Bir Epidemi Olarak Diyabet - Tedavisine Yönelik Çalışmalar

Bir Epidemi Olarak Diyabet - Tedavisine Yönelik Çalışmalar : Tip 1 ve Tip 2 diyabetin nedenini ortaya koymaya -ve uygun bir tedavi geliştirmeye- yönelik çalışmalarım 1990’lı yıllarda Karayibler’de başladı. Trinidad, Tobago, Grenada ve Barbados’ta, söz konusu epideminin oranı oldukça dikkat çekiciydi. Karayipler’de diyabetin en önde gelen ölüm nedeni olduğunu okuduklarımdan biliyordum. Ancak binlerce adalıdan oluşan bir topluluğa kaç kişide diyabet olduğunu sorduğumda (toplum sağlığı konularıyla ilgili bir dizi sorudan biri) ve odada bulunanların yarısı elini kaldırdığında, sorunun boyutunu tüm yoğunluğuyla hissettim. Ve bu doğrultuda diyabetin nedeni üzerinde çalışmayı ve uygun bir tedavi geliştirmeyi kendime amaç edindim.Sorunun kökenleri hakkında bilgi sahibi olmak için, konuyla ilgili kişilere gün be gün ne yedikleri hakkında birkaç soru yöneltmek yeterli oldu. Yanıtlar, bu kişilerin tükettiği gıdaların, ağırlıklı olarak karbonhidrat içeren - şekerler- meyve ve patates gibi kök sebzeler ile tavuk ve balıktan oluştuğunu ortaya koydu. Tabii bu iyi bir yaklaşım olarak görüldü. Her ne kadarana akım tıp bu besinleri onaylıyorsa da, bu bulgunun çok da güçlü bir temeli olmadığını keşfettim. Bu yaklaşım soda, pasta, şekerleme ve Amerika’ya özgü hızlı-gıda tüketimi arasında sıkışıp kaldı.

Ortaya çıkan sonuç şu ki, bu insanlar diyabeti yaratmak için en mükemmel beslenme biçimini benimsemişlerdi. Hepsi şekerin esiri olmuştu ve kendilerini öldürüyorlardı.Bu gerçeği anlamak ve göstermek, yıllar süren bir çalışmayı gerektirdi, ancak çözümü de, sorunun kendisi kadar basit ve açıktı. Bütünüyle doğal ve tam gıdalara, özellikle de yeşil sebzelere temellendirilmiş bir beslenme biçimine yönelerek ve vücudun pH dengesini koruyarak, diyabeti ve diyabetin sağlığımız üzerindeki yıkıcı pek çok etkisini yere sermek, bu salgın hastalığın bulunmadığı gerçek bir cennet adası oluşturmak mümkün!Daha sağlıklı bir yaşam adına dinleyici grubuma önerdiğim beslenme biçimiydi bu. O tarihte diyabet üzerindeki özgül etkisini henüz fark etmemiştim.Doğrusu o anda herkesin büyük bir ilgi gösterdiğini söyleyemem. Topluluk içinden bir adam ayağa kalktı, olasılıkla kalabalığın büyük bir kısmının düşüncelerini ifade ediyordu, şöyle söyledi: “Doktor, bütün gün türlü türlü ot yiyerek yaşayamayız!” O an "bütün gün otla beslenmenin” yaşamlarımızı nasıl kurtarabileceğini gösteren tüm verilerin elimde olmasını istedim.Size de göstereceğim üzere, bana bu soruyu yönelten kişiyi yalnızca “ot yemenin” sağlıklı bir beslenme olmadığı konusunda ikna ettim. Bu diyet aynı zamanda son derece kolay ve lezzetli; tarifleri hazırlayan ve bu konuda bana yol gösteren eşim Shelley’e sonsuz teşekkürler.

Hadi deneyelim, sürekli şeker isteyen tat tomurcuklarının üzerinizde kurduğu egemenlikten kurtulduğunuzda, nasıl muhteşem göründüğünüzü ve kendinizi nasıl iyi hissettiğinizi fark edeceksiniz. Ve artık başka türlü beslenmek istemeyeceksiniz. Bu beslenme biçimiyle ilgili olarak, iki organize çalışma kapsamında birlikte çalıştığım kırk katılımcının çoğunun deneyimlediği gibi, şeker düzeyini, insülinde dahil olmak üzere kullandığınız ilacı düzenli olarak azaltacağınız ve hatta bütünüyle kullanmadığınız bir noktada stabilize edebileceğiniz görülecektir.Hikâyenin bundan sonrası 1994 baharında Houston’da gelişiyor. O tarihte diyabetle ilgili bir araştırma için Houston’da bulunuyordum. Tip 1 diyabeti olan yirmi bir yaşında bir kadın hastayla görüşmüştüm. Hasta ağırlıklı olarak hızlı-gıdayla besleniyor ve günde yaklaşık on dört bardak kahve içiyordu. Sebze sevmiyordu ve bunları oldukça seyrek tükettiğini ifade etmişti.Her zamanki gibi, canlı kan hücresi analizi olarak adlandırdığım bir yöntemle hastanın kanını incelemeye koyuldum.

Hastanın kanını doğrudan mikroskop altında inceledim; genellikle preparat hazırlanırken kullanılan ve hücreleri öldüren fiksatifle- ri (sabitleyiciler) kullanmadım. Örneği incelediğimde hayretler içinde kaldım, hastanın alyuvarı (kırmızı kan hücresi) bir bakteri hücresine dönüşmüştü. Bir an için kan plazmasından hareket etmiş, ardından kırmızı kan hücresine geri dönmüştü.Yirmi kusur yıllık mikrobiyoloji deneyimimde öğrendiklerime göre bu olanaksızdı. Ancak var olan gerçek buydu, insan hücreleri ve bakteri hücreleriyle ilgili bildiğim her şey işte o an yıkıldı. Bir mikrobiyolog ve bir beslenmeci olarak yaşamım artık eskisi gibi olmayacaktı. “Yeni bir biyolojinin” eşiğine gelmiştim. Ancak yine de, bu hücresel değişimlerin genç kadınlarda diyabetin gelişiminden sorumlu olabileceğini anlamam birkaç yılımı aldı.Bu iki yıl süresince dünya üzerinde, sözünü ettiğim devrimci görüşü benimseyen tek kişi olabileceğime inandım; şunu söyleyebilirim: Tek başına geçen iki yıldı. Kendimi, yabanıllığın içindeki yalnız bir ses gibi duyumsadım ve öğrendiklerimi tüm dünyayla paylaşmak için büyük bir istek duymama rağmen, germlerin özgül bir hastalığın nedeninden çok, hücresel yıkımın semptomları olduğunu anlama ve dinleme kbnusunda insanların nasıl bir tepki vereceğini öngöremedim.

Bu sırada bir başka mikrobiyolog bana Antoine Bechamp adında bir Fransız araştırmacının 1800’lü yılların sonunda “pleomorfizm” - hücrelerin birden çok biçimde bulunmaları- üzerine gerçekleştirdiği çalışmalardan söz etti. Üzerinde çalıştığım konuyu daha ayrıntılı olarak anlayabilmeme yardımcı olacak bir başka araştırma düşüncesi ve gözlemlerimde yalnız olmadığım duygusu beni fazlasıyla heyecanlandırdı.Ancak hemen ardından kendimi önemli bir sorunla karşı karşıya buldum. Bechamp’m çalışması, yurttaşı Louis Pasteur tarafından geliştirilen ve bugün hâlâ geçerliliğini koruyan (yanlış da olsa) tıbbi germ teorisinin ardında kalmıştı. Eski ya da gün ışığına çıkarılmamış kaynakları bir araya getirerek Bechamp hakkında birkaç referans buldum, ancak orijinallerine ulaşamadım. Ayrıca elde etmiş olsam bile orijinallerin tümü Fransızca yazılmıştı (Büyük araştırmalar sonucu İngilizce’ye çevrilmiş bir kitabı buldum: Kan ve Üçüncü Anatomik Bileşeni].Asıl keşfimi yaptığım an, ancak üç yıl sonra geldi. Eşim Shel- ley ve ben, evliliğimizin yirmi beşinci yılını kutlamak üzere Paris’teydik.

Orada, dünyanın en güzel kentlerinden birinde hayatımın aşkıyla birlikte Işık Kentinin romantizmi içinde büyülenmiştim. Diğer taraftan tipik bir turistin ilgisini pek de çekmeyecek bir yerle de yoğun biçimde ilgileniyordum: Bechamp’m çoktan unutulmuş olan çalışmalarına ev sahipliği yapmış olduğunu düşündüğüm Paris Üniversitesi Tıp Kütüphanesi.Shelley’le birlikte kütüphanenin mermer merdivenleri çıkarken, burada bulabileceğim şeylere dair olasılık ve umut beni heyecanlandırdı. Bu arada görevli bir memur bizi durdurdu ve resmi iznimiz olmaksızın kütüphanenin ilgili bölümüne giremeyeceğimizi söyledi. Amerika’dan bunun için geldiğime dair yalvarışlarımın memuru etkilememesi sonucu ümidimi yitirmiştim. Shelley ile birlikte kadını ikna etmek için yetersiz Fransızca’mızla bir saate yakın bir süre konuşmuştuk ki İngilizce’yi akıcı olarak konuşan bir Fransız bizi kurtardı ve hangisihirli cümleleri kullandıysa, sonunda bizim izin almamızı sağladı. Aynı kibar beyefendi Bechamp’ın çalışmalarının yerini ararken eski kitapların el yazması kayıtlarını kullanarak da bize yardımcı oldu.En sonunda, Bechamp’ın basılmış olan yirmi yedi kitabı ile orijinal araştırma materyalinin ciltleri arasında, bir oğlan çocuğunun Noel yortusu sabahındaki heyecanına sahip plarak hayran hayran oturuyordum.

Yüz yıldan fazla bir süredir çürümeye bırakılmış olduğu karanlık arşivlerden çıkarılan, büyük bir bilim adamına ait önemli bir araştırma elimdeydi. Sayfaları dikkatle çevirirken gözlerimden mutluluk yaşları aktı; Bec- hamp’ın benden yüzyıl önce çizdiği ve kırmızı kan hücresinin bir bakteri hücresine biyolojik dönüşümünü sergileyen resimleri gördüğümde yıldırım çarpmışa döndüm! işte yaşamın sihrine gerçekten tanık olmuş bir adam dedim, öğrenmem gereken çok şey vardı.Öğrenmeye devam ettikçe ve Yeni Biyolojiye ilişkin teoriler kafamın içinde kaynaştıkça diyabetin gerçekte pankreasla ya da insülin üreten beta hücreleriyle veya otoimün yanıtla ilişkili bir hastalık olmadığını kavramaya başladım. Diyabet, pankreastaki hücreleri çevreleyen sıvıların pH dengesinin (asit-baz) bozulmasından kaynaklanıyordu. Sıvının aşırı asidik olması hücrelerin olumsuz yönde dönüşümüne olanak tanıyor ve bu doğrultuda vücudun insülin üretme ve şekerle birlikte bunu kullanma biçimini engelliyordu.

Buna karşın pH dengesi sağlandığında, pankreas hücreleri, insülin üreten beta hücreleri ve glukagon üreten alfa hücreleri mükemmel bir uyum içinde işlev görebiliyor ve diyabet fenomeni oluşmuyordu. Enerji, sağlık, fitnes ve zindelik yalnızca hücreler üzerinde yoğunlaşılarak açıklanacak süreçler değil. Negatif boşluk yani hücreleri çevreleyen ve onlara biçimini ve işlevini veren sıvılar da bir o kadar önemli. Bir hücre ancak içinde bulunduğu sıvı kadar sağlıklı olabilir, ilk kitabım olan pH Mucizesi'hde bu konuyu derinlemesine inceledim.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp