Prof.saraçoğlu Uçaklar, Ajanlar, Patentler!

Prof.saraçoğlu Uçaklar, Ajanlar, Patentler! : Çukurova Üniversitesi’nde 2 yıl öğretim üyesi olarak çalıştınız, deterjan sektörünü karıştırdınız ve Kasım 1987’de doçentliğinizi aldınız. Daha sonra yine yurtdışına mı gittiniz?

Avusturya Kari Franzes Üniversitesi Fizikokimya Kürsüsüne çağrılmıştım. 1987’nin aralık ayında Kari Franzes Üniversitesine gittim, orada çalışmaya başladım. Nobel ödüllü fizikçi Erwin Schrödinger’in çalıştığı enstitüde çalıştım; bu benim için bir onurdur. Bu sırada AVL Araştırma Merkezi adlı özel sektör şirketi yeni bir kristal projesi üzerinde çalışıyordu. Ben de müracaat ettim. AVEde bu proje için araştırma danışmanlığı yaptım.

Özel sektörde de çalışıyorsunuz yani.

Evet. 1988 itibariyle hem Kari Franzes Üniversitesi’nde, hem de AVL Araştırma Merkezinde paralel olarak çalışıyorum.

Karl Franzes Üniversitesi’nde ders veriyorsunuz değil mi?

Tabii ders veriyorum ama AVLdeki proje beni daha çok içine çekti. Hem kristal projesi var, hem de dizel motorların yanma odasındaki basıncı online ölçme sensörlerinin geliştirilmesi projesini verdiler bana. Sonra bir baktım, birdenbire etrafımda 25-30 tane elemanım olmuş, ekibim oluşmuş. Elemana ihtiyaç var diyorum alıyorlar. Bu sefer üniversiteye zaman ayıramaz hale geldim. Bunun neticesinde 1988’in sonu itibariyle tamamen AVL’ye geçtim.

Hocam kristal projesi dediğiniz nedir?

Bu kristal projesi çok önemli ve gizli bir projeydi. Bu proje üzerinde Japonlar, Fransızlar ve AvusturyalI AVL firması çalışıyor. Kim önce piyasaya çıkarsa o başarılı olacak. Şimdi bu nedir? Yeni bir kristal geliştireceksiniz. Ne için? Uçak motorları için, uçak türbinleri için. Isıya dayanıklı olmaları lazım. Uçak türbinlerindeki rezonans kaymasını ölçecek yeni bir kristalin geliştirilmesi gerekiyordu. Türbinlerde oluşan rezonans kayması (balans kayması) kuvartz kristali ile ölçülüyordu. Kuvartz kristali piezo özelliği olan bir kristaldir. Bu özelliğinden dolayı türbin balansında kullanılır. Ancak, 140 derece santigrata kadar ölçüm yapabilir. Daha üst sıcaklıklarda ölçüm yapamaz. Kuvartz kristali bu sıcaklığın üzerinde alfa-kuvartz halinden beta-kuvartz haline dönüşür ve piezo özelliğini yani ölçme özelliğini yitirir. Bu nedenle su soğutmalıdır. Türbin sıcaklığı 350-400 derece santigrata kadar ulaşır. Bizim projemiz yüksek sıcaklıklara dayanıklı, yani türbin sıcaklığının çok üstünde çalışabilecek ve piezo özelliği olan yepyeni bir kristal geliştirmekti.

Dünya devlerinin rekabetini etkileyecek bir buluş olacak bu yani.

Bunun için biz tabii simülasyon programlarıyla çalışıyoruz. En mükemmel kristal ne olabilir? Biz galyum-orto-fosfat kristaline karar verdik ve baktık ki hakikaten galyum-orto-fosfat kristali 657 derece santigrata kadar ölçüm özelliğini kaybetmiyor. Tamam dedik bunun üretimine başlayalım.İşte o tarihten itibaren büyük yolcu uçaklarının jet türbinlerinde ve askeri amaçlı uçakların türbinlerinde bizim geliştirdiğimiz bu kristaller kullanılmaya başlandı. Üretimi çok zor şartlar altında yapılabilmektedir. Geliştirdiğimiz galyum-orto-fosfat kristalinin üretiminde yüksek basınçlı ve yüksek sıcaklıkta (300 derece santigrat) iç yüzeyi teflon kaplı reaktörler kullanıyoruz. Çok derişik (konsantre) fosforik asit (pH değeri -2) ve sıcaklığı 300 derece olan bir asit ile çalışmanın ne kadar tehlikeli ve tehlikesinden öte zor olduğunu düşünebiliyor musunuz? Oldukça pahalı kristaldir. Doğada doğal olarak bu kristali bulmak mümkün değildir. Üretimi çok özel teknik ve teknik şartlar gerektirir.

Şu anda bütün dünyadaki uçaklarda sizin geliştirdiğiniz kristaller mi kullanılıyor?

Galyum-orto-fosfat kristalini her uçak kullanıyor mu bilemiyorum amabu kristali su soğutmasına gerek duymadan, doğrudan ölçme tekniği için türbine monte edebiliyorsunuz.

Bu da o sektör için bir devrim aslında değil mi? Yani siz buldunuz diyebilir miyiz bunu?

Galyum-orto-fosfat kristalini, bunun sentezlenmesini, bunun yürütülme yöntemini geliştiren kişiyim.

Özel sektörde yoğun bir çalışma temposu... Bu arada hiç bitkilerle ilgilenmiyor musunuz?

İlgilenmez olur muyum? Evimde kurduğum küçük bir laboratuarım var, orada çalışıyorum. 80’li yıllardan itibaren ben hem mastırımı doktoramı yapıyorum, evimde de bitkilerin kimyası üzerine çalışıyorum. Küçük basit deneyler yapıyorum. Kimyacının laboratuarı çok basittir; cam düzeneklerdir, biraz da kimyasal maddeler vardır.

Isıya dayanıklı kristal gibi başka buluşlarınız da var mı?

Kristallerle ilgilendiğimiz dönemde AV Ede başka bir projemiz daha vardı. Kan şekerinin (glikozun) tayin edilmesi için laboratuar cihazı geliştirilmesi projesiydi bu. Diğer bir proje de kan gazları ölçümü için laboratuar cihazının geliştirilmesiydi. Kan gazları deyince; PH, oksijen, karbondioksit; bunların üçüne kan gazları denir. Gerçi pH burada bir gaz değildir; asit-baz durumunu, kanın asiditesini gösterir.Ben oradayken AVL zaten kan gazları ölçümü cihazı üretiyordu fakat bunlar yoğun bakım servislerinde kullanılamıyordu. Çünkü üzerine takılı olan oksijen sensörünün ömrü 1 aydı.

Bir yoğun bakım servisinde ölçüm yapacak olan bir sensörün en az 6 ay ömrünün olması lazım. Ben dedim bu konuda çalışmak istiyorum, sundum, pekala buyurun dediler, bütçe ayrıldı ve çalışıyoruz. Size güvenmese kimse kara kaşınıza, kara gözünüze para vermez. Tabii bu kristaldeki başarımızdan dolayı buna sıcak baktılar.Ömrü en az 6 ay olabilecek oksijen sensörünün üzerinde çalışmaya başladım. Çok detaya gerek yok, benim geliştirdiğim bir yöntemle plazma ortamında “ince film teknolojisi” uygulayarak 1.5 yılın sonunda “buyrun size 12 aylık sensörler” dedik. Bunlar hep patendendi tabii, patentleri var.

İbrahim Adnan Saraçoğlu imzasını taşıyan kaç patentiniz var?

100’ün üzerinde.

Nasıl bir çalışma ortamınız vardı AVL’de?

AVL kocaman bir araştırma merkezi ve yüksek teknoloji ile üretim yapan bir fabrika. AVLde iken ben aynı zamanda Kari Franzes Üniversitesinde öğretim üyesiydim. Şimdi bizim AVUde birçok araştırma projemiz var ve iyi bilim adamlarını, genç bilim adamlarını da oraya yerleştirmemiz gerekiyor. İşte biz dersimizi verirken öğrencileri çok sıkı takip ederiz. Hangi öğrenci bizim işimize yarar, hangisi zeki ve aklını kullanabilir diye bakarız. Bakın zekâ farklı şeydir, akıl çok farklı şey. Bazı insanlar zekâsını kullanır, bazı insanlar aklını kullanır. Akıllı olan uzun uzun düşünür, dikkatlidir, zamanı çok fazla harcayabilir. Araştırmada rakipleriniz var, zamana karşı savaştığınızı asla göz ardı etmeyeceksiniz. Anadolu’da bir laf vardır bilir misiniz?

Akıllı düşünene kadar deli kızını evlendirir diye. Buradaki deli zekâsını kullanandır. Akıllı insan düşünür düşünür ve zamanı da çok harcar. Yani iyi karar vereceğim, sağlıklı karar vereceğim diye uzun uzun düşünür ve başarısız olduğu zaman da yıkılır. İyi bir yöneticinin bir özelliği de, akıllı ile zeki olanları bir araya getirebilmek olmalıdır. Ekibinizi çok iyi takip etmek ve gözlemek zorundasınız.Zeki olan akıllı olanın önündeki lokomotif gibidir. Akıllı ile zeki arasındaki tartışmalar en verimli olan tartışmalardır. Projenin hızlanmasında vazgeçilmez bir etkendir. Zeki olanlar sürekli aktiftirler. Akıllı olanlar ise genelde dalgın olur. Hâlbuki zeki insan çok süratli karar verir, çünkü zekidir, birçok basamağı hemen görür, kararını verir ama sonuç olumsuz dahi olsa üzülmez. Hemen gider başka yöne yönelir.

Çünkü çalıştığınız her konuda başarıya ulaşacaksınız diye bir kural yok. Yani boşa giden emek gibi zannedersiniz ama sizin oradaki kayıplarınız, başarısızlığınız ileride başka bir proje için çok büyük güç oluşturur, büyük bir tecrübe oluşturur. Yani o konuda da bilimsel çalıştınız ama doğa buna imkân vermiyor, tabiat o gizemini açmıyor. Açmıyorsa ne yapacaksınız geri döneceksiniz, tamam diyeceksiniz. İşte oradan bu öğrencileri alıyoruz ve mastır tezini veya doktora tezini kapatıyoruz AVL olarak, yani tezlerini bilimsel makalelerde açıklamamalarını sözleşmeye bağlıyoruz.

AVL diyor ki, “Sana paranı veriyorum, bilimsel makalelerde bunu açıklama”. Çünkü konu AVL’nin bir araştırmakonusu. Bilimsel makale olarak uluslararası dergilerde yayınlamak projeyi ifşa etmek demektir. Veya da AVL’nin hangi konular üzerinde araştırma yaptığını rakiplere açıklamak demektir. Dolayısıyla mezun olduktan sonra bize gelir ve çalışmaya başlar. Araştırma projelerimizi genelde ben projenin büyüklüğüne göre 8 dilime, 10 dilime bölerim. İşte 8e bölünmüş bir proje düşünün. Onun bir kısmını 30-40 kişilik bir grup çalışıyordur, diğer bir kısmını başka bir grup çalışıyordur, başka bir kısmını başka bir grup çalışıyordun Her bölüm de diğerinden habersizdir. Burada göreve başlayan gençleri, yeni mühendisleri, yeni araştırmacıları 1 yıl, 2 yıl, 3 yıl biz bekleriz.

Güvenilir olup olmadığını anlamak için mi?

Tabii, tanımak için zamana ihtiyacımız var. Ondan sonra diğer basamaklara çıkar, diğer projeler hakkında bilgi sahibi olurlar. Öyle hemen her yere girip çıkarak bilgi alamazlar. Bu işin kuralı bu. Bakın AVEdeyim, Sovyetler yıkıldı. AVL yönetim kurulu hemen bir tamim çıkarttı. Efendim işte SSCB’den şu profesör, Çekoslovakya’dan şu profesör geliyor diye. Ben hemen bu tamime cevap yazdım. “Hiçbir şekilde benim sorumlu olduğum birimlere, buralardan bilim adamı alınmayacaktır” diye ve yönetim kurulunu karşıma aldım biliyor musunuz? “Niye kaçırıyorsunuz bu adamları bak Almanya’ya gidiyor, işte Fransızlar aldı, işte Amerikalılar aldı” diye karşı çıktılar.

Bakın Doğu Almanya’da STASÎ6 dediğimiz polisler var. Siz bir devlet memurusunuz, bir bilim adamısınız ama aynı zamanda devletin polisisiniz, muhbirisiniz ve bundan dolayı size ikinci bir maaş veriliyor, gizlice sizin hesabınıza yatıyor. Benim sorumlu olduğum projelerin her biri5 milyon, 30 milyon dolarlık. Bunlar için 100 bin dolar çok büyük para. Bunları anlattım yönetime. Düşünebiliyor musunuz ben Rusya’da bilim adamları tanıdım, evinde su yok. Dışarıya çıkıyor buz kırıyor evin içine getiriyor, içme suyu yapıyor bundan. E düşünün gerisini. Tabii ki bütün Doğu Bloğu bilim adamları böyledir demek istemiyorum. İnanır mısınız Avrupa’ya yayılan o bilim adamlarının çoğunun sonu hüsranla bitti.

Çalıştığınız şirketi de ajanlardan kurtardınız bir anlamda.

Gayet tabii.

Peki bunların STASİ’ye bağlı olduğu ortaya çıktı mı hocam, deşifre oldular mı?

Doğu Almanya’da kaç tane çıktı işte. Ama hepsi mi böyle, şüphesiz ki değil. Ben projelerimi hiçbir zaman riske atamam. Bir yerde bir tarafı açık verir, çökerse, bir yere teknoloji transferi yapılırsa siz sorumlusunuz. Konuşurken bile çok dikkat edeceksiniz. Çok önemli projelere imza attım AVIde. Akademik hayattan da uzak durmadım. AVLdeki görevime paralel olarak 1989’dan 1992’ye kadar Kari Franzes Üniversitesi Denel Fizik Kürsüsünde de Biyosensörler ve İnce Film Teknolojisi dersleri verdim. 1992 nin sonlarına doğru memleketime dönüş kararı vermiştim. Ülkeme hizmet verecektim. 1993’te Akdeniz Üniversitesi Fizik Bölümünde öğretim üyesi olarak göreve başladım. Prof. Gerald Urban ile ortak çalıştığımız projelerimiz devam ediyordu. Viyana Teknik Üniversitesi Elektroteknik Bölümü, Medikal Biyosensörler Bölümünü kuran, onun başındaki zatı muhterem. Kendisi şimdilerde Almanya’da Freiburg Üniversitesinde çok iyi bir pozisyonda. Kendisine ait bölümü kurdu ve çok başarılı projelere imza atıyor.

Ama hâlâ Viyana’da projeniz devam ediyor.

Tabii. Sorumlu olduğum projeler var. Birden ayrılamazsınız ki. Projeleri tamamladıkça üzerine yeni proje almadan yavaş yavaş ayrılıyorsunuz. Akdeniz Üniversitesine öğretim üyesi olarak geldim, atamamız yapıldı. Şubat 1994’te de profesörlük unvanını aldım Akdeniz Üniversitesinden. Rektörümüz o dönemde Prof. Dr. Tuncer Karpuzoğlu idi. 1995 yılında Viyana’da yürüttüğümüz projeye bağlı olarak Gerald Urbanın telefonu geldi. 1 aylığına yurtdışına gitmem gerekiyordu. “Projeden dolayı benim 1 ay Viyana’ya gitmem lazım” dedim. “Yok” dediler, “1 ay biz izin veremeyiz”. “Doktor raporu alın” denildi, “Ben sahtekârlık yapamam,” dedim “doğrusu bu”.

Ne oldu peki hocam?

Ondan sonra ben gittim Viyana’ya, patentimizi yaptık, geri döndüm. Beni müstafi saymışlar.

Yani istifa etmiş mi sayıldınız?

Devlet memuru olarak göreve 3 gün gelmezseniz işinize son veriliyor. Hayatımda ağladığım gündür benim o. Bana “Hemen bir iş mahkemesinemüracaat edin göreve iade edilirsiniz” dendi. Ben de “hayır” dedim “dönüyorum” ve tekrar Viyana Teknik Üniversitesine gittim. 1999 yılına kadar orada çalıştım.Bu arada yavaş yavaş yaşlandığımı hissediyorum. Kalbim biraz kırık olsa da memleketime hizmet etmek istiyorum. Türkiye’yi özlemişim. İki ülke, iki kültür arasında gidip geliyorum. Türkiye ayağını sağlamlaştırmak için küçük bir ofis tutmuştum. Derken bir ezan sesi duydum.

Ve hayatınız mı değişti?

Rahmetli babam “Oğlum ezanı duyduğunda Bilal-i Habeşi’nin ruhuna Fâtiha oku” derdi. “Bilal-i Habeşi kim baba?” diye sorduğumda “O ilk ezanı okuyandır” demişti. Yıllar geçmiş ben bunu unutmuşum. Uzun yıllar yurt- dışında ezan sesi duymamışım. Hiç unutmuyorum, sene 1999, Antalya’daki ofisimde çalışıyorum, daha tam kesin dönmüş değilim. İkindi ezanı okundu. O güne kadar tabii defalarca ezan duydum ama birden o ikindi ezanında babam aklıma geldi. Kalktım Bilal-i Habeşi’nin ruhuna Fâtiha okudum ve ne olduysa ondan sonra oldu. Birdenbire Kuran-ı Kerim’i daha merak eder oldum. Bilime, Kuranın gözüyle bakmaya başladım.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp