu gösteren bir ip ucu bulunmamaktadır. Ya da böyle bir ipucu örneğin bazı Australopitek'lerin kafatasının iki yanında görülebilir. Bu kurbanlara ya zalim bir biçimde vurulmuş ya da beyinlerinin tadına bakılmıştı. Burada tek kesin konu, hiçbir şeyden kesinlikle emin olamayacağımızdır. Konuşmanın, adeta bir çocuğun gelişmesi gibi yavaş yavaş, on binlerce yıla yayılmış bir şekilde başladığını ya da yağmur damlalan gibi aceleyle birdenbire du dakI ardan dökülüp oluştuğunu bilemiyoruz. Hayvanlar ruhsal durumlarını, niyetlerini, tepkilerini açık açık ortaya koyarlar. Ancak bizim dediğimiz gibi bir ağaca ağaç 'demezler. İnsanın kaydettiği ilerleme, nesnelere birer ad verme ve adlarla birlikte gidecek sıfatlan da koyabilmelerindedir. Olasılıkla bu dilbilgisinin önünde gelmiş ama dildeki sonra gelen adımlar pek geriye kalmamıştır. Ya da olasılıkla olaylar farklı sırayla cereyan etmişlerdir. Ancak, bebekleri mizin dilbilgisindeki seçimleri önce adların sonra sıfatların kullanımı şeklinde olur, örneğin köpek'ten iyi köpek'e geçer ve «Bana iyi köpeği verin» derler. Bebeklerin bu gelişimi, konuşmanın gelişimi için de en iyi kılavuzu oluşturabilir. (Konuşmanın ünlü bir bebeğe söylendiği şekilde gelişmemiş olması muhtemeldir. İskoç deneme yazarı ve tarihçisi Thomas Carlyle'nin bir yaşında bir çocuğa, birdenbire düşünmeden söylediği ünlü sözler şöyleydi; «Ne gibi hastalıklar var sende minicik Jock?»

Bir olasılık da, dilin gelişmesinden önce ınsanların dikkate değer biimde işaretleri geliştirmiş olduklarıdır. Bugün bile, bizler pek çok bilgi ya da haberi yalnızca yüz veya beden hareketleriyle karşımızdakine aktarırız. En büyük sözlüklerdeki sözcük sayısından daha çok bu türden işaretin var olduğu hesaplanmıştır. 1869-1955 yılları arasında yaşayan Sir Richard Paget insanların 700.000 jesti yapabileceğini öne sürmüştür.

Bunun genellikle bir abartma olduğu düşünülür ancak bu şekilde yüz zat çok düşünülmüş olsa bile, ortaya çıkan sayı etkileyicidir. En gerekiz sözcüklerle dolu sözlüklerde bile 550.000 sözcük bulunmaktadır. Pek çoğumuz çok daha az sözcükle (dört bin dolayında) durumu idare edip yaşayabildiğimize göre, sözlüklerde de bir abartma var olduğu ve Sir Paget'in haklı olduğunu düşünebiliriz. Basit toplumlarda ve karmaşık toplumların geri kalmış kesimlerinde konuşmada kullanılan sözcük sayısı dört yüzü geçmez. Seğirmeler, surat buruşturmalar, omuz silkmeler, göz ve kaş kaldırmalar. -dudağı bükme ve büzmeler, köpek gibi hırlamalar, yılışık yılışık sıntmalar, baş sallamalar, parmak hareketleri ve benzerlerinin bazıları çok kesin ve adeta duyulabilir nitelikte olmak üzere böyle kişiler ya da hepimiz için kolayca dört yüz sayısını aşarlar. Jestler, hayvanların iletişimindeki gibi, ruhsal durum ve tepkileri oldukça ayrıntılı biçimde karşımızdakine aktarmada yardımcı olurlar. Ve belki de bu tartışmaya göre, Homo sapiens işaretlerden sözcüklere geçtiğinde vrimde bir patlama oluşmuştur.

Alman bilim adamı Ernst Heckel bir zamanlar konuşamayan öninan Pithecantropus aIalus'u atamız olarak öncrmişti. Bilim adamı, bu fikrini sürdürüp gerektiği gibi bizleri Homo vocalis olarak adlandırma-ınıştır. Konuşma bizleri daha akıllı yapmaz ama onun kültürel evrimde bir destek olduğunu ve sözcükler simgeler şeklinde yazılmaya başlandı-ğı anda kültürel evrimin daha iyi bir hale geldiğini söylememiz gerekir.

En ünlü bilgin lsaac Newton, ~Başka bir kanıtın yokluğunda yalnızca başparmak beni Tanrı'nın var oıduğuna inandırır» demiştirBu durumda ilk - parmaklarını diğerlerinin Karşısınagetrrebilen maymunlar daha az inandırıcı olamazlardı. İnsan, bu büyük matematikçinin bir maymun görüp görmediğini, gördüyse onun 'becerikliliği üzerine düşünüp d-- --~ edigini merak eder' Ancak bilim adamı sözlerinde haklı-dır. El, fazlasıyla dikkati çeke bir aygıttır. Günümüzdeki tartışma, elin, Tanrı'nın var oluşunun bir kanıtı olmasıyla daha az ilgilenerek, yumurta ve tavuk tartışmasında olduğu gibi, elin öninsana izin verip, onu yüreklendirip, insan beynini geliştirip oluşturduğu ya da sürekli ve kararlı bir biçimde gelişen beynin acımaz bir biçimde elin becerikliliğini artırdığı konularıyla ilgilenmektedir. Primatlarda diğer hiçbir tür, bu denli akıllı ve elleriyle bu denli yetenekli değildir. Bu iki özelliği insanca kullanabilmek el ele gider.

İnsanın kolundaki düzen, biyolojik deyimle hem ilkel hem de ileridir. Bir üst kol kemiği (pazı kemiği), iki alt kol kemiği (önkol ve dirsek kemikleri), bir bilek (iki sıra şeklinde sekiz kemik), beş el tarağı kemi-ği (metakarp'lar) ve beş parmaktaki kemikler (başparmakta iki, diğer parmaklarda üçer tane)'den oluşan bu düzen kuşkusuz ilkeldir. Örne-ğin amfibyumlar, beş parmaklı el ve ayak parmağı izlerini taşıdıkları için yüksek düzeyli memeli, maymun ve insanlar tarafından küçük görülemezler. Oysa, pek çok memelinin bu konuda anatomisi bozulmuş ve bunlar çok eski sisteme dönmüşlerdir. Toynakhların çoğu iki parmak üzerinde, atlar ise tek parmak üzerinde koşarlar. Bununla birlikte, insanın ön ayağı (kolu), yalın ve ustaca yollardan gelişmiştir. Kolların elde biten ucu gene beşli sistemi taşır ama amfibyumlarınkiyle gerçekten kıyaslanamazlar. İnsanın eli ilk kez Paleozoik zamanda evrime uğramış ve sonra bu evrim sürmüştür. Tüm Tersiyer devri boyunca ve yaklaşık elli milyon yıl süreyle maymunların tümü ağaçların üzerinde yaşamada uzmanlaşmışlardır. Ağaçlarda yaşayan maki atalanndan ağaçlarda yaşayan maymunlara gelindiğinde çok hareketli ön ayaklar gelişmiştir. Bu hayvanlarda kürek kemiği ve köprücük kemiğinin her ikisi de üst kola kendiliğinden hareket yeteneği vermek üzere korunmuş; ancak etobur ve toynaklılar köprücük kerni-ğini yitirmişlerdir. Maymun ve öninsanda dirsek ve bilek çok geniş hareket alanına izin verecek biçimde gelişmiştir. Diğer hayvanlardan kaçı bedeninin her yerine ayaklarıyla ulaşıp oraları kaşıyabilir?

Newton'un başparmağı onun temel değeriydi oysa pek çok diğer primat böylesine karşı karşıya gelebilen parmaklara sahiptir. Ancak bunlar, iki önemli fark nedeniyle pençelerini insanın elleri gibi kullanamazlar. Birinci fark insanın eliyle aynı anda iki tutuşu birden uygulayabilmesidir. Örneğin, avucun içinde bir küreyi sıkıca kavrarken bir başka cismi başparmak ile ikinci ve üçüncü parmaklarımızIa zarif (ya da güçlü) bir şekilde tutabiliriz. Bu çifte becerikliliğin yalnızca parmakların karşı karşıya gelmesinden daha yararlı olduğu düşünülür. İkinci ve aynı derecede önemli fark. beyin ve omurilikte bulunan piramidal hücrelerden çıkan liflerin transmisyonunu sağlayan oluşumlar aracılı-ğıyla önbeyin ile elirniz arasında doğrudan bir sinir bağının bulunuşudur. Örneğin, bir şempanzenin ön ayağı sinirsel yönden çok iyi şekilde bağlantılı olmadığı için bu hayvanın yetenekleri insanın eline kıyasla beceriklilik ve incelikten yoksundur. Bir piyanisti piyano çalarken gözleyin. Çok yetenekli piyanistlerin bir tek işaret parmağıyla saniyede on kez tuşa basabileceğini bilini Bir insan yüzünün resmini yapan sanatkar bir ressamı gözlernleyirıf Yaptığı resim yalnızca bir insan yüzüne değil aynı zamanda resmi yapılan insanın yüzüne itiraz edilmez biçimde benzeyecektir. Tüm mükemmelliğe karşın, bir şempanze bu gibi konularda hiçbir yere gelemez.

Maymunun eli oluşmuştur ancak onu yönetecek insan beynine benzer bir beyni yoktur. Bununla birlikte, elleri meyve toplamaya, yaprakraklan koparmaya, ağaca tırmanmaya, yemek yemeye, su içmeye, kürkünün tüylerinin bakımını yapmaya, taş atmaya, kaşınmaya, dövüş etmeye, yuva kurmaya, bir tür alet yapıp kullanmaya ve karıncalann yuvalanna saman çöpünü sokmaya yararlar. Herhalde ilkel insanın eli de benzeri yeteneklere sahipti. Bu türden etkinlikler o zaman her işi kapsarken ya da böyle olduklan varsayılırken ilkel insanın becerikliliğin SInırlannı zorladiğını düşünmek şaşırtıcıdır. Ne yazıktır Homo habllls'in (1.750.000 yıl öncesinin elinden iş gelen insanı) ortaya çıktığı ilk zamanlar ile 50.000 yıl öncesinin Neandertal adamının var oluşu arasında insana ilişkin hiçbir el kemiği bulunamamıştır. Şu soru (olasılıkla her zaman) var olacaktır: İnsan beyninin evrimi kısmen insan elinin geliş-mesine mi yardım etti ya da insan elinin yeteneklerinin ilerleyişi kaçınılmaz sonuçla beynin gelişmesini mi sağladı?

Son zamanlarda diğer primatlann alet yapmalan ve bunları kullanmalan konusunda yapılan buluş 'Ve gözlemlere büyük ilgi gösterilmektedir. Bugüne değin yalnızca şempanielerde on üç farklı alet kullanma örneği gözlemlenmiştir. Şempanzelerin buhünerleri uzun ömürlü olmuş bir sınıflamayı alt üst edip yıkmıştır. İnsanı «alet yapan hayvan» diye ilk kez tanımlayanların arasında Benjamin Franklin de vardı. Şempanzeleri gözlemleyen Louis Leakey söyle demiştir, «Bizler ya alet yapmayı ya da insanı yeniden tanımlamak zorundayız.»

Şempanzenin de etkinliği olan alet yapımı sonunda aleti geliştirme haline gelmiştir. Homo'nun milyonlarca yıl süreyle yaptığı şekilde bir çakmaktaşı ya da çakıltaşına kesici ağız açmak ile karıncalan yuvasından çıkarmak için yapraklan sıynlmış bir dalı oluşturmak arasında açıkça pek az fark bulunur. Oysa, insanın tanımı da değişmiştir. Daha önce yalnızca beynin büyüklüğü göz önüne alınıyor ve bu, paleontolog (eski varlıkbilimci) Arthur Keith'in adından yapılan «Keith'in Rubiko nu. ye anılarak insanlık için denektaşı oluşturuyordu.' O sıralarda alet 'apan insan tanımı egemendi. Oysa, daha sonra şempanzelerin yetenekleri durumu karıştırdı. Ve günümüzde çağdaş eğilimlere göre, insanın tanımı yapılırken konuşma ve dil kullanılmaktadır. Taşıl kafataslarında beynin büklüm izleri ve olası konuşma alanlarını saptamak için zekice çalışmalar yapılmasına karşın, konuşma ve dilin izlerinin taşıllaşmadıkları görülmüştür. Bundan dolayı, konuşmanın ve sonuç olarak ınsanın ne zaman başladığını söylemek olası değildir. Beceriklilik. Bunun tarihinin saptanması kolaydır. İnsanoğlunun aklı-nın, yaratıcılığının, buluş yeteneği ve becerikliliğinin en alt düzeyde kanıtlan olan çakıltaşından aletler altmış bin kuşak İnsan tarafından kullanıldıktan sonra ilk kez elle yapılmış baltalar görüldü. Bunlardan en eskisi 1.500.000 yıl da da 75.000 kuşak insan önce Afrika'da yapılmıştı. Bu dönemde, diğer yerlerdeki insanların yaratıcılığı çok daha aşağı düzeyde olmalıydı. Çünkü, Avrupa'da bulunan bu tür eşyaların en eskisi 400.000 ve İngiltere' de bulunanlarınki ise 250.000 yıllıktı. İnsanın ilerlemesini tanımlamak için çoğu kez patlama sözcüğü kullanılır. Oya yukarda sözünü ettiğimiz üretkenlik olsa olsa sümüklüböcek hızıyla ilerleme şeklinde tanımlanabilir. El balta sı yapıldıktan sonra da teknolojik gelişmenin yavaş adımlan sürdü. Aynı zamanda tahta eşyalar da yapılmış olmalıydı. Çünkü çakmaktaşı ya da obsidiyen denilen çok sert volkanik taştan ok başı yapmaya yetenekli olan eller böyle bir tek başanyla yetinmemiş olsalar gerek. Herhalde diğer alanlarda da çalışıyor, olasılıkla deriden eş-yalar, tuzaklar, ok ve yaylar, evler ve el sanatı ürünleri yapıyorlardı. Ne yazıktır, bunlardan hiçbiri zamanımıza kadar sağlam kalmamıştır. Eller ne denli meşgulolursa olsun, çağdaş standartlar yönünden bu ilerleme hızı pek yavaştı. El yapısı baltalar ile üst Paleolitik devir e,ndüstrilerinin (bunlar sırayla Chatelperonian, Aurignacian, Cravettian ve Magdelian adlanyla anılırlar) başlangıcı arasında yetmiş bini aşkın kuşak insan geçmişti. Paleolitik devirde işe sanatkarlık egemen olmuş;

kemik, geyik ve karaca boynuzu, fildişi, ağaç ve çakıltaşı ile diğer taş-ların kullanılması başlamıştı. İşte bu devir ile günümüz arasında geçen sürede 2.000 kuşak insan yaşamış ve uzun süren teknolojik durgunluksona ererek modem çağlar başlamıştır. Bu sürede değişme çok belirginbiçimde hızlanmış, el ve beyin daha önce olmayan bir şekilde eşgüdüm içinde birlikte çalışmaya başlamışlardır.

İlk insana ilişkin taşıl kayıtlannın bu derece yetersiz oluşu üzücüdür.- Geçen beş milyon yıl içinde, belli bir anda dünya üzerinde bir milyon insanın yaşadığı, her kuşak insan için ortalama yirmi yıl süre yaşam uzunluğu olduğu ve toplam 250 milyar insanın yaşamış olduğu varsayılırsa şimdiye dek bulunan bin dolayındaki insan kalıntısının pek az olduğu görülür. Bu yüzden mozaik bilmece oyunundaki gibi, bulunan parçalar bu uzun dönemin şurasına burasına yerleştirilebilir ve acıklı bir eksik görünüm ortaya çıkar. Gerçekte tüm öykü varsayımlara dayanmaktadır. Habilis'lerin beyni ne denli ilerlemişti? Elleri nasıldılar?

Konuşma (anatomisiyle) ve dil (dilbilgisiyle) bu bir milyon yıl içinde ne zaman evrime uğramıştılar? Neden böylesine bir durgunluk sürüyordu? Ya da tersine, bir teknik ilerleme var mıydı? (Avustralya yerlileri olasılıkla birden çok göç dalgası halinde kırk bin yıl önce dolaylarında anakaraya varmışlardı. Beyin, eL, göz, dil ve gereksinimleri diğer yerlerdekine benzemesine karşın bunların, Avusturalya'ya Avrupalılar geldiğinde elle yalnızca kırk tür eşyayı yapabilmeleri şaşırtıcıydı. Asya kıtasının güneydoğusundaki adalarda insanoğlu binlerce yıl geçirmesine karşın, özellikle Tasmanya adasında elle yapılmış eşya türleri sayısı-nın kırktan bile az oluşunun göstergeleri insanı hayretler içinde bırakır.)

Salt paleontoloji dışındaki diğer' çalışma alanları da bu tür sorulara yanıt getirmez. Jane Lancaster şöyle yazmıştır; .. :İnsa~sı maym~ ve maymunların iletişimleri hakkında daha çok şey ogrendıkçe, bu sı.~-temler bize insan dilini anlamamızda daha az yardımcı olmaktadır.» Gunümüzün insanı konuşmayı o denli yararlı bulur ki, hayvanların ne denli iyi iletişim yaptıklarının unutmak hemen kolaylaşır. J. S. Weiner şöyle demiştir; «Birlikte yapılan avcılığın uygulamaya konul~as~. ya da hüner isteyen alet yapımının •öğretilmesinin dilolmaksızın mumkun olabileceğine İnanmak giıçtiır.» Eller üzerinde oldukça iyi bir uzman olan John Napier bu fikre katılmaz 've, «İlkel insan, dili olmaksızın işbirliği yapabiliyordu» der. Napier konuşmasını «olasılıkla» Australopitek'ler ile Homo erektus arasındaki dönemde geliştiğini ileri sürer ve şöyle der; «Ve bu arada' beyin büyüklüğü de hemen hemen iki katına ulaş-mış; 508 santimetre küpten 974 santimetre kübe çıkmıştır.» Ellere gelince eğer onlar da beyin gelişmesine paralelolarak aynı sıçramayı yapmışlarsa, bunu zamanımıza ileten bir şey ne yazıktır, kalmamıştır. Belki de kemiklerin taşıllaşması şansının pek az oluşu, bulunmuş olan kemik taşıllarının da çok incelmiş olmaları nedenleriyle hiçbir zaman beynin ne zaman yetenekli (insanın maymunlardan önemli derecede ileri) hale geldiğini; ellerin ne zaman hünerli (şempanzelerin hünerlerinin önünde olmak üzere) hale geldiğini ve konuşmanın da ne zaman geliştiğini (ilk atalarımızın homurtu ve surat hareketlerinin ötesinde, tümüyle bir iletişim ortaya koymaları şeklinde) kesin çizgileriyle hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

İlk zamanlarda ellerin eşya yapmaktan çok daha fazla iletişim yapmak için gerekli olduklarını ileri süren bir kuram bulunmaktadır.

Bu kuram çok hoştur üstelik John Bulwer'in 1644 yılında yazdığı şu lirik satırları buraya aktarmama izin verdiği için daha da hoştur : «El'in hareketi ve uzatılması kesinlikle konuşmayla ilgili olarak bilinir. Konuşma ile birlikte El'in bu hareketleri insanın söylediği sözleri açıklar, yöneltir, zorlar, uygulatır ve güçlendirir. El'in bu hareketi olmasa konuşma sevimlilikten yoksun ve çıplak kalacaktır.»

Eller ile beyin arasındaki ilişki belirgindir. Ancak bu ilişkinin bile belirsiz bir yanı vardır. Nazi işgalinden önce Polonya'da yaşayan Charlotte Wolf, ellerin hastalıkların tanısında işe yarayacağı konusundaki fikirlere öncülük etmişti. Wolf'a göre, eski el falı sanatının modern çağlarda gözden uzak tutulmaması gerekiyordu. Nasıl astroloji astronomiye, simya kimyaya ve büyücülük psikolojiye öncülük etmiş-se ellerin incelenmesi de çağdaş tıp tarafından önemsememezlik edilmemeliydi. Gerçekten bu iki konu arasında tuhaf bağlar bulunmaktadır.

Örneğin:

Down sendromu genellikle anormal avuç içi izleriyle gözlemlenir. Hipofizin yetersizliği gene elden ortaya çıkarılır. Sinir krizleri çoğu kez morarma ve tipik el hareketleriyle birlikte görülür. Bazı dolaşım ve akciğer hastalıkları, parmakların trampet bageti biçimindeki şekil bozukluğu ve tırnakların saat camı görünümü almasına eşlik eder. Kanser tırnakların büyümesiyle görülebilir.

Tulane Üniversitesi profesörlerinden Harold Cummins ilk kez (1936 yılında) avuç içi ve parmak izlerinin tıpta yararlı olduklarını göstermişti. Bunların başlıca önemi, Down sendromunun (ya da mongolizm veya trisomi 21 ile ilgili ayrıntılı bilgi almak için ilerde kusurlu olu-şumlar adlı başlıktaki açıklamalara bakınız), normal parmak uçlarına göre daha az parmak içi helezon i kabarıklıkları, kıvnm ve radyal ilmek çizgilerinin görülmesi eğilimiyle anlaşılır. Mongoloid kişilerde yüzük parmağı (ya da dördüncü parmakta) böyle radyal çizgiler olasılıkla normal kişilere göre daha çoktur. Bu hastalarda olasılıkla avuç içinde maymunlarınkine benzer Simian kırışıklığı bulunur. Bu kırışıklık parmaklara yakın yerde, yatay ve elin bir yanından öbür yanına uzanan tek bir çizgidir. Mongoloidlerin yüzde-Bü'inde bu tuhaf durum varken normal kişilerin yanlnızca yüzde Tsinde ve yalnızca tek elinde bu kırı-şıklık bulunur.

El falına bakanlar kişilikle de ilgilenirler. Bu yolda kurulmuş olan Fizyolojik Şekilleri İnceleme Derneği gibi topluluklar, kişiliğioluşturan bazı özelliklerin ayrı ayrı parmak uçlarındaki kabarık, kıvrım ya da ilmek şeklindeki çizgilerle bağlantılı olduklarını ileri sürmektedirler. Bu veya buna benzer karakter değerlendirmelerini alaya almak çok kolaydır. Örneğin, bir zamanlar frenolojistler (kafatası biçimine bakarak insan karakter ve yeteneğini belirtme bilgisiyle uğraşanlar) tarafından benzeri açıklamalar yapılmıştır. Burada iki konuyu anımsamak yararlıdır. Bunlardan ilki, F. J. Gall'ın öncü çalışmalandır. Bu çalışmalarında Gall, hemen hemen yüz yıl önce beynin bazı alanlarında belirli bazı özelliklerin yerleşmiş olduğunu bulmuş olan Broca'yı ve daha sonra beynin bazı alanlarının insanın çeşitli özelliklerini denetlemekte olduğunu da bulmuş olan Wernicke'yi doğrulayıp desteklemişti. İkinci konu, Down sendromunda akıl noksanlığının gözün üzerindeki deri parçasının katlanıp gözü örtmesi ve avuç içinde kolayca ayırt edilen çizgiyle birlikte oluşudur. Eğer bir akıl anormalliği ellerde görülebilirse, diğer özelliklerin de görülmesi güçlü olasılıktır. Her nasılolmuşsa olsun, beyin ve el birlikte evrime uğramışlardır. Birindeki kusur, diğerlerindeki anorrnallikle eş gidebilir. 1934 yı-lında Julian Huxley şöyle yazmıştı; «Yalnızca insanda el, beyinle mükemmel bir eşgüdüm sağlamıştır. Bir bebek ellerini maymuna pek benzer bir şekilde kullanır. Ancak beyni çok çabuk gelişip olgunlaşır ve bebek ellerini 'isteğine uygun biçimde kullanmaya başlar.» Bu sözleri bir sonuca bağlayan düşünce ise, her iki eli eşit şekilde kullanan pek az kişinin dışında, tüm yaratıcılığımızı aklımızı kullanarak tek elimize uygulamakta oluşumuzdur. Bir işi iyi kullanamadığınız elinizle yapmaya çalışın. Sonuç ilkel habilis'in çakıltaşından yaptığı kadar az sanat gösterisini içerecektir. Oysa, iyi elirniz çok farklı bir yetenekle çalışır. Ortaya çıkan şeyler arasındaki fark, bir çakıltaşından kaba, hantal biçimde yontularak bir eşya yapılışı ile neolitik çağda sivri uçlu,, duyarlı, parlak cilalı bir ok başının yapılışı arasındaki görülen fark gibidir. Olasılıkla bir ele daha egemen olma, ellere sahip olmanın sağladığı eceriklili gin ötesindeki bir becerikliliğe doğru giden önemli bir adımdı.

Kültürel evrim

«Afrika'l ı zencilere karşıt olarak, onlann hiçbir zaman bir bilim adamı çıkarmadıkları söylenmiştir. Oysa, ağırlık ve ölçü birimleri, saat ve takvimleri, gözlem ve deneyimlerinin kaydı için hiçbir araçları bulunmazken bir bilim adamı çıkarsalardı bu nasıl bir bilim adamı olurdu? Bütün bunlan neden zencilerin bulmadığı da sorulsa, yanıt bu sayılanların hiçbirini de Avrupalılann bulmamış olduğu şeklinde verilebilirdi ... »

Bu tür varsayımlan bir perspektife oturtan Lord Raglan kuşkusuz bir Avrupalıydı. Sayılan araçlan onun atalan yapmış değillerdi. Ve de açıkça bunlan Avrupalıların atalan yapmadıklanna göre, başka kavimler tekerlek, cetvel, teleskop ve benzeri basit aygıtlan bulmuşlardı.

Ancak, buluşlar hızla gerçekleşmezler. İnsanoğlu buluşçu olmaktan daha çok başanlı bir uygulayıcıdır. Örneğin, balon ilk kez 1783'te havaya uçuruluşundan yüzyıllarca önce havalandırılabilirdi. Bunun için gereçler çok daha önce elde hazırdılar. Planörler de on dokuzuncu yüzyılın sonundan önce uçurulabilirdi. Çünkü bu yolda daha önce pratik bazı adımlar atılmış bulunuyordu.

Yaratıcılıktan daha önemli olan, zamamn oluşturduğu ruhsal durum ve havadır. Lord Raglan sözlerini sürdürerek Afrika ya da Avrupa'da böyle şeylerin bulunmuş olmamasının nedenini şöyle açıklar;

«Bunların bulunuşunu mümkün kılan ender ve belki de benzersiz durumlar mevcut değildi.» Mezobotamya, tarihinde birçok kez bu ko-şullara sahip olmuştur. Aynı şekilde Rönesans İtalya'sında ve zamanı gelince İngiltere'de bu koşullar yaşanmıştır. Durum her zaman başlangıçtaki gibi olmamıştır. Bin beş yüz yıl önce Çiçero şunu yazıyordu;

«Kölelerinizi İngiliz adalanndan almayın. Çünkü oralılar öylesine aptal ve kendilerine bir şey öğretilmesi güç insanlardır ki, bunlar Atinalı bir ev havasındaki konutun insanlanna hiçbir şekilde uyamazlar.»

Oysa, o İngiliz adalan insanlan daha sonra dünyanın pek çok kesimini köleleştirip dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuşlardı.

İlk zamanlarda Homo'nun teknik ilerleyişinin yavaş oluşunun nedeni onun ya bir bilgiyi edinemeyişi ve uygulayamayışı ya da aynı şekilde öğrendiklerini k.endisinden sonrakilere aktaramayışındandı. Böyle yıllar sona erdiğinde ve bilgi edinilip başkalanna aktanlmaya başlanıldığında, ilerleme hızının artması kaçınılmazdı. Bu bilgi edinme ve aktarmanın, insanoğlu çağdaş beyin büyüklüğünü kazandıktan sonra belirgin bir derecede gerçekleşmiş olması dikkate değer bir gerçektir. Bu, evrimimizin önemli aşamalarından birisidir. Böylece bilimi başlatacak ve sonunda kendi kökümüzü kazıyabilecek bir akla sahip oluyorduk. Baş-langıçta birçok insansı maymunun yaptığı gibi, bir avlama-toplama etkinliği bulunuyordu ama ne olursa olsun biz insanlar biraz daha farklıydık. Geçmişte pek çok tür, bazı organlarının aşırı ve nedeni açıklanamaz biçimde büyümesi nedeniyle dünya üzerinden yok olmuştu. İnsanoğlunun durumuna- gelince, çok gelişen ve bu nedenle anlaşılması güç duruma gelen önbeynimiz bizim de dünya yüzünden kalkmamıza neden olabilir. İri geyiklerin boynuzlarının koskocaman oluşlarıyla yeryüzünden silinmelerinin de ötesinde, insan beyninin çok aşırı büyümesi yalnızca kendi ttirünü değil dünya üzerindeki tüm canlıları ortadan kaldırabilecek bir yeteneğe sahip olması sonucunu getirebilecektir.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp