Anatomi

Anatomi :

Tarihçe. İnsanoğlu barutu, evrenin doğasını, buhar makinesini, aşıyı, Antarktika anakarasını, demokrasiyi ve balonu beynin yapısını anlamadan çok önce buldu. Oysa, beyin tüm bu buluşlar için insana gerekli akılsal yeteneği ve hamle gücünü sağlıyordu. Beynin yapısını anlamada gecikmemizin birkaç nedeni bulunmaktadır. Bunlar; eski bilgilerin öğretilmesine olan ısrarlı bağlılık; organların kesilip parçalanmasına kilise, devlet ve hemen hemen herkesten gelen karşı koymalar; benimsenmiş metinlerin üzerinde yeniden gözle yapılacak deneyimlere karşı duyulan isteksizlik ve kuşkusuz konunun doğalolarak karmaşıklığı gibi nedenlerdir. Böyleyken bile. Eski Yunan uygarlığındaki ilk bilimsel aydınlanma, daha sonra Araplar, Rönesans, on yedinci yüzyılda tıbbın olgunlaşması, mikroskobun bulunuşu ve çağdaş bilimin doğuşuna kar-şın, beyin hakkında doğru ve duyarlı bilgilerin toplanmasının 1800'li yıllara değin gecikmesi acıklıdır. Gerçekte frenoloji ortaya çıkana de-ğin sinirbilim tam anlamıyla bir gelişme gösterememiş; frenoloji denilen yanlış fikirlere dayalı bu bilim beyin araştırmalarında diğer alanlarda savaşın yaptığı gibi bir katalizör, bir atsineği, bir uyarıcı rolünü oynamıştır.

Beyinle ilgili bilgilerin günümüze değin nasıl toparlanmış olduğunu anahatlarıyla İncelemenin şimdi sırası gelmiş bulunuyor. Çağdaş görüş açısıyla bakıldığında ilk ilginin beynin karıncıkları. daha sonra büklümleri (kıvrımları) ve son zamanlarda da beyin korteksi üzerinde yoğunlaşmış olması tuhaf gelebilir. Bu, beyinle ilgili. gerçek durumun erine çevrilerek ele alınışıdır. Çünkü korteks en üstte, büklümler onun altında ve karıncıklar en altta bulunmaktadır. Günümüzde, çoğumuz beynimizde karıncıklara sahip olduğumuzu seyrek olarak düşünmemize karşın, karıncıklar herhalde binlerce yıldır aydınlar arasında büyük ilgi uyandırıyor ve tartışmaların konusunu oluşturuyordu.

Sinirbilim'in (nöroloji ya da nevroloji) tarihçesi diğer tüm bilimler gibi kimin neyi yaptığı, kimin hangi alanda öncü olduğunun öyküleriyle ve' sayısız ilklerle doludur. Geleneksel olarak, Pisagor'un öğrencisi olan Alkmeon'un ilk kez dikkatleri beyin üzerine çektiği kabulolunur. Alkmeon hayvanları kesip inceleyerek atardamar ile toplardamarları ayırt etmiş; görme sinirleri ve östaki borusunu tanımlamıştı. Keçilerin kulaklarıyla soluduğuna inanıyor (anatomik yönden östaki borusunu aklında bulunduran birisi için tümüyle kaçıkça bir düşünüş değildi bu) akılsal yeteneklerin merkezinin kalp değil beyin olduğunu ileri sürüyordu. Alkmeon ve diğer Eski Yunanlılar beynin fizyolojisi hakkında (en azından) belirsiz fikirler ileri sürüyor ancak beyin dokusunun her nasılsa zekayı örgütlediğine inanıyorlardı. Alkmeon'un fikirlerini ortaya koyduğu yazılar bu türde ilk yazılar sayılmasına karşın, gerçekte Eski Mısır'da yazılmış bazı metinler bu konuda Alkmeon'a öncülük etmekteydiler. Sözgelişi, Smith papirüslerindeki 6 numaralı talimatta şöyle deniliyordu: «Bir adamın başındaki yarayı muayene ederken ... orada parmaklarımızın altında, bir çocuğun henüz sertleşmemiş başındaki zayıf yerler gibi titreşen (ve) kımıldayan bir şey bulunur.» O dönemde Eski Mısırlılar dünyanın geri kalan yerlerinde yaşayanlara göre farklı gezegenlerin insanları gibiydiler. Ancak, papirüslerde beynin akılsal yetenek organı olduğuna ilişkin bir iddia bulunmuyordu. Bu fikrin doğuşu için M.Ö. SOO'lerde yaşayan Krotonlu Alkmeon'a kadar zamanın geçmesi gerekmişti.

İlk kez beynin karıncıklarına (beynin içinde bulunan boşluklara) dikkati çeken M.Ö. 300'lerde yaşayan İskenderiyeli Herofilus oldu. Ancak, karıncıkların kesin tanımlamalarını yaparak önemlerini vurgulayan Galen'dir. M. S. İkinci yüzyılda Galen'in bu konuda söyledikleri daha sonra tümüyle birer inanış biçimi haline geliyor ve bunlara karşı ileri sürülecek eleştiriler günah ya da küfür gibi sayılmaya başlanıyordu. Bedende bir şey Galen'in tanımladığı gibi görünmüyorsa, ya bedenler Galen'in zamanından beri değişmişti ya da Galen'i yalanlayan' bedenler hasta veya yanlış oluşmuş bedenlerdir, deniliyordu. Örneğin, kanın bedende dolaşım yapmadığı oysa gelgit olayı gibi düzeyinin yükselip alçaldığı şeklindeki tanımlaması bin yılı aşkın süreyle güçlü bir yasa maddesi olarak benimsenmişti. Buna karşın, Galen beyindeki karıncıkların rolleri hakkında önyargılı olmamış ve beynin işlevleri içinde nasıl bir rol oynadıklarından emin olmadığını belirtmişti. Oysa halefleri olan Emesia piskoposu Nemesius ve St. Augustine bu konuda Galen gibi davranmadılar. Ve M.S. Dördüncü yüzyılda adına Hücre Doktrini denilen fikirlerini ilk kez ortaya koydular. Buna göre, beynin kendi dokusunu önemsemeden ilk hücreyi (yan karıncıklar) sağduyu ve hayal gücünün merkezi; ikinci hücreyi (üçüncü karıncık) fikir, muhakeme ve mantık merkezi; üçüncü hücreyi (dördüncü karıncık) bellek merkezi olarak kabul ediyorlardı.' Günümüzde bu konuda benimsenen fikir, bir sıvının (beyin ve omurilik sıvısı) bu işlevleri yürüttüğü şeklindedir. Beyin dokusunun yalnızca bir mahfaza rolü oynadığı biçimindeki o zamanın iddiaları ise, tuhaf karşılanmaktadır. Ancak, Hücre Doktrini de bin yıldan uzun süreyle genel kabul görmüştü.

On birinci yüzyıldan kalma el yazması bir kitapta ilk kez beyin iş-levlerini gösteren bir Batı çizimi bulunmaktadır. Kitap karaciğer, kalp, erbezi ve beyni 'insanın dört temel üyesi' olarak nitelemekte; 'fantezi, zeka ve belleği' beynin karıncıklarında yerleşmış üç akılsal yetenek saymaktadır. Bu nedenle, o döneme değin hiçbir şeyin değişmediği anlaşılmış oluyordu. Onuncu yüzyılın sonu ile on birinci yüzyılın başlarında Avicenna, Hücre Doktrini'nin gerisine büyük tıbbi ağırlığını koyuyordu. Bir yazarın dediği gibi her şeyi olduğu gibi benimsiyor ancak doktrindeki karıncık sayısını 3'ten 5'e çıkarıyordu. Dönemin diğer yazarları da karıncığın önemine ilişkin genel inanışı köle gibi benimsiyorlardı. Kendilerine miras kalmış varsayımlara sarılıp tutunma dönemiydi o dönem. İncil ve Kuran'ın yüzyıllarca önce yazılmış olmaları da, onların birer otorite olmalarını yadsıtmıyordu. Tersine, bu kutsal kitapların eskiliği saygınlıklarını artınnaktaydı. Aynı şekilde Hücre Doktrini de saygı görüyordu. Zamanla ululaştırılmış, geleneklerle demlendirilmiş ve belki de üzerinde düzeltmeler yapılmıştı ama hiçbir şekilde safradır diye bir kenara atılmamıştı. Her konuda daha resmi ve üslupçu olan Araplar, beynin gerçek şeklini bilseler bile bunu tanımlamamışlardı.

Rönesans geldiğinde, tümüyle yeni bir olayalmaktan çok bir yeniden doğum niteliği gösteriyordu. Kuşkusuz anatomik tanımlamalar içinde böyle olmuştu. Kendilerine miras kalan eski zaman bilgileri ve tozlanmış doktrinin sürekli yinelenmesi yerine özellikle İtalyanlar daha çok Eski Yunanlılar gibi davranmaya başladılar. 1316 yılında Mondino de Luzzi, ilk pratik anatomi el kitabını yazdı. Bu kitap öncülüğüyle övgüye degerdi ancak bilgi yönünden çok zayıftı. Kitapta karaciğer iki yerine beş loplu; kalp dört yerine beş odalı; rahim dikkati çeken sekilde boşluklu yedi boşluklu ve beyin koroid damarağı adı verilen 'kırmızı bir kurtlı ontrol edilen bir organ olarak tanımlanıyordu. Mondino bir devci olmayı istemişti; oysa, Galen şimdi de kesin biçimde konuya egemendi. Kitapta bilgiler anatomik ipuçları ile desteklenmeden verilmişti,

On beşinci yüzyılın sonu ile on altıncı yüzyılda yaşayan Leonardo da

Vinci bile ilk ve ortaçağların bu konuda boğucu egemenliklerini kıramadı.

Vinci, beynin karıncıklarının ilk kez kalıbını (bir öküzü kullanarak) çıkarmıştı. Pek çok alanda öncü olan Leonardo da Vinci şimdi de beynin karıncıklarını Hücre Doktrini'ne benzer şekilde sınıflandırıyordu. Bu nedenle, duyarlı Rönesans anatomİ çalışmaları bile geleneksel (ve de yanlış) öğretiyle karışıp harman olmuş bulunuyordu.

Şimdi sıra Vesalius'a geliyor ve J. M. Ball'ın dediği gibi, «Karanlıktan güneş ışığına çıkış-a benzer bir adım atılmış oluyordu. Andreas.

Vesalius, Rönesans'ın tıpla uğraşan en büyük bilim adamlarından biriydi. Darağaçlarından ceset çalıyor ve üzerlerinde incelemeler yapı-yordu. Tüm zamanların değilse bile, zamanının önde gelen ariatomi bilginlerinden biri olmuştu. •Öğretmeni tarafından çılgın diye nitelendirilmesine karşın, yirmi üç yaşında Pa dua' da operatörlük konusunda profesör olarak atanıyor ve Galerı'in öğretisindeki çatlaklara ilk kez el atan kişi oluyordu. Bunlar, doğalolarak Galeri'in yanlışları bulundukça ilerleyen yavaş adımlardı. Sözgelişi, Vesalius kalbin kanncıkları arasındaki ince delikçikleri bulmuştu (bu bilgi, yüz yıl sonra Harvey'in çalışmalarına önemli katkıda bulunacaktı). çağının çok ilerisinde olan Vesalius, Engisizyorı'un egemen olduğu dönemde Padua'dan Madrit'e çağrıldı. Büyük otoritenin gazabına uğramış ve daha .otuz yaşında ana-.tomiyle ilgilenmekten vazgeçmek zorunda bırakılmıştı. Daha sonra Vesalius, anatomi etkinliklerini sürdürmeden yirmi yıl daha yaşadı; Ancak onun etkinlikleriyle insan anatomisi bir konu olarak doğmuş ve Vesalius da kuşkusuz İnsan anatomisinin babası olmuştu. Bununla birlikte, Galen'in taraftarlarına dalkavukluk etmeyen Vesalius bile, önce beynin karıncıklarıyla ilgilenmezken daha sonra bu karıncıkları duyusal ve kas etkinliklerinden sorumlu hayvansal ruhların deposu olarak adlandırmıştı. Galen, 1.300 yıl sonra şimdi de güçlüydü,

Vesalius, Leonardo ile diğer sanatçı anatomi bilginleri var olması-na ve Ortaçağ'ın sonu gelmez savaşlarında pek çok insan kafatasının patlamış olarak sahipsiz ortalıklarda sürünmesine karşın, kimse insan beyninin en belirgin ve hemen görülebilen büklümleriyle ilgilenmiyordu. Oysa, akıllarında katı varsayımları taşımayan Eski Yunanlılar bu büklümlerle ilgilenmişler; örneğin, İskenderiyeli Erasistratus (M.Ö) Üçüncü yüzyılda) büklümlerin bağırsaklara benzediğini düşünmüştü.

Yanılıyordu; çünkü, büklümler bağırsaklar gibi sürekli boruları oluşturmuyordu. Ama hiç olm~sa Erasistratus büklümlere bakmış ve bir betimleme yapmaya çalışmıştı. Daha sonra Galen gelmiş, büklümlerin beynin etkinlikleriyle ilgili olabileceğini düpedüz yadsımıştı. Beyin büklümlerinin ilk çizimi 1345 yılına değin yapılmadı. O yılda yapılan çizim ise çok kötü ve inandırıcılıktan uzaktı. Bu çizimde modelolarak insan beyni yerine bir ineğin beyni kullanılmış olmasına karşın gene de bu yapılan şey, bir ilgisizliğin sonu demek oluyordu. Vesalius'un çalışmalarındaki duyarlılığa örnek bağlılığının tersine, dönemin sanatçıları beyni şematik ya da daha doğru deyişle yanlış olarak çiziyorlardı.

Archangelo Piccolomini (On altıncı yüzyılda) insan beyninin resmini çizenlerden biriydi. Ancak yaptığı bu çizim de, Arapların yüzyıllarca önce yaptıklarına benzemekteydi. Yaşamı On yedinci yüzyılda sona eren Giulo Casserio da bu konuda az suçlu değildi. Çünkü Casserio, 'belirgin, hoş ve bir sanatçının yaratıcı çabayla oluşturacağı özenli' çizimlere karşı çıkıyor ve insan beynini ince bağırsakların kesiksiz halkalarına benzeterek çiziyordu. Yaptığı resimdeki sakallı ve güzel insan yüzü çok mükemmel di oysa geriye doğru çekilmiş derisinden açık olarak ortaya çıkan beyni gülünç bir karikatürden başka bir şeyolamazdı.

On yedinci yüzyılın geri kalan süresi benzeri çalışmalarla geçti.

Sözgelişi, beynin işlevleriyle büyülenmiş öncü kişiler arasında Thomas Willis (beyin kaidesindeki atardamarlar arasında yer alan ağızlaşrnalan bulan kişi) ve Franciscus de leBoe (ya da Sylvius; beyinde bu adlanılan yarığı saptayan kişi) bulunmaktaydı. Bu iki bilim adamı, daha önce hiçbir tartışmada işitilmemiş olan beyin korteksini, işlevsel önemiyle ileri sürüyorlar ve kuşkusuz bu- öneriyle çağdaş sinir fizyolojisinin ilk basamak taşlarını yerleştirmiş oluyorlardı. Ancak bu kişilerin yaptıkları beyin çizimleri de, düşünceleriyle kıyaslanmayacak denli kötüydü. On yedinci yüzyılın Willis ve Sylvius üzerinde yaptığı karşıt etki--lerden etkilenmeyen Rene Descartes aslında bir filozoftu. Ancak, beyin karıncıklarının merkez örgütlenmesine beyin epifizini ekleyerek bu ko--nu daki yetkisini ortaya koyuyordu. Descartes, beyin epifizi denilen gösterişsiz kabarık1ığı, karıncıklar aracılığıyla her şeyi denetleyen ruhun merkezi olarak tanımlamaktaydı. Yazılarında beyin korteksinden çok en der söz etmişti. Oysa bu konudaki çalışmalarının arasında yer alan bazı çizimler, insanın beyniyle ilgilenmesinin tarihçesinde o ana değin görülenler arasında en duyarlı beyin büklümü resimlerini içeriyordu. Bu metinlerde karıncıkların o eski gücü şimdi de duyumsanıyordu. Ancak, çağın en büyük aydınlarından birinin aracılığıyla, Willis ve Sylvius ile aynı zamanda olmak üzere, beyin korteksinin önemi bir kez daha vurgulanmış oluyordu. Geleneğe bağlılık sürmekle birlikte, yepyeni düe rin doğuşuyla On yedinci yüzyılın tıp bilimi bir geçiş dönemini yaşamaktaydı.

Beyin korteksinin adının böylece anılmaya başlaması birdenbire oynadığı rolün aydınlanıp ortaya çıkması anlamına gelmiyordu. On yedinci yüzyıldan On sekizinci yüzyıla geçilirken Marcello Malpighi (böbreğin medulIa bölümünde bulunan ve idrarı böbrek pelvisine iten düz borucukları bulan kişi), beyin korteksini beze gibi düşünüyordu. Frederick Ruysch beyin korteksinin kan damarlarını içerdiğini ileri sürmekteydi (böyle düşünmesinin nedeni onun aşırı derecede kan damarı meraklısı olmasından kaynaklanabilirdi). İlk mikroskobu yapan, bakteri ve protozonları ilk kez gören Anton de Leeuwenhoek, beyin korteksinin 'kürecik'lerderı oluştuğunu düşünüyordu. (Mikroskop kullanan pek çok kişi, hele miyopsa her şeyi kürecikler biçiminde görür). Bu üç farklı düşüncenin temel değeri, diğer gözlemcilerin bu konuda daha doğru çalışmalar yapmasına zemin hazırlayan teşviki sağlamalarındadır. Sinirbilimin tarihçesinde son bilmece, akılsal yeteneğin varabilece-ği sonuçların hatalı bir heveslilikle ele alınmasında ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılda yaşayan Franz J oseph Gall, beyindeki bazı bölgelerin belirli bazı zeka niteliklerinden sorumlu olduğu düşüncesini ileri sürmüştü. Bu düşünceden, kafatasının düzensiz yumrularının altındaki çeşitli alanların yönettiği yeteneklerin haritasını çıkaracak olan fren 0-loji doğuyordu. Gall, çalışkan ve alçakgönüllü bir insandı. Oysa, öğ-rencilerinden Johann Caspar Spurzheim, frenolojiyi Gall'in düşünüşünün de ötesinde olmak üzere daha bir enerji ve tutkuyla ileri sürüyordu. On dokuzuncu yüzyılın başlarında frenoloji bir mezhep gibi pek popüler ve haddinden çok etkileyici hale gelmişti. 1830'lu yıllarda ise, frenoloji haddinden fazla ilgi görmüş bir konu olarak önemini yitirmeye başlıyordu. Ancak çok yararlı bir roloynamış, dikkatlerl karıncıklar yerine beynin yüzeyine çekmişti. Böylece frenoloji yanlış yönlendirilmiş bir coşkunlukla insanoğlunun dikkatini beynin korteksine çekerek iyi bir sonucu doğuruyordu.

Ayrıca beyin konusunda her şeyeskiden elde edilemeyen bir hızla yol alıyordu. Mikroskop, anatomi ve fizyoloji tümüyle geniş adımlar atarak ilerlemekteydiler. Fotoğraf da kendine düşen rolü oynuyor, insan beyninin ilk taşbasması resmi 1854 yılında Emil Huschke tarafından basılıyordu. Birkaç yıl içinde beynin büklüm ve uzunlamasına girintilerine ulaşılmış; Edwin Clarke ve Kenneth Dewhurst'ün dediği gibi, «Beynin en uzak bölümlerinin resimli trörüntüsü elde edilmisti.»

Son aşama, beynin ne olduğunu tümüyle bilmeden ama çağdaş sinirbilimsel çabaları sahneye koyarak gene On dokuzuncu yüzyılda ve bu kez yüzyılın son yarısı içinde meydana geldi. Özellikle Paris, Berlin ve Londra'da dikkatleri çeken araştırmacılar beynin uyarılma yeteneği ile kesin işlevsel alanlarını gösterdiler. Bu alanlar o yüzyılın başında frenoloji ile uğraşanların öne sürdükleri alanlar değildi. Ancak yüzyılın başında yaşayan hevesliler beynin sağına soluna dokunarak doğru yola girmişlerdi. Yaptıkları en önemli iş de, başkalarını harekete geçirip onların beynin işlevlerinin, beynin yüzeyini oluşturan korteks'te olduğunu sezinlemelerini sağlamalarıydı.

Kanada'nın Montreal kentinde Wilder Penfield ve arkadaşları, bilinci tümüyle yerinde olan hastaların korteksini doğrudan doğruya uyarıp tüm tepkileri aldıkları zaman, beynin işlevleriyle ilgili bütün ilkel düşünüşler sona eriyordu.

İlk kez Kratonlu Alkmeon fikrini ortaya koyduğundan bu yana yirmi beş yüzyıl geçmiş-ti ve şimdi doğrudan doğruya kortekse yapılan uyarılara ulaşılınca bu konuda da modern çağlar başlamış oluyordu. Günümüzde beynin genel anatomisi artık bir varsayım, öngörü, doktrin ve felsefe tartışmaları sorunu değildir. Bunların yerine, sanki uzun zamandır bunları 'biliyormu-şuz gibi beyin konusunda ayrıntılı gerçek bilgiler kitaplarda sunulmaktadır.

Beynin bölümlerinin adlandırılması. İnsan beyni, Robert Boyle'un nitelendirdiği şekilde enfes bir yapıda değildir. Anatomik yönden insan beyni bir karmaşıklık ve üzerinde çalışanlar için başlangıçtan itibaren bir caydırıcılık örneğidir. Oysa, bir balığın beyni insan beyni ile karşılaştı-rılırsa, gözle görünebilen şişkinlikleri ve duyu organlarıyla bağlantılı coğrafyasıyla bir açıklık, belirginlik örneği oluşturmaktadır. Gerçekte insan ile yüksek düzeydeki hayvanların beyni, ancak onların atalarınınki anımsandığında ya da bir balığın beyni göz önüne alındığında bir anlam kazanırlar. Burada sorun, ilerlemiş beynin daha düşük düzeydekilerin beyninin şişip büyümesiyle değil, (genellikle) o beyinlerin bir bölümü olan önbeyinin şişmesiyle meydana gelmiş olmasındadır. İnsan midesi aynı şekilde büyüseydi, sindirim sisteminin geri kalanı küçülüp cüceleşecek 'Ve sindirim borusunun o gözle görülür basitliği yok olacaktı. Kafatasındaki tüm elverişli hacme gözünün dikmiş açgözlü, . genişlemiş önbeyin çıkarılırsa, kafatasında elverişli hacmin altıda beşini kaplayan şişmiş beyin yarım kürelerinin altında atalarımızdan kalan beyin karmakarışık 'tıkılmış, biçimi bozulmuş ve sıkılıp kalmış da olsa en azından ortaya çıkarılabilir.

Beynin bölümlerinin adlandırılması, tıp öğrencilerinin öğrenme niye ci di olup olmadığının kesin olarak anlaşılınasım sağlayacak biçimde düzenlenmiştir. Bu adlandırma hiç de basit değildir. Çünkü, Eski unanca, Latince. Batı dilleri (ve kuşkusuz Türkçe - Çeviren) çeşitli bölümlerin adlandırılmasında yarışmaktadırlar. Ayrıca coğrafyada olduğu gibi, beyindeki çeşitli bölümlerin yerini bulup saptayan Broca, Willis, Variolus, Monro, Reil ve Rolando gibi kişilerin adlarıyla adlandırılmışlardır. Bir başka karışıklık daha, bazen serebellum (beyincik) gibi Eski Yunanca adların aynı anda ayrı bir admış gibi kullanılışından doğmaktadır. Sonuç olarak şimdi bizim önbeyinden gelişen beyin yarım kürelerimiz ile tümüyle ayrı olan ve yamukbeyinde ortaya çıkan beyincik yarım kürelerimiz; ayrıca beyincik korteksi, beyin, beyincik ve beyin korteksimiz bulunmaktadır. Bütün bu ayrı yapıdaki bölümler tıp öğrencilerinin kafasını karıştırıp onları güçlükler içinde bırakmaktadır.

(Burada özgün mantık, beyinciği iki parçalı yapıda, ceviz yarığına benzer bir yarığa sahip olduğu ve beynin çok ufağı görünüşünü taşıdığı şeklinde yürütülebilir).

«Ontojeni (organizmanın kaynağı ve gelişimi), filojeni'yi (türlerin zamanın seyri içinde geçirdiği evrim) özetler» cümlesi biyolojide çok saygın bir yere sahiptir. Bu cümle başka bir deyişle; bir bireyin gelişimi, türünü n evriminin izini izler, şeklinde söylenebilir. Bu kural kuşkusuz insan beyninin gelişmesi için de doğrudur. Çünkü ana rahmindeki embriyonun sinirsel borusu ön ucundan şişerken hiç olmazsa ilk asamada ilkel omurgalıların beyninin gelişmesini taklit eder. İnsan beyninin terminolojisi de kısmen eski yapıya uyar. İlkel ya da ileri düzeyde olsun her dört ayaklı hayvan da bir ornurilik, bir yamukbeyin, bir ortabeyin ve bir de önbeyin bulunsır. İnsan beynindeki bu üç bölümü ayırt etmek, bir balık ya da amfibyum beynindekinden daha güçtür.

Üstelik bu ayrılığı yansıtmak ister gibi insandaki sayılan bu üç beyin bölümü sırayla rombenkefal, mesenkefal ve prosenkefal adlarıyla da . anılırlar. Prosenkefal ayrıca dienkefal (arabeyin) ve telenkefal adlı bölümlere ayrılır. Bunlar bir beyin cerrahının meslektaşıyla konuşmasında kullanması için konulmuş adlar değil, ama insan beyninin evrimsel perspektifini ortaya koyarken beynin temel bölümlerini tanımlamak için verilmiş olan adlardır.

Beyin cerrahiarının kullandıkları beyindeki bölge adları, insanın evrimi sırasında gelişmiş olan üç (ya da dört) temel bölgeyi içermektedir. Bu kez de arka taraftan ve omurilikten başlayarak bunlar şöyle sıralanabilir: Beyincik (beyinden olabildiğince uzakta olmak üzere beyin sapına üç küçük ayakçıkla bağlanmıştır); soğanilik ya da omurilik so-ğanı (beynin bu parçası benzersiz olarak şişkin ve geniş değil, uzamış bir yapıdadır); köprü (Variolus'un yerini saptamış olduğu bu bölüm Türkçe'de VaroI köprüsü olarak adlandınlmaktadır - Çeviren) Beyinde başka köprü yoktur. VaroI köprüsü beyineik ve soğaniliği birbirine bağlar; ortabeyin (her yöne doğru 2,5 santimetre uzunlukta olan ortabeyin buradaki en gösterişsiz organdır). Ortabeynin tavan ve sapları olmak üzere iki bölümü bulunmaktadır. Ortabeyin tavanı da yeniden bölümlere ayrılır. Bunlar, ortabeyin arka yüzü ile dördüz cisimleri ya da diğer adlarıyla işitme yoluna bağlanan alt tepecik ve görme yoluna bağlanan üst tepeciktir.

Görüldüğü gibi beyindeki bölümlerin adları pek boldur. Greko-romen asıllı sözcüklerin söylenmesi de güçtür. (Yazar burada .İngilizcede genellikle Eski Yunanca ve Latince adlar kullanılışından yakınıyer. Oysa Türkçeleşmiş alanlarında biz sıkıntıyı o denli çekmiyoruz. Çeviren) Bu konuda rahatlamamıza bir örnek olarak ortabeyin, Va ral köprüsü ve so-ğaniliğin hepsine birden müşterek olarak beyin sapı dememiz gösterilebilir. Bu ad duyarlı ve uygun da olur çünkü üç organ, beyin yarım küreleriyle taçlanan bir bitkinin sapına benzer ve sap gibi işlev yaparlar.

Bu konuda dikkati çeken tek tehlike, biyologlar ile insan anatomieilerinin aynı zamanlarda çalışarak insanlar ve hayvanlar dünyasını birbirinin aynı (ya da benzeri) adlarla adlandırmalarıdır. Yerine göre benzeyen ya da aynı olmayan bölüm için aynı adı alıp kullanmaktadırlar. Ancak Homo uzun süreler yaşamın diğer öğelerinden farklı olarak düşünülmüştü. Şimdi, insan ve hayvan anatomicileri, birbirlerinin taktıkları bu adlardan haberli olmalıdırlar. Çünkü bu tür adlar her zaman aynı bölüm için birbirlerine uygun gelmemektedir.

Son olarak, kafatasının altıda beşi oranında hacmini kaplayan beyin ya da önbeyin çok önemlidir. Gene arka taraftan başlayarak (burada sıra beyin sapındaki kadar açık olmamakla birlikte) yer alan dienkefal ya da arabeyin, talamus'u (bundan hemen hemen tüm sinir uyartıları daha üst düzeydeki beyne geçerler) içerir; ayrıca talamus üstü (Ya da epitalamus; ko ku alma duyusu için ve kozalaksı organı ya da diğer adıyla epifiz bezini de içerdiği için önemlidir ve ilerde açıklanacaktır): subtalamus (belirli kasların düzenlenmesinde bazı işlevleri bulunmaktadır); hipotalamus (tüm beynin üç yüzde biri kadar olup pek küçüktür; ancak ilerde açıklanacağı gibi çok önemli bir organdır). Bu sayılanlardan ilk üçü olan talamus, epitalamus ve subtalamus bazen bir araya getirilerek toptan talamus olarak adlandırılır (oysa böyle yapılmaması gerekir; çünkü, aralarında farklılıklar bulunmaktadır). Ancak, hiç kimse hipatalarnusu başka bir organla birleştirmez. Bu organ, dört gramlık ağırlığıyla pek küçüktür. Ama hipotalamus, otonam sinir sisteminde beden ısısını, iştahı, susamayı, su metabolizmasını, kandaki şeker düzeyini, büyümeyi, uyumayı, uyanmayı ve görme işitmeden düşünmeden yapılan her şeyi düzenleyen önbeynin merkezi-. anatomisindeki diğer bölümler (çok farklı olmalarına karazen bu pek akıllı hipotalamusla birlikte sayılır. Sözgelişi bunlar: tüp çapraz (beynin alt yüzünde sağ ve sol göz sinirlerinin çaprazlaştığı yer); mememsi cisimler (ya da mememsi çıkıntılar; bunlann insan memeleriyle ilgisi yoktur ancak görünüşte biraz memeye benzerler, gerçekte ko ku alma duyusuyla ilgilidirler); huni şeklinde geçite hipofiz (bunlardan birincisi ikinciye saplık eder, ikincisi ise çok önemli bir içsalgı bezidir). Hipofiz bir hormon salgılayıcısı olduğu kadar diğer yerlerdeki hormon salgılayan organlar üzerinde denetleyici etkisiyle de önemlidir. Bir santimetre kadar olan çapıyla çok küçüktür ancak etkileri boyuyla orantılı değildir. Ne bu sayılanlar ve ne de beynin diğer bölümleri hipotalamusla aynı paranteze alınmalıdır,

Çünkü işlevleri birbirleri üzerine aşmazlar. Ne var ki çok amaçlı olanve sinirler aracılığıyla çalışan hipotalamusurı, çok güçlü olan ve kimyasal habercilerle çalışan hipofizle bu denli birbirlerine yakın olmalan şaşırtıcıdır. Ancak, yerleri önemlerine uygun olarak, olabildiğince ba-şın merkezine yakın bulunmaktadır.

Beynin bölümlerini adlandıran listede sonraki bölüm, tümüyle önbeyin yan m kürelerinden oluşan ve bütün akıl yeteneklerimizden sorumlu olan büyük doku kütlesi telenkefal'dir. Telenkefalin en ön bölümü rinenkefal (ya da koku beyni) ve beyin kaidesinde bulunan bozmaddelerden oluşmaktadır. Koku beyni, beynin en eski bölümüdür ve beynin bölümleri arasında bir coğrafya mantığı bulunduğu zamanlardan kalmadır. O zaman da koku beyni, beynin öne doğru en çok çıkıntı yapmış bölümüydü. Hayvan anatemisinde en uç nokta olan burnun ucuna yaklaşıyordu. (Benzeri şekilde optik loplarda tam gözün yakı-nında ve burnun biraz gerisindeydiler. İşitme alanı daha da gerideydi.

İnsan beyni de, bu ilk örnekleri anımsatacak biçimdedir. Ancak ilk örneklerdeki açık seçiklik kuyruğumuzun, dört ayaklı oluşumuzun basit yaşam biçimimizin yok oluşu gibi ortadan kalkmıştır).

Rinenkefal'in çok uygun biçimde yer aldığı eski zamanlarda bile, koku alma duyusunun daha çok önem taşıdığı anlaşılmaktadır. Günümüzde yaşayan en alt düzeydeki ilkel yaratıklardan bazılannda rinerı-kefal önbeyinin geri kalanından büyüktür. Böylece rinenkefal düşünme alanına doğru genişlemiş ve bu ilkel yaratıklar öğrenme gibi oldukça

ileri düzeydeki davranışlan başanr olmuşlardır. Bu nedenle, böyle yaratıklann rinenkefal ile koku aldıklan ve anımsadıklan varsayılmaktadır. Bu konuda ek ipuçlan olarak insan beyninin tavanı (beyin üçgeni) ve hlpokamp'ta (beyinde bulunan iki beyaz çıkıntı) bulunmaktadır.

Rinenkefalın bu iki bölümü insanlarda koku alma duyusuyla ilgili olarak bazı hayvanlardan daha iyi gelişmiştir. Bunlara, göreceli olarak, böyle neden iyi bir biçimde sahip olabildiğimiz belli değildir.

Telenkefal'in geri kalan bölümü olan beynin bozmaddesi hakkında çok şey bilinmemektedir. Eski Yunancada düğüm anlamına gelen adı bir parça yardım sağlar (Hipokrat düğüm e benzer tümörler sözcüğünü kullanmış, Galen de ondan alarak düğüm gibi sinir demetleri Sözünü kullanmıştır). Omurgalılarda çok sayıda bulunan sinir düğümlerinin çiftler halinde olmaları dikkati çeker. Oysa, insan beynindeki bozmadde özellikle düğüme benzer yapıda değildir. Bo"zmadde beynin geri kalan farklı yapıdaki (örneğin, beyincik akmaddeden oluşmuştur) bölümlerine göre çok daha büyük bir hacmi kapsamakta ve bu bölüme ilişkin bilgiler arada bir işlevini aksattığında elde edilmektedir. Bozmadde hastalandığında, beynin sahibi titreme ve ürperme duyumsar (Parkinson hastalığında olduğu gibi) ya da kas sertliğinden veya bedeni titretip sıçratan hareketlerden şikayet eder (St. Vitus koresindeki gibi). Sinir düğümleri belli ki kas hareketlerine bağlıdır. Ancak, bunun neden ve nasıl olduğu bilinmemekte; rinenkefal'in diğer bilinmeyen yönleriyle birlikte gelecekte açıklığa kavuşması beklenmektedir.

Beyin yarım küreleri. Şimdi beyin yarım kürelerine gelmiş bulunuyoruz. Beyineikten başlayıp beyne kadar adı geçen tüm beyin bölümleri beynin toplam kütlesinin altıda birini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, 230 santimetre küp dolayında olan bu hacim, bizim uzak atalarımızla (balık, amfibyum.: sürüngen ve memeliler) ilgili olmamızı sağ-lamakla kalmaz; günlük yaşamımızda yürüme, denge, güçlü biçimde gelişme, acıkma, susama.. doyma, .uyuma, .uyanma ve günlük normal etkinliklerimizin gerektirdiği normal işleri yapmaımza izin verir. Çok kaynatılmış bir yumurtanın sivri yeri kırılıp açıldığı zaman içinde görülen yumurta akı gibi, insamn başımn tepesi kesilip açılsa 230 santimetre küplük haeim burada gözle görülmez. O anda kesikten görülen iki beyin yarım küresinin süngerimsi, büklümlü, yarıklı ve hemen hemen bulut gibi pembemsi gri kütlesidir. .

Evrimleşerı, akılsal yetenekle tanrılaşan bu beyin kütlesi her an yarım litrelik kamn içinde yıkanırken, birkaç saniyelik (sözde yedi saniye) bir kan ikmali kesikliği beyinde hasara yol açmaktadır. Beyin yarım kürelerinin görünüşü bir ırktan diğerine, kadından erkeğe ve bir dahiden bir aptala değişmektedir. Beyin dokusu, bedenin en çok su içeren bölümlerinden biridir. Bu şekilde içerdiği yüzde 85 oranında su ile kandan bile akışkan olup daha, beyin yarım küreleri kemik çerçevelerinden çıkarılırlarsa kendi kendilerini destekleyip biçimlerini koruyamazlar Tüm akılsal yeteneğimizin merkezini oluşturan bu kütleler, yumuşak bir jöle gibi kendilerini tutamayıp dağılırlar. Kuşkusuz beyin yarım kürelerinin de bölümleri (ve bunların düzinelerce adı) bulunmaktadır. Ancak, insan beyninin yüzde 85'ini oluşturan kütle, yukarda acilan açıklanan ve yüzde 15'Iik kütleyi oluşturan geri kalan çeşitli beyin bölümlerine göre, görünüŞlf en birörnek olan bölümdür. Beynin tamamı bedenin oksijeninin dörtte birini kullanır. Kuşkusuz bunun en büyük bölümü de, beyin yarım küreleri tarafından alınır. Beyin yarım küreleri ağırlıkları yönünden göz önüne alındıklarmda, herhangi bir organa oranla on altı kez fazla oksijene gereksinim gösterirler. Gene de, beyin yarım kürelerinin yapısında temel nitelikte bir yenilik bulunmaz.

İnsan beynine benzer beyni ola? diğer hayvanların beyni, benzeri davranışları yapacak benzeri beyin bölümlerini içerir. İnsan beyni ile bu gibi hayvanların beyni arasında dış görünüşte hemen göze çarpan farklılık (büyüklüğün farklı oluşudışında) büklümlerin derecesinde görüliir. Başlangıçta beyin lopları düz olan insan fetüsündeki gibi, bir gorilin lopları insanınkinden daha az büklümlü ve düzgün, bir fareninki daha da düzgün ve bir sürüngenin beyni ise, en az büklümlüsüdür. Bir kez daha yineleyelim: «Ontojeni, filojeniyi özetler.» Ve bir insan ernbriyonu, Homo sapiens haline gelmeden önce atalarımızın oluşumundan geçer 'görünümdedir.

Sonuçta ortaya çıkan yapı karışıklığına karşın, insan beyninin olu-şumunda gene de bir tür mantıklı davranış bulunmaktadır. Daha yalın bir biçimde konuşulursa, daha çok beyin dokusu var olması gerektiği varsayılabilir. Yamukbeyin, ortabeyin ve önbeynin düzenini bozmadan beyin yapısına en iyi nasıl doku eklenebilirdi? Arkadaki bölgelerin şi-şip büyümesi büyük olasılıkla beynin çalışma düzenini karıştıracaktı.

Oysa, ön kısmın genişlemesi yeni alanlar kaplamak demek olacaktı. Bu bir evi tadil etmektense onu genişletecek ekler yapımına benzer. Omurgalının beynini birkaç gramdan bin gramın üzerlerine çıkarmak, ona bir yer eklemesini gerektirir. Genelde bu işlem, sistemin ön ucunda gelişebilecek yer olan tarafta gerçekleşir. Bununla birlikte gene yalın bir şekilde konuşulursa, olay bir lastik balonun şişmesine benzemez. Şimdi de elde bir kafatası ve başın gereksinimleri bulunmaktadır. Böylece, insan beyninin genişlemesi önce öne, sonraıbaşm tepesine ve daha sonra da yeniden başın arkasından beynin merkezine doğru olur.

Olay, adi bir balonun şişirilmesinden çok borusal (ya da sosis biçimindeki) bir balonun şişirilişine benzer. Böyle bir balon bir küre oluşturmak üzere önce öne, sonra geriye doğru; en sonunda da küreyi oluş-turacak şekilde yanlara doğru şişer. Bir insan beyni, her şeyi isteyen, diğer bölümleri gömmeye çalışan ve bu nedenle avını sıkıp öldüren bir avcı gibi olan yarım küreleriyle anatomik yönden oldukça karışık bir yapıdadır.

Üstelik burada avcı bir değil, ikidir. Çünkü beyin yarım küreleri iki tanedir. Beynin diğer bölümlerine oranla daha büyük olan bu bölümün iki parça halinde birbirinden ayrı oluşu, bu iki parçanın yalnız. ca küçük bir alanlarıyla birbirlerine bağlı oluşu çok önemli bir sonucu meydana getirmektedir. Kitabımızın ilerdeki Bir Yarının Baskın Olması kesimi bu çok tuhaf yapıyı ele alacak ve her iki parçanın birbirinden hemen tümüyle ayrı olarak bir iletişim sistemiyle birlikte 'Var oluşunun beklenmeyen yararlarını açıklama girişimlerimizi içerecektir.

Beyin yarım kürelerinin arasındaki boşluğa, beyin yarım küreleri arası orta (ya da üst) yarığı adı verilir. Her iki yarım küre, ilk ya da ikinci bakışta birbirinin aynısı gibi görülür (oysa aralarında farklılıklar var olup bunlar ilerde açıklanacaktır). Her iki yarım küre birbirine dayanıklı bir doku köprüsü olan beyin büyük birleşeği (korpus kaIlosum) ile bağlanmıştır. Bu bağ, beyin yarım küreleriarası orta yarığının tam ortasından aşağı doğru bakılırsa görülebilir. Beyin yarım kürelerinin her biri ayrıca dört lopa bölünmüştür. Ama, bu loplar yarım külçelerin ortasındaki büyük bölünmeden çok daha az göze çarpıcıdır. Bu dört lop da, alın lopu (başın önünde), çit ya da çeper lopu (başın tepesinde, sağrakardı ya da oksipital lopu (başın gerisinde) ve şakak lopu (başın yanında) adlarıyla adlandırılırlar. Bu adlar, kafatasında o bölgede bulunan kemiklerin adlarından alınmıştır. Ancak her kemik ile ona karşılık olarak adı verilmiş lopun yer olarak tam uyması kesinlikle söz konusu değildir (beynin bölümlerine kemiklerin adından farklı adlar verilmesi çok daha iyi karşılanırdı). '

Beyin yarım kürelerindeki loplar birbirlerinden aynı derecede farklı ve bağımsız değillerdir. Alın lopları, içlerinde en açık seçik olanları-dır. Bu loplar, merkezde bulunan girintilerin önünde ve yandaki uzunlamasına girintilerin üstünde yer alırlar. Beynin uzunlamasına girintileri içinde en göze çarpanı, geriye doğru uzanan ve şakakta kulağın arkasında hafifçe yukarı doğru kıvrılanıdır. Bu girintiyi Yedinci yüzyılda betimleyen bir Fransız anatomicisi olup onun adıyla Sylvius yarığı olarak adlandırılır. Uygulamada olmasa bile teoride bir yarık, büyük bir uzunlamasına girintidir ancak anatomiciler kendi koydukları kuralları izlernede pek gönüllü değillerdir. Beyinde ikincil derecede dikkati çeken çatlak, merkezi girintidir (ya da On sekizinci yüzyılda yaayan anatomicinin adıyla Rolando yarığıdır). Bu uzunlamasına girinti, başın üstünde bir yandan öbür yana doğru uzanırken merkez noktasında geriye doğru hafifçe bir uç yapar. Alın lopları böylece, bu iki ana yarığın önünde yer alarak beyin yarım küresinin beşte ikisini oluştururlar.

Geri 'alan üç lop, beyin yarım kürelerinin beşte üçünü oluştura-, hiç değilse bir sınırları açıkça, diğer sınırları daha az kesin hatar meydana getirerek tanımlanırlar. Çit (ya da çeper) lopu, Rolando yanğının hemen arkasında başlar ve oradan beynin arkasına kadar olan uzaklığın hemen hemen ortasında biter. Sağrakardı (ya da oksipital) lopu orta noktadaki Sylvius yarığında başlar ve beynin en arkasına kadar uzanır. Bu üçüncü lop görme ile ilgilidir. Başın arkasına doğru olan yerde bulunan ve görüş ile önemli ilgileri bulunan en ufak kertikle bağlıdır. Dördüncü ve sonuncu şakak lopu, gerçekten şakakların iç kısmında bulunur. Bu lopun ön sınırı Sylvius yan ğı olup yeterince belirgindir. Oysa gerideki çit ve sağrakardı lopları ile olan sınırları, orada uzunlamasına girintiler bulunmadığından ancak tahmin yoluyla saptanabilir.

Beyin yarım kürelerinde bulunan bu dört çift lopun, beyin haritasındaki temel kıtalar olarak sahip oldukları önemlerine karşın, aralarında göze çarpan bir görünüş farkı bulunmaz. Aynı belirgin kalıptan yapılmış, birbirlerinden bazıları derin bazıları yüzeyselolan ve düzenli bir şekilde uzanmayan girintilerle ayrılmışlardır. Ancak bu, bilgilere ek olarak beynin yüzeyinin hemen hemen üçte ikisinin bu olukların içinde gizli olduklarını söylemek gerekir. Her bir yarığın arasındaki kı-sım beynin büklümleri (ya da kıvrımları) olarak adlandırılır. Büklümler hafifçe düzgünleşmiş, belirgin şekilde boru biçiminde ve şişman yapıdadılar. Belirli bir mantığa dayanmadan, büklümler plastik bir torbaya girmiş bir çocuğun içinden çıkmak için çırpınışlarına benzer olarak, çok sıkışık olan beyin yarım kürelerinden çıkmak ister gibi bir o yana bir bu yana doğru bükülerek uzanırlar. Gerçekte bir kürenin yarısı biçiminde olan beyin, kaşlardan geçen bir dairenin üstünde yer alırken, bunun yarıya kadar olan bölümü kulaklar hizasında ve geri kalanı da başın arkaya doğru çıkıntı yapan kesimi içinde bulunur. Hafifçe yumurta biçimini andırıp önden arkaya doğru biraz genişlemekle birlikte, dairesel kabul edilebilecek olan bu kubbenin çapı 17,5 santimetre kadardır.

Bütün bu bölüm adlandırmaları, girinti ve büklümlerin adlarının anımsanması arasında bir parça soluk almak için beynin karmakarışık düzeni içindeki duyarlılığını düşünmek insanın ilgisini uyandırıp merakını çekecektir. Beynin her yerinde çelişkiler bulunmaktadır: Şu alana bir iğne batırın; adam, hemen görüş alanının bir bölümünde kör olsun. Kafasına bir manevela demiri (Boston' da olan kazadaki gibi) sokun; kurbanınız hafifçe topallamaya başlasın. Bu alanı uyarın; ayak parmağı, dizi ya da kulağı uyartıyı hemen duyumsayıp anlamsız veya bilinçsiz bir şekilde oralann kaslarında seğirme başlasın. Ancak tutkuyu, çabayı, zekayı. sevgiyi, nefreti, düşünceliliği ve kendini adamayı uyarmaya çalışırsanız, bunlardan bir tepki elde edemezsiniz. Çünkü, hiçbirinin yeri şu ana değin saptanamamıştır. Bir insan diğerinden matematikte ya da bellekte; müzik ya da bilimsel araştırmalarda bin katı oranında iyiyse; bir atletin veya beden geliştirme sporu yapan kişilerinki gibi belirgin kaslarına benzer olarak, bu akılsal üstünlüğü gösterecek görünürde hiçbir belirti yoktur. Şişman ya da aylak bir insanın kalbi de böyle bir görünüştedir. Çok zeki olan ve her yeni problemin hakkında adeta saldırganca biçimde gelen kişinin beyni, günler akıp giderken bir tek problemin çözümü için bile parmağını oynatmayan tembel bir adamın beyninden zerre kadar farklı bir görünüşte değildir.

Yaklaşık dört yüz yıl önce ünlü yazar Shakespeare'in bir şarkısında;

«Bana söyle güçlü hayal gücü nerede/Kalbin içinde mi yoksa beyinde mi?» diye sormuştu. Kalp şimdi de dışa vuran, coşkun ve heyecanlı bir şekilde atar bu sorunun yanıtı olmaya daha iyi bir adayolmayı sürdürürken, bu hala iyi bir soru olarak kalmaktadır.

Beyin yanm kürelerinin dörder Iopu, adlarında ve sınırlarında var olan tüm biçimciliğe karşın, bu tanımlamaların tümüyle ifade ettiği şekilde bağımsız durumda değillerdir. İşlevleri yönünden, karaciğer loplarına oranla daha bağımsızdırlar. Gene de, işlevsel yönden loplar, yamukbeyin ve ortabeyinde bulunan çeşitli organlar kadar birbirlerinden ayrı değillerdir. Lopların birtakım sınırlarla ve her birine adlar verilerek böylesine bölünüşii bir dereceye kadar insanoğlunun bir düzen sağ-lama, şeyleri adlandırrna, bölümlere ayırma ve yeniden sınıflandırma isteklerini yansıtır. Böylece loplar, beyin yanm kürelerinin şişip büyümüş yapısını daha kolay kavranabilir hale getirirler.

Beyin karıncıkları da böyledir. Bir harita üzerindeki adalar gibi, karıncıklar da beynin yapısını anlamamıza yardım eden ek başvuru noktalarıdır. Ve beynin kendisi gibi, daha yalın yapıdaki bir geçmişin şekil bozukluğuna uğramış kalıntılarıdır. İnsanın merkez sinir sistemi, omurgalılar öncesi atalarımızın bedenleri boyunca uzanan ilkel sinirsel büklümlerinin doğrudan doğruya bizlere evrimleşerek intikali sonucu meydana gelmiştir. Bu sinir büklümleri dışderinin içe doğru kıvrılmasıyla oluşan bir borucuktu ve çevresi sıvıyla dolu bir boşluktaki sinir dokusundan meydana geliyordu. İnsan embriyonunda da bir süre böyle basit bir sinir borucuğu bulunur. Bu borucuğun büyük kısmı daha sonra da oldukça basit yapıda kalır ve zamanla insanın sırtında uzanan omuriliği şekline girer. Omurilik şimdi de boru şeklinde olup merkeziboyunca uzanan çok ince bir kanalı bulunur. Oysa, kolayca düşünülecegi gibi beyinde ayni basitlik korunmamıştır. Başlangıçta sinirsel borunun ortasındaki boşluk beynin coğrafyasının uğradığı çeşitli şekil bozukluklarına paralelolarak şekil değiştirmiş, geriye bir dizi karıncık kalmıştır. Karıncıklar aslında boşluklardır ancak insan karnı biçiminde değillerdir. Baklava ya da üçgen biçimlerinde çıkıntılar, uzun ve sivri uçlar; sinirsel dokunun katları, gelişen yerleri ve şişkinlikleri kendilerine kalan boşluğu doldurmaktadırlar.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp