Osteoporozla Mücadele Edebilirsiniz!

Osteoporozla Mücadele Edebilirsiniz! :

Kış geldiğinde yaşli İnsanlarin çoğu endişelenmeye başlar


Soğuk, kar ve buzlu kaldırımlar yüzünden kaygılanırlar. Düşüp bir yerini kırma tehlikesi somut bir gerçektir. Özellikle osteoporozdan mustarip kişilerin düştükleri zaman kemiklerinin kırılma riski daha yüksektir.

İstatistiklere bakılırsa, en tehlikeli kırıklar kalça eklemi ci- varındakiler. Bu tür kırıkların yaklaşık yarısı kalıcı sakatlıkla sonuçlanıyor. Gelişmiş ülkelerde osteoporoz “uygarlık hastalıkları” listesinin en tepelerine doğru tırmanmaktadır. Önceleri osteoporozun genellikle kadınlara musallat olan bir hastalık olduğuna inanılırdı. Güncel araştırmalarsa osteoporozun kadınları ve erkekleri eşit oranda etkilediğini ortaya koyuyor. Üstelik 8-11 yaşındaki küçük çocuklara gittikçe daha sık osteoporoz tanısı konulmaya başlandı.

Büyük şehirlerde yaşayan insanların çoğunda osteoporozun ilk belirtileri otuz yaş civarında kendini gösteriyor.Osteoporoz nedir? Güçlü, sağlıklı kemikler neden zayıflar? Niçin çatlayıp kırılmaya yatkın hale gelir?Osteoporoz kemiklerdeki kalsiyum yetersizliğidir. Bildiğiniz gibi, kemik dokusunun ana bileşeni kalsiyumdur. Eğer şu ya da bu sebeple vücudumuzda kalsiyum yetersizliği baş gösterirse kemiklerimiz tıpkı gravyer peyniri gibi gözenekli bir hal almaya başlar.

Geleneksel tıbbın bakış açısına göre, osteoporoz genetik bileşeni de bulunan, tedavi edilemez bir hastalıktır. Tıp, genetik hastalıkları nasıl tedavi edeceğini hakikaten bilememektedir. Bu da, genetik hastalıkların tedavi edilme şansının zayıf olduğunu gösteriyor. Yapabileceğimiz en iyi şey, hastalığın ilerlemesine engel olmaktır. Bunu başarabilmek için uzmanlar daha fazla süt içmemizi, daha çok peynir yememizi tavsiye ederler. Erkeklere, olağan olarak, alkol ve tütün tüketimini azaltmaları, sentetik kalsiyum ve D3 vitamini içeren haplar almaları öğütlenir. Kadınlaraysa, ek olarak, östrojen tedavisi görmeleri de önerilir.

Tıbbi uygulamalar kalsiyum ve hormon haplarının hastalığın oluşumunu geciktirdiğini gösteriyor. Ancak, benim tanıdığım uzmanların büyük çoğunluğu kesin bir tedavinin bulunmadığı konusunda hemfikir.

Var olan tedavi yöntemlerini değerlendirmek bana düşmez. Dünyanın her yerindeki düzinelerce araştırma enstitüsü osteoporozun nedenlerini saptamak ve tedavi yöntemleri geliştirmek için araştırmalar yapıyor. Kesin olansa tek bir şey var. O da, mevcut tedavi yöntemlerinin daha fazla kalsiyum alımına dayandığı, vücudunsa bu fazladan alınan kalsiyumu özümsemeye zorlandığıdır.

Sağlıklı yaşam tarzının nasıl olması gerektiğine ilişkin bir seminerde kadının biri bana çok acıklı bir hikâye anlattı. Hayatı boyunca günde bir-bir buçuk litre süt içmesine, beslenme rejiminde günaşırı sütlü çorbalara ve tahıllara yer vermesine ve ne zaman soğuk algınlığına yakalansa bol miktarda kalsiyum ve C vitamini almasına rağmen kemikleri zayıftı. Başka bir deyişle, vücuduna ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla kalsiyum giriyordu.

Bütün bunlara rağmen kolunu kırmıştı ve kırığı bir türlü iyileşmiyordu. Zaten osteoporoz teşhisi de bu süreçte konulmuştu kendisine.

Bol bol süt ürünleri tüketen ve düzenli olarak kalsiyum hapları alan kimi okurlar da kendilerine osteoporoz veya kalsiyum yetersizliği teşhisi konulduğunda şaşırmış olmalılar. Bunun nedeni nedir? Pastörize edilip kaymağı alınmış sütten, sentetik formüllerden, ilaçlardan ve benzeri başka kaynaklardan aldığımız kalsiyum türü vücudumuz tarafından özümsenmez. Yani vücudumuzda kalmaz, çıkıp gider.

Kemiklerimiz bu tür kalsiyumdan pratik olarak hiçbir yarar sağlamaz. Ne zaman hava değişimi gibi yaşamsal olaylar nedeniyle fazladan kalsiyuma ihtiyaç duysak, kanımız bu kalsiyumu kemiklerimizden alır.

İnsanların hava değişimlerinin hemen öncesinde kemik ağrılarından yakınmalarının nedeni bu- dur. Vücudumuza yüklediğimiz özümsenmesi zor kalsiyum, kara saplandığında boşa dönen araba tekerleğine benzer. Ne kadar hızlı dönerse, o kadar derine gömülür. Motor bütün gücüyle çalışıp yüksek miktarda yakıt harcasa da araba bir arpa boyu bile yol alamaz.

Kalsiyumun iki türü

Besinlerde iki tür kalsiyum bulunur. Kemiklerimiz tarafından kolayca özümseneni organik kalsiyumdur. Sebzelerde, meyvelerde ve özellikle kabuklarında, taze sıkılmış sebze ve meyve sularında, yumurtada, buğday kepeğinde, buğdayda, yulaf filizinde, kuruyemişlerde, cevizde, balda, taze inek ve keçi sütünde bulunur. Organik olmayan ve vücudumuzca özümsenmesi zor kalsiyum türü ise rafine edilmiş yiyeceklerde, ekmekte, pastörize edilmiş ya da kaynatılmış süt ve süt ürünlerinde, kaynamış suda, yüz santigrat derecenin üzerindeki ısılarda işlem görmüş bütün besinlerde ve sentetik kalsiyum haplarında bulunur.

Eğer beslenme rejimimiz esas olarak rafine edilmiş yiyeceklerden, pastörize ya da kaynatılmış sütten, kızarmış ekmekten, pişirilmiş ya da kızartılmış besinlerden oluşuyorsa ve içtiğimiz su genellikle kaynatılmış suysa kemiklerimizin neden bu kadar sıkça osteoporozdan etkilendiğine şaşmamak gerekir.Organik kalsiyum, çözünürlüğü kolay kalsiyum tuzları üretir.

Vücudumuzdaki dolaşımı için gerekli asli unsurlardandır bu tuzlar. Kan damarlarımıza girerek kanımızı bakterilerden korurlar. Kemiklerimizin ve dişlerimizin sağlıklı bir şekilde gelişmesinderol oynarlar. Sinir sistemimiz üzerinde olumlu etki yapar, bağışıklığımızı güçlendirir ve yararlı pek çok başka işlev görürler.Organik olmayan kalsiyumsa kemik gelişimi sürecinde önemsiz miktarlarda kullanılır.

Aslına bakılacak olursa böbrek, karaciğer ve safrakesesi taşlarının çekirdeğini oluşturan çözülmesi zor kalsiyum tuzlarını meydana getiren bir madde olarak işlev görür. Organik olmayan kalsiyumun esas kaynakları olan taze beyaz ekmekten, dürüm ve kreplerden hoşlananlar, özellikle safrakesesin- deki kalsiyum taşı oluşumu bakımından risk grubundadırlar.

Organik olmayan kalsiyumu özümseyebilmek için vücut mikro ve makro element rezervlerini kullanmak zorunda kalır ki, bunun da diğer fizyolojik süreçler üzerinde olumsuz bir etkisi vardır.

Bazı sabırsız okurlar neden bunca ayrıntıya girdiğimi merak edebilir. Basitçe neleri yemek ve neleri yememek gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunmanın yeterli olacağı sanılabilir.

Ancak, basit olan her zaman işlevsel ve etkili olmayabilir. Her birimiz benzersiz birer bireyiz ve osteoporoza karşı evrensel bir tedavi yöntemi yok. Osteoporoz ve diğer bütün hastalıklar, ancak ve ancak, “düşman”ımızın zaaflarına ilişkin yeterince fikir sahibi olabilirsek bertaraf edilebilirler. Bu türden bir algının gelişmesi ise hem kalsiyumun vücutta özümsenişine ilişkin süreçlerin hem de yaygın beslenme hatalarının ayrıntılı bir şekilde tanımlanmasıyla mümkündür.

Vücudumuz, bütün hücrelerin sayısız etkileşim içinde bir- birleriyle bağlantıda olduğu karmaşık bir sistemdir. Bu sistemi karmaşıklığıyla birlikte kavramalıyız. Çünkü bütün yaşamsal organ ve sistemlere etki edecek aynı karmaşıklıktaki bir yaklaşım, hastalığın kemiklerimizde mi, kalbimizde mi, karaciğerimizde mi, yoksa sağ ayağımızın başparmağında mı olduğuna bakmaksızın, sağlık sorunlarımızın tümünü birden giderebilir.

Kalsiyum yetersizliğine sebep olan nedir?
Kalsiyum, vücudumuzda bulunan farklı elementler arasındaki dört temel elementi izleyerek beşinci sırada yer alır. Karbon, oksijen, hidrojen ve nitrojen vücudumuzda en bol bulunan elementlerdir. Kalsiyum bunlardan sonra gelir. İnsan vücudunda 1.2 kilogram civarında kalsiyum bulunur. Bu miktarın yüzde doksan dokuzu kemiklerde yer alır.

Kemik dokumuzda iki işlem gerçekleşir:
1. Kana kalsiyum ve fosfor salınmasının eşlik ettiği bozulma.

2. Taze kalsiyum tuzlarının yeniden oluşması.

Bir gün içinde yetişkin bir bireyin kemik dokusundan yedi yüz miligram kadar kalsiyum salınır ve aynı miktarda taze kalsiyumun yeniden depolanması gerekir. Büyümekte olan bir çocuğun bütün iskelet sistemi bir-iki yılda tamamıyla yeniden oluşturulur; erişkinlerde ise aynı işlem on-on iki yıl alır. Kemik dokumuzun vücudumuzu desteklemenin, dik durmasını sağlamanın yanı sıra kalsiyum ve fosfor depolama işlevi de vardır.

Vücudumuzun besinlerden bu elementleri yeterli miktarlarda alamadığı kritik zamanlarda, gereken kalsiyum ve fosfor kemiklerimiz tarafından temin edilebilir. Kanımızda bulunan kalsiyum miktarı istikrarlıdır.

Osteoporozun son aşamalarında bile, kendisine gereken kalsiyum miktarının yüzde doksan dokuzunu kemiklerden almak suretiyle kanımız kendini koruyabilir. Ancak, eğer kanımız günbegün kemiklerimizden kalsiyum almak zorunda kalırsa kemik kütlesi azalmaya başlar.

Et, peynir, şeker ve hayvansal yağların, sindir!ldikleri sırada laktik, oksalik ve ürik gibi zararlı asitleri çokça ürettikleri bilinen bir gerçektir. Kalsiyum tuzlan bu asitleri etkisiz hale getirmek ve vücudumuzu zehirlenmekten kurtarmak için kullanılır. Bu ürünleri ne kadar çok tüketirsek, kemiklerimizde o kadar az kalsiyum kalır.

Kalsiyumun baş düşmanı şeker
Kalsiyum eksikliğinin en önemli nedeni şeker ve şeker içeren gıdaların fazla miktarlarda tüketilmesidir. Şeker sentetik bir gıdadır ve sindirilmesi sırasında vücudumuzda pek çok zehirli asit oluşur. Çoğunlukla kalsiyum içeren büyük miktarlarda mineral tuzları bu asitleri etkisiz hale getirmek içinkullanılır. Bu tuzlar, yoğunlukla bulundukları kemiklerimizden ve dişlerimizden alınır.

Tatlıya karşı çok küçük yaşlardan itibaren düşkünlük geliştiririz. Yetişkinler bile sağlığımıza zarar vermeksizin tüketilebilecek tatlı miktarının yüzlerce katını tüketir her gün. Çocukların dişlerinin neden çürüdüğünün, yetişkinlerin neden diş eti hastalıklarına yakalandığının, yaşlılarınsa kemiklerinin neden gravyer peyniri gibi delik-deşik olduğunun sebebi ortadadır.

O halde, osteoporoz genetik bir hastalık mıdır? Bu soruya cevabım hayır olurdu. Saydığım hastalıklara neden olan şey, kuşaklar boyunca birbirimize aktardığımız kötü beslenme alışkanlıklarıdır.

Sonuç olarak, osteoporozun ana nedenlerinden biri tatlılara olan aşın düşkünlüğümüzdür. Ebeveynlerin “Çocuğumdan bir şekerlemeyi nasıl esirgeyebilirim? Çocukluk çağı tatlı olmalıdır” dediklerini duyanm sık sık. Onlara sağlıklı ve mutlu bir çocukluğu ne şekilde sağlayabilecekleri konusunda daha fazla kafa yormalannı tavsiye ederim. Çocuklar tatlı yiyerek sürdükleri küçük sefaların bedelini, ileride yıllarca sürecek kemik ve omurga ağrıları çekerek ödemek zorunda kalabilirler.

Güncel araştırmalar kalsiyumun vücut tarafından özümsenme sinin üç ana prensibini keşfetti:
1. Kalsiyum, yağların aşırı veya yetersiz olması halinde vücuttan atılmaktadır.

2. Fosfor veya magnezyumun vücutta aşın veya yetersiz miktarda olması kalsiyumun özümsenmesini olumsuz etkilemektedir.

3. Yiyeceklerin içerdiği D vitamini miktarı kalsiyumun özümsenmesi açısından önemlidir.

Bu keşifler, pastörize ya da kaynatılmış süt içen insanların, vücutlarına neden sandıkları ölçüde kalsiyum girmediğini açıklıyor.Burada, süt hakkında biraz daha açıklama yapmak istiyorum. Çünkü alışılmış beslenme rejimlerimizin büyük bir kısmını süt ürünleri oluşturuyor. Daha önce yazdığım 150 Yıl Yaşayabiliriz (Kuraldışı Yayıncılık, Şubat 2009) adlı kitabımın “Süt Bağımlılığı” bölümünü okumuş olanlar bu konudaki düşüncelerimi bilir.

Eğer her şeye rağmen süt içmeye devam etmek istiyorsanız, sütün mümkün olduğu kadar taze ve sadece ekolojik olarak temiz çayırlarda otlayan ineklerden sağılmış olanını tercih edin.

Böyle bir sütü içmenin sağlık açısından bazı yararları olacaktır ancak çoğu insanın önerdiğim süte erişme olanağı maalesef yoktur. Vücudumuz bir besindeki kalsiyumun fosfora oranı 1 ’den 1.3’e kadar olduğunda kalsiyumu tamamen özümseyebilir. Pastörize veya kaynatılmış sütte bu oranlar 1 ’den 0.5’e ve 1 ’den 0.1’e kadardır. Bu da yetmezmiş gibi, pastörize etme işleminde sütün içindeki D vitamininin yüzde kırk ila altmışı yok olur. Bu yüzden de pastörize sütün içindeki kalsiyumun yüzde seksen-doksanı vücutça özümsenemez.

Peki, vücudumuz pastörize süt içtiğinde hangi maddeleri alır? Pastörize süt sayesinde vücudumuza sindirilmesi zor bir protein olan ve yapıştırıcı endüstrisinde hammadde olarak kullanılan kazein, yüksek kolesterole neden olan hayvansal yağlar ve kanserli hücrelerin oluşumunda rol oynayan stronsiyum 90 radyoaktif izotopu girer. Günümüzde süt sıklıkla “sessiz katil” diye tarif edilmektedir.

Ben bu bakış açısını bütünüyle destekliyorum.Yaşama alanları ve çalışma ortamlarının sağlık üzerinde yaptığı etkiler konusunda uluslararası bir kongreye katılan doktorlar, AvrupalIların günde ortalama dokuz yüz miligram eksik kalsiyum aldıklarını öğrendiklerinde şaşırmıştır.

Avrupa’da yaşayanlar kalsiyumun yüzde doksanım sütten ve süt ürünlerinden alır. Hindistan, Şili, Güney Afrika ve Türkiye’de yaşayanlarsa günde sadece üç yüz miligram kalsiyuma ihtiyaç duymaktadır. Süt ve süt ürünleri buralarda yaşayanların beslenme rejimlerinin yalnızca yüzde onunu oluşturur.

Geri kalanı ise tahıllar, sebzeler, meyveler, kuruyemişler ve bitki filizlerinden meydana gelir. Bütün bu bulgular beni hiçbir şekilde şaşırtmıyor. Kalsiyum emilimi için gereken bütün maddeler doğal besinlerde ideal oranlarda bulunur. İşlenmiş gıdalarda, özellikle pastörize edilmiş sütte bu oranlar bozulur.

Bu olgulara dayanarak, erken çocukluk döneminde oluşan ve bir kuşaktan diğerine aktarılarak devam eden inek sütü içme alışkanlığının vücutta ciddi kalsiyum eksikliğine neden olduğu sonucuna varabiliriz. Süt tüketiminin neden olduğu zararlar, sütten sağladığımız yararlardan yüzlerce kat fazladır.

Kalsiyumun müttefiki D vitamini
D vitamininin asıl işlevi vücudumuzda kalsiyumun değişimini sağlamaktır. Böbreklerimiz D vitaminini kalsiyumun emilimini destekleyen bir maddeye dönüştürür. Bu tepkimede C vitamininin de önemli bir rolü vardır. Bu nedenle hem D hem de C vitamininin iskelet sistemimizin kalsiyumu özümsemesinde yaşamsal önemleri bulunur.Besinler tek başlarına yeterli miktarda D vitamini sağlayamaz.

Yumurta, D vitamini içeren başlıca besinlerden biridir. Yüksek yağ içerdiği ve kolesterol artırıcı etkisi olduğu gerekçesiyle fazla tavsiye edilmez. Bu, kesinlikle katılmadığım bir görüş. Tereyağı da güçlü bir D vitamini kaynağıdır. Ancak, tereyağı yerine çoğu zaman D vitaminini büyük güçlükle açığa çıkaran sentetik margarinler kullanılır. Karaciğer ve balık da D vitamini açısından zengin gıdalardır. Fakat bu besinleri genellikle çiğ tüketmeyiz. Bu da içlerinde ancak çok küçük miktarlarda D vitamini kalmasına neden olur.

D vitaminine bazen “güneş vitamini” de denir çünkü vücutta morötesi ışınların etkisiyle oluşur. Bir süreden beri, kanser olma olasılığını artırdığı gerekçesiyle güneş ışığından kaçınmamız söyleniyor. Güneş ışığı pek çok sağlık sorununun en büyük sorumlusu olarak gösteriliyor. Birçok uzman şu uyarıda bulunmaya devam ediyor: “Güneş ışığından kaçının! Güneş ışığı sağlığınızı tehdit eder!” Güneş ışığının bu gezegende bulunan bütün canlılar açısından yaşamsal bir öneme sahip olduğunu unutuyoruz.Gelin, güneş ışığı hakkında konuşalım. Yalnızca olası zararlarına değil, güneş ışığından sağlayabileceğimiz yararlara da odaklanarak tartışalım. Vücudumuz güneş ışınlarının etkisiyle D vitamini üretir.

Bu vitaminin asıl işlevi kalsiyumun vücut tarafından özümsenmesini sağlamaktır. Ayrıca kanın pıhtılaşması, kemiklerin ve diğer dokuların normal gelişmesi, kalbimizin ve sinir sistemimizin çalışması açısından da yaşamsal öneme sahiptir.Vücudun yeteri kadar gün ışığı almamasından kaynaklanan D vitamini eksikliği metabolik işlemler üzerinde son derece olumsuz etkiler yapar. Kan damarlarının işlevlerini gereği gibiyerine getirememesine neden olur.

Damarlar bakterilerin kana karışmasına engel olamaz ve bunun sonucunda vücudun savunma mekanizmaları zayıflar. Hava değişimlerine karşı daha hassas, enfeksiyonlara ise daha yatkın hale geliriz.

Yetersiz D vitamini alımı yüzünden genel sağlık durumumuz tehlikeye girer. Sonuç olarak, vücudumuzda kalsiyum ve kalsiyum tuzları eksikliği ortaya çıkar.Hem D vitaminini hem de kalsiyumu eczanelerden hap halinde satın almak mümkündür. Fakat herkesin ihtiyaç duyduğu miktar birbirinden farklı olacağından uygun dozları belirlemek çok zordur. D vitaminin eksikliğinin de, fazlalığının da kalsiyum emilimini engellediğini iyi anlamamız gerekir. Hapların faydasından çok zararı olabilir.Yediklerimizden veya haplardan uygun miktarda D vitamini aldığımızdan emin olamayız. D vitamininin vücudumuz tarafından, güneş ışınlarının etkisiyle, doğal bir şekilde üretilmesi gerekir.İlkel atalarımız hayatlarının büyük bölümünü açık havada geçirdiklerinden D vitamini eksikliği çekmiyorlardı.

Günümüzde varlığını sürdüren bazı ilkel kabilelerde de durum aynıdır. D vitamini eksikliği, çoğunlukla, büyük kentlerde yaşayan ve evlerine pek az gün ışığı giren insanlarda görülmektedir.Güneş ışığına günde yirmi ila otuz dakika çıkmamız gerektiğini unutmamalıyız. Güneş ışınlarını sağlığınıza fayda sağlaması için kullanmalısınız, teninizin cazip bir renge bürünmesi için değil. Araştırmalar, güneş banyosu yapmak için en uygun zamanın gün doğumuyla başlayıp 10.00’a kadar sürdüğünü gösteriyor. 10.00-17.00 arasında güneş ışıkları fazla güçlüdür ve tenimizi yakarak erken yaşlanmaya neden olur. Japon profesör Nishi, açık havada ve suda yapılan belli egzersizlerin D vitamini üretimini artırdığını keşfetmiştir. Bu nedenle, sabah akşam vücudumuza önce sıcak sonra da soğuk su tutarak duş almak yararlı olacaktır. Düzenli biçimde saunaya gitmenin de D vitamini sentezine yardımcı olduğu bilinmektedir.Tenimiz koyulaştığı zaman D vitamini üretimi yavaşlar. Bu nedenle, tenimiz koyulaştıkça gölgede daha fazla zaman geçirmekte yarar var.Tatile çıkıp teniniz koyulaştığında, D vitamini açısından zengin olan yumurta, tereyağı, karaciğer, balık, meyve ve sebzeyi daha fazla tüketin.

Güneş ışığı doğanın bize verdiği paha biçilmez bir armağandır. Gün ışığının enerjisi, akıllıca kullanıldığı zaman, sağlığımız için gayet faydalıdır.
D vitamini hakkında önemli bir gerçek daha var: D vitamini derimizdeki bezelerde de bulunur. Yapay kozmetik ürünlerle tenimizi ne kadar sık yıkarsak, vücudumuzdan da o kadar çok D vitamini atmış oluruz. Temizliğe boş vermemiz gerektiği anlamına gelmiyor bu. Vücudumuzu yıkamak için sentetik ürünler kullandıktan sonra, hiç değilse el ve ayaklarımıza bitkisel bir yağ sürmek gayet iyi bir fikirdir. Çünkü D vitamini sentezi esas olarak buralarda gerçekleşir. İki yüz gram bitkisel yağla bir avuç dolusu gül yaprağını bir şişe içinde ve yedi gün boyunca karanlık bir yerde bekleterek hazırlayabileceğiniz karışımı bu amaçla kullanabilirsiniz.

Bulaşık ya da çamaşır yıkadıktan sonra ellerinize bu yağdan sürebilirsiniz. Derimiz ikili bir filtre gibi iş görür. Hem vücudumuzdaki toksinleri atar ve hem de ortamda bulunan yararlı maddeleri emer.Umarım, bu tartışma D vitamininin niteliklerini yeterince aydınlatmış ve kalsiyum emiliminin gerektiğince gerçekleşmesine engel olan modern yaşamın D vitamini eksikliğine yol açtığı anlaşılmıştır.

Şimdi de C vitamini ile ilgili bazı önemli noktalan dikkatinize sunmak istiyorum. C vitamini sağlığımız açısından hayati önem taşır. C vitamini olmaksızın hiçbir oksidasyon tepkimesi gerçekleşe- mezdi. Vücudumuz sürekli saldırı halinde olan virüslere karşı savunmasız kalırdı ve ölürdük.

Kan damarlarımız kan dolaşımı yeteneğini yitirip boş tüplerden oluşan bir sisteme dönüşürdü.Kitabın ileriki bölümlerinde C vitamininin nitelikleriyle ilgili daha fazla bilgi bulacaksınız. Burada C vitamininin yalnızca vücudumuzun işleyişindeki rolüne değil, fiziksel ve kimyasal özelliklerine de odaklanmak istiyorum.C vitamini, maalesef çabuk etkilenir ve ani değişimlere uğrar.

Doğrudan güneş ışığına, hatta olağan gün ışığına bile maruz kaldığında bozulduğu gibi, yiyeceklerin yüz santigrat derecenin üzerinde pişirilmesi durumunda da tahrip olur. Örneğin sebzeleri pişirip çorba yaptığımızda, içerdikleri C vitamininin yüzde ellisi yok olur. Eğer çorbayı ocağın üzerinde üç saat daha tutarsak, kalan miktarın yüzde yirmisi daha ortadan kalkar. Eğer altı saat bekletip yeniden ısıtırsak, içerdiği C vitamininin tamamı yok olur. Patatesi soyduğumuzda, içeriğindeki C vitamininin yüzde otuzu kaybolur. Pişirdiğimizde ise kalan miktarın yüzde otuz ila kırkı yitip gider. Eğer yemeklerimizi ısıtıp ısıtıp yersek, alabileceğimiz C vitamininin asgarisini alırız.

Neyse ki, bu kaybı bol miktarda C vitamini içeren sebze-mey- ve yiyerek telafi edebiliriz. Meyve ve sebzeleri çiğ olarak tüketmenin yararı oldukça geç keşfedilmiştir. Önceleri, özellikle de yaşı ilerlemiş kişilere, sebze-meyvelerin çiğ tüketilmesi tavsiye edilmezdi. Çünkü hemen herkesin şöyle ya da böyle birtakım sindirim sorunları vardı.

Dişleri kötü durumda olan yaşlılarınsa sebze meyveleri çiğ tüketecek halleri zaten yoktu. Mide rahatsızlıklarının önüne geçmek için insanlar çiğ sebze-meyve yemekten kaçınır ya da mideye zarar veren nitratlardan kurtulmak amacıyla, en azından soyarak yerdi. Ne var ki, sebze-meyvelerin kabukları en çok kalsiyum içeren kısımlarıdır. Bu açığı başka yollardan kapatmak üzere insanlara yüksek miktarda süt ve et tüketmeleri salık verilirdi.

İronik olansa, vücudumuza hayvansal protein girdikçe C vitamini ihtiyacımızın artmasıdır...C vitamini hakkında çok şaşırtıcı bir başka gerçeği daha paylaşmak istiyorum. Araştırmalar, tek bir sigaranın vücudumuzdaki C vitamininden 25 mg tükettiğini ortaya çıkarmıştır ki, bu da günlük C vitamini ihtiyacımızın dörtte birine denk gelir.

Kısaca, sigara içmenin vücudumuzdaki C vitamininin tamamını ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz. Ailede tek bir sigara tiryakisinin bulunması yeterlidir. Ailenin geri kalanı, özellikle de küçük yaşlardan itibaren sigara dumanı soluyan pasif içiciler tiryakilerle eş zarara uğrayacaktır. C vitamini soğuk algınlıklarına karşı bağışıklık kazanmamızı sağlar. Her sonbahar ve ilkbaharda salgın halinde yaşanan nezle ve gripse, vücutlarımızda C vitamininin ne kadar yetersiz olduğunun açık bir göstergesidir.Vitamin haplarına gelince...

Sadece C vitamini değil, hap halindeki bütün sentetik vitaminler zararlıdır. Öncelikle, vitaminlerin çoğu, güneş ışığı etkisiyle, bitkiler tarafından biyosentezle oluşturulan bileşiklerdir. Bitkilerin içeriğindeki vitaminler, insan vücudunun kolayca özümseyebileceği pro-vitamin halindedirler. Bitkiler, aynı zamanda, vitaminlerin tam anlamıyla özümsenmesine yardımcı olan çeşitli mineral tuzlarıyla bir kısmı hâlâ bilinmeyen bileşikleri de bünyelerinde bulundurur.İkincisi, yapay vitaminler organik olmayan kristaloid maddelerdir. Vücudumuz bu maddelere “yabancı” muamelesi yapar.

Bunlar vücut tarafından ya güçlükle özümsenirler ya da hiç özüm- senemezler. Özellikle de, metabolizmanın işleyişinde bozukluklar olması durumunda. Bazı insanların idrarlarının vitamin haplarının rengini alıp vitamin gibi kokmasının nedeni budur. Sık sık, bulantı, halsizlik ya da kaşıntı gibi yan etkiler meydana getirirler.Üçüncü olarak, yapay vitamin haplarının iştahı artırmak gibi yan etkileri de vardır.

Bunun nedeni, vücudun vitaminleri özüm- seyebilmek için ilave mineral tuzlarına, karbonhidratlara ve proteinlere ihtiyaç duymasıdır. Bitkisel esaslı besinlerin tersine, yapay vitaminler özümsenmeleri için gerekli olan bu maddeleri içermezler. Vücut içgüdüsel olarak daha fazla besine ihtiyaç duyar. Bu da şişmanlığa neden olur.

Çoğu insanın zihninde C vitamini hiçbir zararı olmayan, destekleyici bir şeydir. Oysa son yıllarda doktorlar aşırı C vitamini aliminin neden olduğu yan etkileri giderek daha çok fark etmektedir. Tavsiye edilen günlük miktar 100 mg olduğu halde, grip ve virüslerin yarattığı enfeksiyonlara karşı önlem olarak bazen günde dört-altı grama kadar çıkan miktarlarda C vitamini alımına sıklıkla rastlanır.

Çeşitli ülkelerden bilim insanları yapay C vitamininin soğuk algınlığına karşı bağışıklığı artırmadığı görüşündedir. Hatta yüksek doz aliminin, romatizma başta olmak üzere, bazı enfeksiyon ve alerjik hastalıkların verdiği rahatsızlıkları daha da şiddetlendirdiği konusunda hemfikirler.

Yüksek dozda C vitamini kullanmanın en tehlikeli yanı kanın pıhtılaşma yeteneğini artırıp kan pıhtılarına neden olmasıdır. Birbaşka yan etkisi de, oksalik asit ve ürik asitten kaynaklanan böbrek ve safrakesesi taşlarının oluşumuna yol açmasıdır.Yapay C vitamini, diğer vitaminleri tahrip eder. Bu nedenle doktorlar B2 vitamini alan hastaların C vitaminini kesmelerini ister. Yüksek miktarda C vitamini alımı pankreasın insülin üretmesini de engeller.

Dolayısıyla şeker hastalarının idrar ve kanlarında şeker seviyesinin yükselmesine neden olur. Güncel araştırmalar aşırı C vitamini aliminin sinir-kas tepkilerinin iletimini yavaşlatarak kas yorgunluğuna neden olduğunu ve gözlerle kaslar arasındaki eşgüdümü zayıflattığını da göstermektedir.Yapay C vitamininin etkileri hakkında doktorunuza danışmanızda fayda var. Sebze ve meyvelerde bol miktarda bulunan doğal vitaminler en yararlı olanlarıdır. Üstelik bu besinlerden aşırı miktarda vitamin alınmasına da olanak yoktur.

Vücudumuzda kalsiyum değişiminin gerektiği gibi olmasını engelleyen en önemli etmen beyaz undan yapılan besinlere gösterdiğimiz düşkünlüktür. Bu besinler, özümsenmesi zor türden kalsiyumu bol miktarda içerirler. Bu tür kalsiyum oksalik ve ürik asit gibi bazı asitlerle birleşerek dirençli ve çözülemeyen bileşikler oluşturur. Eğer beslenme rejimimizin temelini beyaz undan yapılma ürünler oluşturuyorsa omurgamızın, eklemlerimizin ve kaslarımızın sık sık ağrıması bizi şaşırtmamalı.

Çözülemeyen kalsiyum tuzları vücudumuzda nasıl oluşur?


Çoğumuz gereğinden fazla yeriz. Bunun nedeni, açlıktan çok alışkanlıktan yemek yememiz. Çocukluğumuzdan başlayarak, kendimizi nasıl hissettiğimizden bağımsız bir şekilde, günde üç öğün yemek zorunda olduğumuz inancı ediniriz. Vücudumuz, yediğimiz aşırı miktardaki besini sindirmek, işlemek ve özümsemek için perişan olur. Hayvansal proteinler çok miktarda asit üretilmesine yol açar.

Kalsiyumla birleşen bu asitler çözülmesi imkânsız, kristal yapıda zehirli bileşikler oluşturur. Bu bileşikler, vücudumuz tarafından atılamadığı içineklemlerimizde birikmeye başlar. Uzun yıllar alan yavaş bir süreçtir bu. Çoğu insan eklem rahatsızlıkları hissedinceye kadar bunun farkına bile varmaz. Doğa, eklemlerimizi esneklik sağlayan bir tür kayganlaştırıcı madde ile donatmıştır.

Bu kayganlaştırıcı maddenin miktarı, yaşımız ilerledikçe kendi kendine azalmaz. Çözülemeyen bileşikler eklemlerde biriktikçe kayganlaştırıcı maddeyi dışarı iter. Eklemlerimize adeta çimento döker. Duyduğumuz ağrının, çektiğimiz hareket güçlüğünün ve esnekliğimizi yitirmemizin nedeni budur.

Bu “saldırı”nm ilk hedefi bacaklarımızdır. Bacaklarımız, vücudumuzun diğer bölümlerine kıyasla, en çok sayıda kemiğe sahiptir. Ayaklarımızın her birinde yirmi altışar tane kemik bulunur. Zehirli bileşikler ayaklarımızdan yukarı doğru hareket eder ve dizlerimizde ağrılara neden olur.

Sonrasında daha da yukarılara çıkarak bel eklemlerinde ağnya yol açar. Yıllar geçtikçe, tuz kristalleri omurgamız boyunca daha da yukarılara çıkar. Boynumuza, omuzlarımıza, dirseklerimize ve ellerimize ulaşır. Sabah uyandığımızda bütün eklemlerimizin ağrıdığından yakınırız. Boynumuzu çevirirken kütür kütür sesler duyarız. Bazı insanlar ellerini yumruk yapamaz hale gelir.Bütün bu olanlar için yaşlılığı suçlamak eğilimindeyizdir. Fakat gençlere bakarsak, aslında onların da benzeri eklem sorunları yaşadıklarını görebiliriz.

Çocuklar açık havada, oyun oynayarak yeterince vakit geçirmezler. Bilgisayarlarının karşısında gereğinden fazla zaman harcarlar. Kemiklerini ve eklemlerini sağlıklı tutmalarına yetecek kadar fiziksel egzersiz yapmazlar. Ne kadar az hareket edersek, osteoporoza yakalanma riskimiz de o kadar artar.

Tedavi edilenler de dahil olmak üzere, hastalar üzerinde yapılan gözlemlerle belirlenen ve osteoporoz riskinin artmasına neden olan etmenler şunlardır:
1. D ve C vitamini eksikliği.

2. Pişirilmiş veya ısıtma işlemine tabi tutulmuş yiyecekler bakımından zengin beslenme rejimi.3. Genellikle kaynatılmış su tüketilmesi.

4. Beslenme rejiminin yeterince sebze-meyve veya sebze meyve suyu içermemesi.

5. Meyve ve sebzelerin kabuklarının soyularak yenmesi.6. Aşırı uzun süre pişirmek ya da kızartmak gibi sağlıksız yöntemlerle hazırlanmış yemekler.

7. Aşırı yemek.

8. Sigara alışkanlığı.

9. Hareketsizlik.

10. Fazla süt tüketimi.

11. Ekmek ve undan yapılan gıdaların aşırı tüketilmesi.

12. Tatlı ve şekerli gıdaların fazla tüketilmesi.

13. Hayvansal yağların aşırı tüketilmesi.

14. Fazla miktarda yapay vitamin alınması.

15. Çözülemeyen, yani organik olmayan kalsiyum içiren rafine gıdalar. Önpişirme işleminden geçmiş tahıllar, makarnalar, hazır çorbalar vb.

Dürüstçe bir değerlendirmenin ardından çoğu kişi saydığımız bu maddelerin her birini işaretleyecektir. Bu da osteopo- roz hastalığına yakalanma risklerinin epey yüksek olduğu anlamına gelecektir.

Özetlemek gerekirse, osteoporozun başımıza gelmesine, sağlıksız yaşam tarzımız yüzünden kendimiz neden oluruz. Ayrıca bunu çocuklarımıza da aktarırız. Sorun genlerimizde değil, oste- oporoza ve diğer “uygarlık hastalıkları”na davetiye çıkaran alışkanlıklarımızdadır.

Osteoporoza karşı etkili bir şekilde savaşabilmek için bol miktarda sebze ve meyve yemeli ya da taze sebze-meyve suyu içmeliyiz. En yararlı sebze ve meyveler en yüksek kalsiyum, D vitamini, C vitamini, fosfor, potasyum ve magnezyum içeriğine sahip olanlardır.

Osteoporoz için tedavi yöntemleri

Yumurta kabuğu çöp değildir. Osteoporoz tedavisinde yararlıdır. Yumurta kabuğu, yüzde doksanı kemiklerimiz tarafından özümsenebilen ideal bir kalsiyum kaynağıdır. Kalsiyum karbonatın yanı sıra, vücudumuz için yaşamsal olan bütün mikroelementleri içerir. Bakır, flor, demir, manganez, molibden, sülfür, silisyum ve çinkoyla birlikte toplam 27 elemente sahiptir. Yumurta kabuğunun bileşimi kemiklerimizin ve dişlerimizin bileşimine çok benzer. Yumurta kabuğu tedavisinin insan vücudu üzerindeki etkilerini inceleyen Alman ve Macar araştırmacılar, tedavinin hem yetişkinlerde hem de çocuklarda tırnak ve saç kırılmalarına, dişeti kanamalarına, pekliğe, aşırı duyarlılık reaksiyonuna, uykusuzluğa, kronik soğuk algınlıklarına ve astıma karşı olumlu etkiyaptığı sonucuna varmıştır. Yumurta kabuğu tedavisi kemikleri ve dokuları güçlendirmenin yanı sıra, vücutta bulunan radyoaktif elementlerin atılmasını da sağlar.

Yumurta kabuğu tedavisi, hem osteoporoz tedavisinde hem de osteoporoza karşı koruyucu önlem olarak son derece etkili ve yararlıdır. Hiçbir yan etki yaratmaz. Bu tedavi gayet basittir ve hiçbir masraf gerektirmez.

1. Tedavi
Bir adet yumurtanın kabuğunu kaynar suya koyarak 5 dakika kaynatın ve kurumaya bırakın. Kuruyan kabukları kahve öğütücüsünde öğütün. Günde 0.5-1 gram alın. Osteoporozdan korunmak için öğüttüğünüz yumurta kabuğunu yarım limonun suyuna ekleyerek içebilir ya da tahıllara ve çökeleğe ekleyerek tüketebilirsiniz. Bu tedaviyi yılda iki kez, ocak ve kasımda birer ay süreyle uygulayın.

2. Tedavi
Karaturp yapraklarının suyu, çocuklar ve yetişkinlerde görülen, kemiklerin ve dişlerin anormal şekilde yumuşaması anlamına gelen osteomalasiya hastalığına karşı çok etkili bir tedavidir. En iyi sonucu elde etmek için doksan gram turp yaprağı suyu, doksan gram karahindiba suyu ve iki yüz otuz gram havuç suyunu karıştırıp sabah akşam için.

3. Tedavi
Sıradaki yöntem osteoporozu yavaşlatmakla kalmayıp, aynı zamanda bütün iskelet sistemindeki fazla tuzların atılmasını da sağlayan bir tedavi yöntemi. On kilo karaturpu alın ve iyice yıkayın. (Dezenfekte etmek için potasyum mangan çözeltisinde on beş-otuz dakika kadar tuttuktan sonra iyice durulamayı tercih edebilirsiniz.) Köklerini ve sağlıksız kısımlarını iyice ayıklayın ama turpları soymayın. Bütün turpları katı meyve sıkaçağında sıkın. Yaklaşık üç litre turp suyu elde edeceksiniz. Turp suyunu birkaç kez süzüp cam şişelere koyun ve ağızlarını kapayın. Şişeleri koyu renk kumaşlara sarıp buzdolabına kaldırın. (Not: Başka hiçbir şekilde değil, mutlaka buzdolabında muhafaza edin!) Yemek vakitlerinden bağımsız bir şekilde, günde otuz gram bu sudan için. Fakat daha fazla içmeyin! Fazlasının tehlikeli sonuçları olabilir! Beklenen sonucu elde edebilmek için, on kilo turptan elde ettiğiniz suyun tamamı bitine kadar tedaviye devam edin.Bu tedaviyi uyguladığınız sürece hamur işleri, yağlı besinler, et ve yumurta yemeyin. Sıkı bir şekilde bitkisel esaslı gıda rejimi uygulayın.

İskelet sisteminde çok fazla sağlıksız tuz birikimi olanların bazen çok şiddetli kemik ağrıları çekebileceği konusunda sizi uyarmalıyım. Bu sizi korkutmasın ve ağrı kesici almayın. Sadece tedaviye devam edin. Bu gibi durumlar arındırma tedavileri sırasında olağandır. Başarılı bir tedavi, sizi ileride yaşayabileceğiniz çok daha şiddetli ağrılardan kurtaracaktır.Karaturp tedavisi esnasında küvetteki suya saman suyu ilave ederek banyo yapmak çok yararlı olur. Bu tür banyoların her zaman yapılması tavsiye olunur. Çünkü bu banyolar vücudu canlandırır, sinir sistemini sakinleştirir, lenf sistemini temizler, kemik-kas ağrılarını giderir, cildin gözeneklerini temizler ve kan dolaşımını hızlandırır.

4. Tedavi
Pet shop’larda da bulabileceğiniz bir paket samanı beş litrelik bir tencereye boşaltın. Üzerine üç litre kaynar su ekleyin. Tencerenin kapağını kapatıp, kısık ateşte bir buçuk-iki saat kaynatın. Küveti kırk beş-elli santigrat derece sıcak suyla doldurup hazırladığınız saman suyunu ekleyin. Banyo küvetini kaplayacak büyüklükte plastik bir örtü bulun ve başınızı çıkarmak için uygun bir delik açın. Küvete girdikten sonra başınızı örtüdeki delikten dışarı çıkarın ve örtüyü mümkün olduğu kadaraz hava alışverişi olacak şekilde küvetin üstüne örtün. Örtü, eterik yağların buharlaşmasına engel olur ve böylece vücudunuz bu yağları olabildiğince çok emer. Bu banyoyu, on-on iki gün boyunca, her gün ya da günaşırı, on beş-yirmi dakika süreyle uygulayın.

Eğer osteoporoz hastasıysanız neler yapmanız gerektiğini bir kez daha özetleyelim:
1. Beslenme rejiminizi değiştirin. Kalsiyumun vücudunuzdan atılmasına neden olan kahve ya da hayvansal yağ gibi besinlerden kaçının.

2. Günde en az iki bardak taze sıkılmış sebze-meyve suyu için.

3. Beslenme rejiminizin yeterli miktarda doğal vitamin içerdiğinden emin olun. Özellikle de C ve D vitaminleri bakımından.

4. Her gün bir yumurta kabuğu, bir rafadan yumurta ve bir elma yiyin.

5. Düzenli olarak fasulye, bakla, bezelye, brokoli ve yulaf tüketin. Bunlar östrojen bakımından zengin gıdalardır.

6. Sabahları ve akşamları, vücudunuza önce sıcak sonra soğuk su tutarak duş alın.

7. Her gün, düzenli şekilde egzersiz yaparak kemiklerinizi güçlendirin. Örneğin, on-on beş dakika dans edin. Ya da en sevdiğiniz müziği koyup zıplayın.

8. Düzenli olarak vücudunuzu temizleyin. Bu kitapta ve 150 Yıl Yaşayabiliriz adlı diğer kitabımda sunulmuş olan temizlenme yöntemlerini kullanın.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp