depresyonda mıyım uzman tv

Depresyonun nedenleri 2 :

Monoamin kuramı
Bu görüşe göre depresyon olgularında norepinefrin, serotonin (SHT) ve dopamin azalmıştır veya bu reseptörlerde up regülasyon vardır. Diğer bir deyişle bu reseptörlerde sayı ve duyarlılık artışı vardır. Bunun depresyon nedeni olduğu kabul edilmektedir. Bu nörotransmitterlerin geri emiliminin blokunun antidepresan etkiye neden olması klinik açıdan bu görüşe kanıt olarak ileri sürülmektedir . Serotonin; anksiyete, depresyon ve obsesif kompulsit bozuk luk yanında şizofreni, inmeler, hipertansiyon, vasküler bozukluk ları, migren. ve bulantı oluşumunda da işe karışmaktadır. Serotonin ilk kez 1948 yılında Page ve arkadaşları tarafından kanda daha sonra da merkezi sinir sisteminde izole edilmiştir. Yapısalolarak norepinefrin ve dopamine benzerlik gösterir. Merkezi ve periferik etkileri vardır. Yoğun olarak bulunduğu 3 bölge vardır.

1 Barsak duvarları: Buradaki işlevi ile gastrointestinal sistem motilitesini düzenler.
2 Kan damarları: Buradaki işlevi ile büyük damarlarda büzüşmeye neden olur.
3 Merkezi sinir sistemindeki işlevi ile de iştah, uyku, bellek, öğrenme, ısı regülasyonu, duygudurum, davranış (cinsel ve varsanılar), kardiyovasküler, adele kasılması, endokrin düzenleme ve depresyonda işe karışır.

Periferik işlevi ile trombosit işlevini düzenler. Gastrointestinal sistem motilitesini, karsinoid tümörlerde salgıyı sağlar. En az 7 alt tipi tanımlanmıştır. Bunlar da kendi aralarında alttiplendirilirler. Tirozin norepinefrin öncül maddesi olup genel dolaşımdan beyin dokusuna aktif taşınma pompası ile taşınır. Bu norepinefrin aktif taşıma pompasından farklıdır. Nörona taşınan tirozin aşağı daki aşamalardan geçerek norepinefrin sentezini sağlar:

1 Tirozin hidroksilaz: Norepinefrin sentezini düzenleyen bi rinci derecede önemli, hız sınırlı bir enzimdir. Tirozini LDOPA'ya döndürür.
2 Dopa dekarboksilaz: DOPA'yı dopamine çevirir.
3 Dopamin ~ hidroksilaz ise dopamini norepinefrine döndürür. Sentezlenen norepinefrin sinaptik aralığa salınmak üzere veziküllerde depolanır.

Norepinefrin nöron içinde monoamin oksidaz ve katekol 0 metil transferaz (COMT) aracılığı ile yıkılır. Noradrenerjik işlev yal nızca bu enzimlerce değil taşıma pompası aracılığı ile de son landınlır. Bu pompa tirozin taşıma pompasından farklı bir pom padır. Norepinefrin taşıma pompasına "norepinefrin taşıyıcısı" veya "norepinefrin geri emilim pompası" denmektedir. Taşıyıcılar nörotransmitterlere özgüdür. Bu taşıma ile nörotransmitter işlevi son bulur. Dopaminin öncü maddesi de tirozindir. Norepinefrin sen tezindeki enzimatik aşamalardan ikisi ile sentezlenir. Dopamin de norepinefrine benzer şekilde monoamin oksidaz ve COMT ile metabolize olur. Dopamin taşınması da norepinefrine benzer. Ancak her nörotranstrıitterin taşıyıcısı yukarıda da belirtildiği gibi kendine özgüdür. Serotonin triptofandan sentezlenir. Triptofan, triptofan hidroksilaz ve dekarboksilaz enzimleri aracılığı ile serotonine döner. Norepinefrine benzer şekilde gerektiğinde salınmak üzere veziküllerde depolanır. Triptofan ve serotonin farklı taşıyıcılarla taşınır. Taşıma işlemi aktiftir. Presinaptik SHT ıA downregülasyonu serotonin salınımını nrı unr. Özgül serotonin gerialım engelleyicileri etkilerinde önemli lılr roloynar. SHT de presinaptik özellikte olup akson terminal lerlnde yer alır. Bu reseptörün uyarılması serotonin salınımını lıloke eder. Bu şekilde serotonin salınımı denetlenir. SHT ise postslnaptik regülatör reseptördür. Serotonin ile uyarılır. Uyarılma ile postsinaptik hücrede ikincil mesaj taşıyıcılarını harekete geçirir. Ilınlar da hücre içinde istenen etkiyi ortaya çıkaracak çevirici fak törlerin (transkripsiyon) üretilmesini sağlar. Bu faktörler nöronal Hen ifadelerini etkileyerek değiştirir. İstenen etki elde edilmiş olur.

5HT
ZA
ve SHT
ZE
alt tipleri halüsinojen etkilerinden sorumludur.
Antipsikotik etkiye de katkıda bulunur.
SHT • Ajitasyon
• Akatizi
• Bunaltı
• Panik atakları
• İnsomnia
• Cinsel işlev bozukluğuna neden olur.
uyarılması barsaklardaki, beyin sapı kusma merkezin deki ve hipotalamik yollardaki etkileri ile, • Bulantı
• Baş ağrısı
• Gastrointestinal sistem yakınmaları
• Diareye neden olur.
Merkezi sinir sisteminde norepinefrin ve serotonin karşılıklı etkileşim içindedir. Bu etkileşme iki şekilde olur:
1 Presinaptik
• Aksoaksonik
• Terminal az otoreseptör
2 Postsinaptik
• Aksodendritik
• Somatodendritik
• Uyarıcı reseptörler

Presinaptik etkileşme ile serotonin salgısı inhibe olur. Post sinaptik etkileşme ile ise serotonin salgısı artar. edilir. Aynı şekilde sıçanlarda bu bölgenin tahribi bu hayvanlarda kendi kendine kokain alma davranışını azaltmaktadır. Depresif olguların önemli bir bölümünde dopaminerjik işlev azlığı vardır. Bu eksiklik BOS'ta HVA ölçümleri ile değer lendirilmektedir. Araştırmalarda psikomotor inhibisyon gösteren olguların beyin omurilik sıvısında HVA düşük olarak bulunmak tadır. Intihar davranışı gösteren olgular için de bu bulgu geçerlidir. Yaşlı depresyon olgularında PET çalışmaları serebral kan akımının azalmış olduğunu göstermektedir. Perfüzyon azlı ğı prefrontal alan da daha belirgindir. Gençlerde kan akımı ya normal veya arka kor tikal alanlarda azalmış olarak bulunmaktadır. Bu farklılığın dopaminerjik innervasyon ile ilgili olma olasılığı oldukça yüksek tir. Antidepresan ilaçların klinik etkilerinde mezolimbikkortikal dopaminerjik yolların aktivasyonu önem taşır. Bu hayvan deney lerinde deneyselolarak gösterilebilmektedir. Uzun süreli antidep resan ilaç uygulaması mezolimbik sistemde fonksiyonel dopami nerjik reseptör miktarını değiştirir. Stres, hayvanlarda D reseptörlerinin sayısını azaltır. Bu değişim antidepresan ilaçlarla düzelmektedir. Serotoninin doğrudan ventral tegmental alana lokal olarak enjeksiyonu nükleus akkumbenste dopamin salınımını arttırır. Bu etkinin 5HT reseptörleri aracılığı ile gerçekleştiği düşünülmekte dir. Bu etki 5HT antagonistleri ile engellenmektedir. Bu madde ler aynı anda, morfin ve nikotin ile nükleus akkumbenste oluşan dopamin salınımının uyarılmasını da bloke ederler. Bu gözlemlere dayanarak 5HT antagonistlerinin ilaç bağımlılığında kullanıla bileceği düşünülmektedir.

Adrenerjikkolinerjik denge hipotezi Kolinerjik sistem merkezi sinir sisteminde temelde nükleus bazalisten kaynaklanan projeksiyonlardan oluşur. Bu sistemde göreceli bir artış depresyon oluşumunda roloynar. Azalma ise maniye neden olur. Gerçekten kolinomimetik etkili maddeler (öncü maddeler, kolinerjik agonistler, kolinesteraz inhibitörleri) antimanik etki gösterirler. Kolinerjik bozukluklar REM latansında azalmaya ve REM yoğunluğunda artmaya neden olur. Bu bozuk luklar bilindiği gibi depresyon olgularında izlenen bozukluklardır. Merkezi etkili kolinomimetik ilaçlar anerji, davranışsal inhibisyon ve depresyon belirtilerine neden olur. Konuşma, düşünme ve diğer birçok alanlarda aktiviteyi azaltır. Bu ilaçlar aynı anda antimanik etki de yaparlar. Asetil koli n öncülleri ve merkezi etkili kolinomimetik ilaçların kombine kullanımı muskarinik etkide artmaya neden olur. Benzer şekilde antiadrenerjik ve koli nomimetik kombinasyonu için de bu durum geçerlidir. Merkezi etkili antikolinerjik ilaçlar da antidepresan etki yaparlar. Kolinomimetik maddelerle hiperreaktivite göstermenin affektif hastalıklarda tanısal değeri vardır. Kolinomimetikler ACTH ve kor tizol salgısında artışa neden olurlar. REM latansını azaltırlar. Kolinomimetiklerin özgülolarak antimanik, depresojenik veya nonspesifik davranışsal inhibisyonu nasıl yaptığı tam olarak bilin memektedir. Etkilerini büyük ölçüde kolinerjik yollarda göster mekle birlikte diğer nörotransmitter sistemlerindeki değişikliklerin de buna katkısı vardır. Beyinde kolinerjik ve adrenerjik sistemlerin denge içinde olduğu kabul edilmektedir. Bu dengenin bozulması, kolinerjik tonusun ağır basması durumunda depresyon oluştuğu ileri sürülmektedir. Manide ise bunun tam tersi bir durum sözkonusudur. Kolinomimetikler ve uyarıcılar karşılıklı antagoniz ma gösterirler. Bu etkinin düzeneği tam olarak bilinmemektedir. Duygudurum bozukluğu olguları kolinerjik etkilere davranış, nöroendokrin ve REM uykusu bazında aşırı duyarlı biçimde yanıt verirler. REM latansı kısalır. Bu aşırı duyarlılık kişiyi affektif ve nöroendokrin değişikliklere karşı daha duyarlı hale getirmektedir. Trisiklik ilaçlarda da antikolinerjik etkinin antidepresan etkiye katkıda bulunduğu kabul edilir. Ancak antikolinerjik etkileri olduğu bilinen biperiden, mianserin ve viloksazinin antidepresan etkisini arttırmaz. Bu gözlemler kolinerjik aşırı uyarımın depres yona katkıda bulunduğu görüşü ile bağdaşmamaktadır.

Duygu durum bozukluklarındaki kolinerjik aşırı duyarlılığın doğru dan depresyona neden olmadığı, stres intoleransı şeklinde kişilik boyutunda işe karıştığı ileri sürülmektedir. İntihar eden olguların frontal kortekslerinde muskarinik reseptör yoğunluğunda belirgin bir artış bulunmaktadır. Kolinerjik agonistlerin disfori, antikolinerjiklerin antidepresan etki yapması da bu görüşü desteklemektedir. Antidepresan tedavi ile kortikal muskarinik reseptör sayısında azalma olmaktadır. Bu etki klasik trisiklik antidepresanlar ve özgül serotonin gerialım engelleyicileri için geçerlidir. Özgül serotonin gerialım engelleyicilerinin bilindiği gibi antimuskarinik özellikleri yoktur. Bu nedenle kortikal (muskarinik reseptör downregülasyonu antidepresan ilaçlar için dolaylı bir etkidir. Bu görüşe göre depresyon, merkezi sinir sis te minde kolinerjik baskınlığa bağlıdır. Buna koşut olarak sempatik sistemin aktivitesinin de maniye neden olduğu ileri sürülmektedir. NMDA ve sigma (cr) reseptörleri Birçok araştırmacı Nmetil D aspartat (NMDA) reseptör anta gonizminin antidepresan etki için gerekli olduğunu ileri sürmekte dir. NMDA reseptör antagonistleri kortikal ~ adrenoseptör yoğun luğunu azaltırlar. Bu etki trisiklik antidepresanların etkilerine ben zer. Trisiklik antidepresanlar ve EKT, glutamat ve glisinin NMDA reseptör kompleksinde özel bölgelere bağlanmasını da değiştirir. uzun süreli kullanımda glisin bağlanması dört kata dek azala bilmektedir. Antidepresan etkisi olmayan diğer ilaçlarda bu etki izlenmemektedir.

Bu değişiklikler tedavi kesildikten sonra da beş gün kadar şürmektedir. Klinik olarak antidepresan etki için NMDA reseptör lerinin reseptör downregülasyonuna göre daha iyi bir belirleyici olduğu düşünülmektedir. Son zamanlarda yapılan hayvan deneyleri trisiklik antidepre sarılar, MAOA inhibitörü klorgilin, özgül serotonin gerialım engel leyicisi sertralin ve iprindolun cr reseptörlerine bağlandığını göster miştir. crı reseptörü için özgül bir ligand olan pentazosinin bağlan ması birçok antidepresan ilaç tarafından engellenmektedir. 6rneğin trisiklik antidepresanlar, monoamin oksidaz inhibitörleri ve özgül serotonin gerialım engelleyicileri, bupropion, trazodon, aıianserin ve nomifensin gibi ilaçlar özgül ligandlann bu reseptörlerine bağlanmasını inhibe eder. cr reseptörlerinin NMDA'ya nöronal yanıtı düzenlediği görüşü ileri sürülmektedir. Akut uygu lamadan sonra birçok antidepresan en reseptör yoğunluğunu azalt maktadır. Ancak uzun süreli uygulamada ise reseptör yoğunluğu özellikle kortikal ve hipokampal alanlarda artmaktadır. Buradan NMDA reseptör kompleksindeki değişikliklerin cr reseptörleri aracılığı ile olduğu ileri sürülebilir. Gerçekte desipramin, fluvok samin, paroksetin ve sertralin gibi birçok ilaç cr reseptör yoğun luğunda azalmaya neden olmaktadır. Yapısal olarak farklı bir psikotrop ilaç grubu olan endokoid lerin de cr reseptörlerine bağlandığı bilinmektedir. Bu tür maddeler arasında haloperidol, fensiklidin ve nöropeptid Y de bulunmak tadır.

İkincil bilgi taşıyıcıları dengesizliği hipotezi Yeni araştırmalar depresyonda adenilat siklaz ve fosfatidil inositol üzerinde durmaktadır. Bu görüşe göre nöron içinde bilgi taşınmasında bir bozukluk vardır. Siklik AMP işlevinde azalma ve buna bağlı inositol trifosfat diasilgliserolun baskın hale geçmesi depresyondan sorumlu olabilir. Manide bunun tam tersi bir durum sözkonusudur. Amitriptilin ve sertralinin fosfatidilinositole bağlı ikincil mesaj taşıyıcı etkinliğini azalttığı gösterilmiştir. EKT'nin de benzer etkileri vardır. Biyolojik ritm hipotezi Depresyonda uyku uyanıklık ritm değişiklikleri ve vücut ısısı regülasyonunun duygudurum üzerine etkileri sirkadiyen ri tm bozukluklarına yönelimi arttırmıştır. Gerçekte uyku deprivasyonu ve ileri faz uygulamasının depresyonda geçici düzelme yaptığı görülmüştür. Uyku fizyolojisi ve bunun depresyona etkisi üzerinde de yoğun araştırmalar yapılmaktadır. Depresyonda sirkadiyen ritmde bozukluk olduğu düşünülmektedir. Antidepresan ilaçlar bu ritm bozukluğunu düzeltirler. Bu etkilerini de olasılıkla suprakiazmatik çekirdekteki reseptörlere bağlanarak yaparlar.

Depresyon olgularında izlenen;
• Toplam uyku süresinde azalma,
• Uykuya geçiş süresinde uzama,
• Uyanma eşiğinin azalması,
• Uyanıklıkta artma,
• Sabah erken uyanma şeklinde kendini gösteren son dönem uykusuzluğu,
• REM latansında azalma,
• REM yoğunluğunda artma,
• REM dönemlerinin uykunun erken dönemlerinde yoğun laşması gibi gözlemler de bu görüşü desteklemektedir.

Son çalışmalarda değişik uyku parametreleri antidepresan tedaviyi kontrol etmede ve biyolojik tedavinin kesilmesinden sonra yinelemeleri kestirmede kullanılmaktadır. Nöroendokrin görüşler Bilindiği gibi insan vücudunda horrnonal düzenlemenin en üst kontrol merkezi hipotalamustur. Hipotalamustan peptid yapısında madeler salgılanarak hipofiz işlevleri değiştirilir. Bu pep tidler hormon salgısını arttırabileceği gibi azaltabilirler de. Örneğin GH, TSH, ACTH gibi hormonlar geri bildirim düzerıeği ile kendi salgılarını merkezi düzeyde kontrol ederler.

• Depresyon olgularında kortizol hipersekresyonu vardır. DST ile olguların yaklaşık yarısında supresyon olmamaktadır. Bu gözlem merkezi sinir sisteminde glukokortikoid reseptör lerinde bir aşırı duyarlılık olduğunu düşündürmektedir.
• Büyüme hormonu ve prolaktin salgısı azalmıştır.
• TRH'ya TSH yanıtı azalmıştır. Hiptiroidi olguları antidepre san tedaviye daha az yanıt verirler. Buna ek olarak hipota lamo hipofiz tiroid ekseninde oluşan disregülasyon tiroid işlevlerinde azalmaya neden olur. Merkezi sinir sisteminde gukokortikoid reseptörlerinin duyarlılığında artış sözkonu sudur. TRH'ya TSH yanıtı ile depresif belirtiler arasında iliş ki olduğu düşünülmektedir. Bipolar olgularda ise depres yonun tersine TRH'ya TSH yanıtında artma olmaktadır.

• LH azalmıştır.
• pendorfin, vazopressin ve kalsitonin düzeyi değişiklikleri görülmektedir.

• Hipotalamohipotizadrenal (H PA) eksen disregülasyonu nun kortizolun sirkadiyen ritmini değiştirdiği düşünülmek tedir. Kortizol salgısını kontrol eden geri bildirim düzeneğinin bozulması güçlü bir olasılıktır. Organizmaya yönelik ciddi bir tehdit algılandığında hipotalamustan CRF salgısı artar. Buna koşut olarak hipotizden ACTH salgısı artar. Sonuçta böbrek üstü bezi uyarılarak kortizol salgısı yükselir. Bu şekilde organizmanın dış uyaranıara karşı tavır alarak kendini koruması sağlanır. Kaçma ve kavgaya hazır lanır. Örneğin kortizol adale gücünü enerji sağlayarak art tım. CRF de iştah ve cinsel isteği baskılar. Bu şekilde uyanık lık düzeyi artar. HPA ekseninin sürekli olarak uyarılması depresyona neden olur. Genel adaptasyon sendromunda oluşan değişiklikler de buna benzer. Gerçekte depresyon olgularında kortizol salgısı artmış ve bu salgının diurnal varyasyonu da kaybolmuştur. Deksametazonla da suprese olmaz. Depresyon olgularında BOS'ta CRF konsantrasyonu artmış olarak bulunmaktadır. Bu salgının düzeyi antidepre san tedavi ile ve EKT ile azalmaktadır. HPA eksen işlevi de bu arada tedavi ile normale dönmektedir. Postmortem çalış malarda hipotalamusta CRF salgılayan nöron sayısında ve CRF gen ifadelerinde artış bulunmaktadır. Hayvan deney lerinde CRF uygulaması insomnia, iştahsızlık, libido azlığı ve anksiyete gibi belirtilerle karakterize depresyon tablosuna neden olmaktadır.

Bu sistemler bilindiği gibi genetik kontrol altındadır. Yatkınlık olması çevresel etkenlerle birleşerek depresyonun ortaya çıkmasını kolaylaştırırlar. İmmünolojik hipotezler Depresyonda bağşıklık sistemi bozulur. Bir başka görüş de henüz saptanmamış enfeksiyöz nedenlerin affektif hastalıklara neden olması görüşüdür. Bunlar viral enfeksiyonlar olabilir. Son amanlarda depresyon olgularında yaşla bağlantılı değişen immünolojik değişiklikler bulunmuştur. Mitojen yanıtlar ve T4 lenfosit sayısı yaşla azalmaktadır. Reseptör duyarlılığı değişiklikleri Yineleyen trisiklik antidepresanlar, monoamin oksidaz inhibitörleri ve EKT uygulaması beyinde noradrenalin ile eşleşen adenilat siklaz sistemini downregüle eder. Bu downregülasyon genel olarak ~ adrenoseptör yoğunluğunda azalma ile bağlantılıdır. Özgül serotonin gerialım engelleyicilerinin ~ adrenerjik resep törlerde downregülasyon üzerine etkisi konusunda araştırma sonuçları çelişkilidir. Örneğin sitalopram ve paroksetin down regülasyona neden olmaz. Fluvoksamin, fluoksetin ve sertralinle ilgili çalışmalar çelişkili sonuçlar vermektedir.

Süregen desipramin uygulaması ~ adrenoseptör agonistlerince oluşturulan cAMP birikimini azaltırken bu etki sitalopramda gözlenmez. Bu iki ilacın uygulamasından sonra ~ adrenoseptör agonistlerince oluşturulan inositol fosfatta bir değişiklik gözlerı mez. Sitalopram (Lıadrenoseptör yoğunluğunu yineleyen uygula malarda arttırır. ~ reseptör yoğunluğunu arttırmadan noradrerıa line ~ reseptör yanıtını arttırır. Diğer antidepresan ilaçlara benzer şekilde Dı reseptör sayısı azalır. Dz sayısı ise değişmez. Özgül serotonin gerialım engelleyicileri dorsal Raphe'de sero tonin nöronlarında ateşlerneyi güçlü bir şekilde inhibe eder. Yineleyen uygulamalarda bu etkiye tolerans gelişir. Antidepresan etkide ise azalma olmaz. Trisiklik antidepresanlar hayvan deneylerinde frontal korteks te SHT zA reseptörlerini downregüle eder. Sitalopram bu etkiyi göstermez. Bu reseptörde EKT ile sayı ve duyarlık artışı olur. Bu çelişki, bu etkinin klinik etkiden bağımsız olduğunu düşündür mektedir. Sitalopram GABAByoğunluğunda artışa neden olur. Serebrovasküler olaylar Geriatrik olgularda serebrovasküler hastalıkların depresyona yatkınlık yarattığı, depresyonu ortaya çıkarabileceği, var olan depresyon belirtilerini arttırabileceği kabul edilmektedir. Vasküler nedenlere bağlı prefrontal sistemlerin zarar görmesi veya tek bir lezyon varsa modülasyonu sağlayan yolların zarar görmesi vasküler kaynaklı depresyonların nedeni olarak görülmektedir. Serebrovasküler hastalıklarda kullanılan ilaçların bu düzene k.ıracıhğı ile vasküler kaynaklı depresyonların riskini de azaltması beklenir.

Tek foton emisyon tomografisi ile yapılan bölgesel kan akımı çuhşmalannda frontal ve posterior bölgelerde kan akımı çifte depresyona göre distimide belirgin olarak düşük bulunmaktadır. Ilastalığın şiddeti ile bölgesel kan akımı değişiklikleri arasında bir bağlantı bulunmamaktadır. Bu gözlemler depresyon alt tiplerinde farklı serebral işlev bozuklukları olabileceğini düşündürmektedir. Genetik hipotezler Hem depresyon hem de bipolar bozukluk ailesel yatkınlık gös terir. Yakın akrabalarda bu iki hastalığın görülme sıklığı genel topluma göre daha fazladır. İkiz çalışmaları da genetiği destekle mektedir. Aşağıdaki oranlar genetiğin önemini göstermektedir. Duygudurum bozukluklarında monozigot ikizler için konkor dans %75 olarak verilmektedir. Oysa dizigot ikizlerde bu oran %20 olup kardeşler arasındaki orana yakındır. Ayrı büyütülmüş monozigotlar da benzer konkordans göstermektedir. İkizlerden biri affektif bozukluk iken diğerinin şizofreni geliştirebildiğini gösteren bir yayın da yoktur. Unipolar depresyonda monozigot ikizlerde konkordans %50, dizigot ikizlerde konkordans ise %11 olarak ve rilmektedir. Unipolar affektif bozuklukla ilgili aile çalışmaları bi rinci derece akrabalarda morbidite riskini %1520 olarak vermek tedir. Birinci derece erkek akrabalarda bu oran %11 iken birinci derece kadın akrabalarda %18 kadardır. Anne ve babalarda mor bidite hızı %13, kardeşlerde %15 ve çocuklar arasında %20 kadar dır. Bipolar olgularda monozigotlar için konkordans %74'dür. Bu gözlemler unipolar olgulardaki genetik geçişin bipolar olgulara göre daha düşük olduğunu göstermektedir. Affektif hastalıklarda ailede alkolizm oranı da yüksektir. Genetik olmayan etkenleri kontrol etmek için evlat edinme çalışmaları yapılmıştır. Değişik ortamlarda büyümüş kardeşlerde biyolojik anne veya babasında affektif hastalık olanlarda risk %38 normal kontrollerde ise %7 olarak bulunmuştur. Aile, ikiz ve evlat edinme çalışmaları birincil affektif hastalık gelişiminde genetik etkenleri desteklemekle birlikte genetik geçişin niteliği, genetik ve çevre etkileşimi, genetik ile etkilenen patofiz yoloji hakkında şu anda net bir şey söylenememektedir. Bipolar olguların birinci derece akrabalarında hem bipolar hem de unipo lar bozukluk daha sık izlenmektedir. Oysa unipolarların ailelerinde unipolar bozukluk sıkken bipolar bozukluk sık olarak izlenmemek tedir.

Veriler, unipolar ve bipolar bozuklukların genetik olarak fark lı durumlar olduğunu aynı zamanda şizofreniden de ayrıldığını göstermektedir. Epidemiyolojik veriler genetiği desteklemekle birlikte sorumlu bir gen bulunamamıştır. Bu durum depresyonun tek bir gene bağlanamamasıyla açıklanmaktadır. Genetik olarak bir yatkınlık olduğu bu yatkınlığın çevresel nedenlerle etkileşerek depresyonun ortaya çıktığı kabul edilmektedir.
Dinamik nedenler
Analitik yaklaşım depresyonu hayali veya gerçek olarak kaybe dilen objeye yönelik öfke ve saldırganlığın kendi benliğine dön mesi ile açıklamaktadır. Kaybedilen objeye karşı ambivalans önem taşır. Geri dönen öfke, depresyon veya melankolinin dinamik açık lamasında en iyi bilinen formülasyondur. Bu formulasyon kendini suçlama, benlik saygısındaki azalma ve melankolideki cezalandır ma gereksinimini de açıklar. Gerçekte bu kural mıdır? Eş zamanlı olarak öfke ve depresyon gösteren olgular var mıdır? Literatürde bu tür olgular yayınlanmıştır. Ayrıca depresif olgu tarafından kaybe dilen objeye karşı hostilitenin ifadesi klinik düzelme ile her zaman koşutluk göstermemektedir, hatta bazen depresyonun kötüleşme sine bile neden olmaktadır.

Erken çocukluk yıllarındaki major kayıplar özellikle de anne kaybı depresyona duyarlılığı arttırır. Bu konuya ilk olarak Spitz dikkat çekmiştir. Ebeveyn ölümleri, 5 yaştan önce reddedilme, çocukluk çağındaki bozuk ilişkiler, kötü davranılma öyküsü depresyona karşı duyarlılığı arttırmaktadır. Bazı olgularda süregen benlik saygısı düşüklüğü bulunmaktadır. Bu kişilerde kendini aşırı biçimde eleştirme sıktır. Bu olgularda depresyona daha yatkın olmaktadırlar. Sosyal desteklerin yetersizliği, izolasyon, yalnız yaşama, boşanmış olma önemli risk etkenleri arasında sayılmak tadır. Major yaşam olayları, iş değişikliği, iş kaybı da depresyona eğilimi arttırmaktadır. Bu tür stres etkenleri depresyon olgularında daha fazla izlenmektedir. Evlilik erkeklerde koruyucu rol oyna maktadır. Evli erkeklerde depresyon kadınlara göre daha azdır. Evli kadınlarda evli olmayanlara göre tam tersi bir durum sözkonudur. Postpartum dönemde de olasılık artmaktadır. Beck modeli (bilişsel model) Beck depresyon modelini özel bilişsel bozukluklar üzerine kurmuştur. Beck, depresyon oluşumunda çaresizlik ve umutsuz luğun özel bir önemi olduğunu düşünmektedir. Bu görüşe göre affektif hastalıklar stres karşısında aktive olan bilişsel bozukluklara koşut olarak gelişir. Kişide,

• Negatif benlik algısı,
• Çevre ve yaşam olaylarının negatif yorumu,
• Geleceğe ilişkin olumsuz görüşler gibi bilişsel bozukluklar bulunur.

Umutsuzluk ve çaresizlik bu bilişsel yapı üzerinde gelişir. Öğrenilmiş çaresizlik modeli Bu model bir dizi deneysel gözlemlere dayanmaktadır. Uyarandan kaçma yolları kapalı tutularak hoş olmayan bir uyarana (örneğin elektrik şoku) tabi tutulan fareler, bir süre sonra uyaran dan kaçma yolları açıldığı halde bu uyarandan kaçmamaktadırlar. insanda da bunun geçerli olabileceği düşünülmektedir. Uzun süre kötü koşullarda yaşayan veya çalışan insanların çare olduğu halde çaresizlik içine düştüğünü görmekteyiz. Kişilik yapısı Bazı kişilik tiplerinin depresyona daha yatkın olduğu da ileri sürülmektedir. Obsesif kompulsif, depresif ve pasifbağımlı kişilik ler depresif olguların hastalık öncesi incelemesinde daha sık izle nen kişiliklerdir. Ancak bu konuda görüş birliği bulunmamaktadır. Kişilerarası duyarlılık ve nevrotiklik depresyona duyarlılık yarat maktadır. Bazı araştırmalarda depresif kişilik ile major depresyon ve distimi gelişimi arasında bağ bulunmaktadır. Ayrıca depresif kişiliklerde gelişen depresyonlarda yeti kaybı daha fazla olmak tadır. Bu kişilerde genetik ilişki daha belirgin olmaktadır. Kişilikte depresif niteliklerin bulunması ile yaşam boyu major depresyon ve distimi tanısı alma arasında belirgin bir ilişki olduğu ileri sürülme ektedir.

Aşağıdaki kişilik özelliklerinin depresyona yatkınlık yarattığı kabul edilmektedir:
• Benlik saygısı düşüklüğü,
• Obsesif özellikler,
• Engellenme eşiğinin düşüklüğü,
• Destek ve onay için başkalarına bağımlılık,
• Emosyonel labilite.

Cinsiyete özgü farklar

Yapılan araştırmalar kadınların depresyon konusunda erkeklere göre daha açık sözlü olduklarını gösteriyor. Kadınlar genellikle duygularını kolay açığa vuruyor, yaşadıkları sıkıntıyı dile getirip yardım talebinde bulunuyorlar. Erkeklerse, 'erkek adam ağlamaz' deyişini haklı çıkaracak şekilde davranıyor, depresif duygularını ve umutsuzluklarını gizlemeye, güçlü erkek imajından taviz vermemeye çalışıyorlar.

Beyinde neler oluyor

Depresyon, hangi nedene bağlı olursa olsun bir beyin hastalığı. Depresyon geçirmekte olan kişiler üzerinde yapılan incelemeler, bu kişilerin beyinlerinde depresyon sırasında bazı değişiklikler olduğunu gösteriyor. En sık rastlanan bulgu, sinir hücreleri arasındaki iletişimi sağlayan kavşaklardaki tıkanıklık. Geçişten sorumlu maddelerin üretimindeki ya da karşı tarafa iletilmesindeki bir bozukluğun depresyona yol açabileceği ileri sürülüyor.

Tedavi

Depresyon ilaç tedavisine iyi yanıt veren bir bozukluk. Hastaların büyük bölümünde iki üç hafta içinde belirgin bir iyileşme görülüyor. Eğer uygun dozda ve yeterli süre ilaç kullanımına rağmen istenen düzelme sağlanamazsa bazı ek ilaçlar ve son çare olarak da elektroşok tedavisi deneniyor.

Psikoterapi, daha çok hafif depresyonlarda tercih edilen bir yöntem. Hastalığın şiddetli döneminde genellikle pek yarar sağlamıyor. Ancak, ilaçlarla belirli bir yatışma sağlandıktan sonra tedaviye eklenmesi, kişinin kendisini ve depresyona zemin hazırlayan kişilik özelliklerini daha iyi tanıması yönünden önem taşıyor.

MANİ: DEPRESYONUN NEGATİFİ

Mani, insanı karamsarlığın derinliklerine sürükleyen depresyonun bir negatifi. Bir aşırı neşe ya da taşkınlık hali. Maniye giren kişinin ruhu bir ırmak gibi gürültüyle akmaya başlıyor. Bu güçlü ve engel tanımaz akış kişiye akıl almaz şeyler yaptırıyor. Örneğin, orta yaşlı mazbut bir kadının aşırı makyaj yapıp, gözalıcı ve seksi giysilerle ortalıkta dolaşmasına, olur olmaz yerlerde kahkahalar atıp, açık saçık fıkralar anlatmasına yol açabiliyor. Ya da ölçülü ve saygılı tavırlarıyla bilinen bir memur, böyle bir nöbet sırasında, müdürün odasına girip, ona hayat hakkında tumturaklı bir nutuk çekebiliyor.

İçini kaplayan taşkın duygular, kişiyi boyuna konuşmaya ve hareket etmeye zorluyor. Bir kaç saatlik uyku kendini dinlenmiş hissetmesine yettiği için günlük uyku süresi azalıyor. Hesapsız harcamalar, iş yatırımları ve tehlikeli bir şekilde araba kullanma manide sık görülen diğer sorunlar.

Maniye giren kişi, genellikle bir aşırı güven duygusu içinde yüzüyor. Bu güven duygusu kimi zaman onu, psikozun gerçek dışı dünyasına kadar götürüyor. Kendini ülkenin tüm sorunlarını çözecek bir politik lider ya da bir peygamber olarak görebiliyor. Nutuklar atıyor, vaazler veriyor, hatta Tanrının onu görevlendirdiğini belirten sesler duymaya, çevrede bazı kutsal işaretler görmeye başlıyor.

Maninin sonu depresyon


'Çok gülen çok ağlarmış' atasözünü doğrulayacak şekilde, manik atak geçiren kişilerin neredeyse tamamı daha sonra bir depresyon geçiriyor. Bu nedenle, mani ayrı bir hastalık olarak görülmüyor. Mani ve depresyon aynı ruhsal bozukluğun iki farklı evresi olarak kabul ediliyor. Sanki, duyguları düzenleyen zemberek bozulmuş gibi, kişi aşırı uçlara savrulup duruyor. Neşe ve taşkınlığın doruklarına tırmanıyor, sonra karamsarlığın derinliklerinde kayboluyor. Arada, normal dönemler olsa da, sarkaç bu şekilde maniyle depresyon arasında sallanıp duruyor.

Maniye kim daha yatkın?

Mani ve depresyon evrelerinden oluşan ruhsal bozukluk 'İki Kutuplu Duygu Bozukluğu' olarak adlandırılıyor. Bu bozukluk, yalnızca depresyon dönemlerinin görüldüğü 'Tek Kutuplu duygu Bozukluğu'ndan bir çok yönden farklılıklar gösteriyor. Bir kere toplumdaki yaygınlığı depresyona göre oldukça düşük; yüzde bir dolayında. Daha erken yaşlarda ortaya çıkıyor. Kalıtımın rolü bu bozuklukta daha belirgin. Birinci derece akrabalarda bu hastalığı geçiren birisi varsa, kişinin hastalanma olasılığı toplum ortalamasının altı katına yükseliyor.

Tedavi ve korunma:

Mani tedavisinde etkinliği gösterilmiş çok sayıda ilaç var. Ayrıca, kişiyi iyileştikten sonra yeniden hastalanmaktan korumak için kullanılan ilaçlar da oldukça etkili. Ancak, yıllarca koruyucu ilaç kullanma zorunluluğu genellikle hastalar için sorun oluyor. Bir çok hasta bu nedenle bir süre sonra ilacı bırakıp yeniden hastalanıyor.

Depresyonun Mantığı

Depresyondaki olumsuz düşünceler, hatalı ve tek yanlı işleyen bir mantık sisteminin ürünü. Bu mantık sisteminin bir tarafından ne verirseniz verin, diğer taraftan mutlaka karamsar ve umut kırıcı yorumlar çıkıyor. Umuda çıkan tüm yollar özenle kapatılmış. Söz konusu sistem altı temel mantık hatasına dayanıyor.

1. Keyfi çıkarsamalar: Yeterince kanıt olmamasına karşın, yaşanan olaylar ve içinde bulunulan koşullar hakkında olumsuz sonuçlar çıkarılır. Örneğin, sınava hazırlanmakta olan bir kişi, ortada bir neden yokken, başarılı olamayacağı kararına varabilir. Ya da, depresyona giren bir işadamı, iflasının kaçınılmaz olduğu inancına saplanabilir.

2. Seçici odaklanma: İçinde bulunulan durum ya da yaşanan deneyimlerin kötü yanları üzerinde odaklanılır. Dolayısıyla, günboyunca bir çok olumlu ve olumsuz olaylarla karşılaşan kişi, akşam olduğunda yalnızca yaşadığı olumsuzlukları anımsar ve berbat bir gün geçirdiği kararına varır.

3. Kişiselleştirme: Kişi, kendisiyle ilgili olmayan ya da çok az ilgili olan olayları üzerine alınır. Örneğin, yolda karşılaştığı ve muhtemelen onu görmemiş olan bir arkadaşının selam vermemesini, 'Mutlaka onu kıracak bir şeyler yapmış olmalıyım' biçiminde yorumlayabilir.

4. Aşırı genelleme: Tek bir olaydan genel sonuçlar çıkarılır. Kişi, otobüs zamanında gelmediği için, hiç bir işinin yolunda gitmediği yargısına varabilir. Ya da arkadaşı zamanında telefon etmediği için, artık hiç kimsenin onunla ilgilenmek istemediği sonucunu çıkarabilir.

5. Ya hep ya hiç biçiminde düşünme: Her türlü olay 'ya hep ya hiç' kuralına göre değerlendirilir. Mükemmel olmayan her şeyin berbat olduğu yargısına varılır. Kişi, yalnızca siyah beyazdan oluşan, diğer tonları olmayan bir yargılama sistemine sahiptir.

6. Küçümseme veya büyütme: Kişi başarılı olduğu işleri küçümserken, hatalarını abartır.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp