Maras Akupunktur

Maras Akupunktur :

İnanın şanslısınız. Bunun için kendinizi tebrik edebilirsiniz.Çünkü akupunktur dünyasıyla tanışan az sayıda şanslı insandan birisiniz.Akupunktur ve tedavisi hakkında ne kadar bilginiz var bilmiyoruz.

Ancak bildiğimiz bir şey var ki:Akupunktur hakkında toplumda bilinen, bilinmeyene göre %1 bile değil.Bu niçin mi böyle?Çünkü akupunktur şimdiye kadar tıpfakültelerimizde ders olarak gösterilmemiş.Yani, modern tıbbın yapı taşı olan değerli doktorlarımızdan birçoğu akupunktur hakkında herhangi bir bilgi almamış.

Eh bir kısım kaprisli meslektaşlarımız da kendisi bilmiyor diye bu tedavi metodunu kabul etmiyor. Hani derler ya "Kişi bilmediğinin düşmanıdır" diye, işte öyle... Yazık, insan onlar adına değil, o kişilerin hastası olduğu için bu mükemmel tedaviden haberi olmayacak olan insanlara üzülüyor.

İşte siz o bakımdan şanslısınız.

Biliyor musunuz, akupunkturu birtek biz bilmiyoruz. Yoksa dünyada akupunktur tedavisinin olmadığı yer yok...

Üstelik bu öyle muazzam bir tedavi ki, önemini hiç kaybetmemiş.

Hem de beşbin yıldan beri...

İnsan sormadan edemiyor; beşbin yıldan beri, teknolojik gelişmelere nasıl ayak uydurmuş, nasıl demode olmamış diye?

Akupunktur bırakın demode olmayı teknolojiyle daha da önem kazanmış.

Nasıl mı?

Önceleri sivri taşlarla, bitki dikenleriyle uyarılıyormuş akupunktur noktaları, maden devrine geçildiğinde sivri iğnelerle, sonra krom, altın iğnelerle, ardından bugünkü teknolojiyle platin iğnelerle uygulandığı gibi, elektronik olarak da uygulanmaya başlanmış ve lazerin bulunuşuyla lazer akupunkturu uygulanmaya başlanmış.

Görüyorsunuz akupunktur hiç ama hiç öneminden bir şey kaybetmemiş.

Siz akupunkturun ne olduğunu iyice merak ettiniz biliyoruz. İsterseniz "Akupunktur nedir"i tıklayıp akupunktur dünyasında gezintiye çıkabilirsniz.

Biz şimdi Maraş Akupunktur'dan söz edeceğiz biraz.

25 yıllık tecrübe

Maraş akupunktur ve Lazer Tedavileri Merkezi, Doktor İsmail Maraş'ın akupunktur ve lazer akupunkturu tedavisi uyguladığı sağlık kuruluşunun adıdır.

Dr. İsmail Maraş, aynı zamanda akupunktur eğitimi veren akupunktur uzmanı yirmisekiz yıllık bir hekimdir.

Ülkemizde, hekimlerimize akupunktur eğitimi verilmesi pratik eğitim alınması konusunda faydalı girişimlerde bulunmuştur.

Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de akupunktur tedavisini yaygınlaştırmaya yönelik olarak Üsküdar Çamlıca, Bahçeşehir, Kadıköy-Fenerbahçe, Adapazarı ve Gebze gibi yerlerde akupunktur ve lazer akupunkturu tedavi merkezleri açmıştır.

Sağlık Bakanlığının kurallarına da uyum sağlamak düşüncesiyle her merkezi bir doktor arkadaşın adıyla açmıştır.

Ancak buna rağmen sağlık mevzuatına göre bir hekimin birden fazla muayene işletmesi yasak olduğundan bu merkezlerden vazgeçilmek durumunda kalınmıştır. Halbuki bu yerler şirket adına doktor arkadaşlar adına açılmış ve prosedüre uyulmaya çalışılmıştı.

Burada, birçok konuda olduğu gibi sağlık konusunda da köhneleşmiş yasaların halen yürürlükte olması manidardır. Çünkü Maraş'ın bu faydalı girişimleri 1940'lı yıllardaki sağlık mevzuatına göre değerlendirilmekteydi.

Mevzuatlardaki bu hantallığa rağmen, Dr. İsmail Maraş mesleğine olan bağlılığı sebebiyle belki yüzden fazla hekime, akupunktur uygulamanın pratiğini kazandırmıştır.

Bu hekimlerden Dr. İsmail Maraş'ın yanında iki hafta çalışanlar olduğu gibi, bir yıl iki yıl hatta dört yıl çalışanlar dahi olmuştur. Bu azımsanmayacak bir gayrettir.

Çünkü Dr. Maraş, akupunkturun insan sağlığı için vazgeçilmez cok önemli bir tedavi metodu olduğunu iyi bilmekte ve bu bilgisiyle birlikte akupunktur tedavi pratiğini binlerce hekime öğretmeyi ülkesine ve sağlığa katkı bağlamında kendisine bir görev addetmektedir. Çünkü o kendisini insan sağlığına adamıştır.

Diyeceksiniz ki kimdir bu adam?

Bu nasıl bir doktor ki, bildiğini başkalarıyla paylaşmaya can atıyor?

Haklısınız?

Bu sorunun cevabını verebilmek için Dr. İsmail Maraş'ı tanımak gerekiyor.

Dr. İsmail Maraş kimdir?

1960'lı yıllar... Konya'nın Ereğli ilçesi Kuskuncuk köyünde 1957 yılında temeli atılanilkokul ancak 1960 yılında tamamlanıyor. İsmail Maraş böylece 11 yaşında ancak ilkokula başlayabiliyor.

Bu sebepten ilkokula geç başlamış olsa da, ondaki okuma ve öğrenme aşkı bir ömür sürecektir...

Nitekim emsalleri ilkokuldan sonra köyde yine tarıma yönelirken İsmail Maraş, ilkokul ve liseyi yatılı olarak Antakya'da tamamlıyor.

Sonra ver elini İzmir...

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi...

İsmail Maraş artık tıp fakültesi öğrencisidir. Fakültenin ikinci yılından itibaren hisseder sağlık konusunda sanki bir şeylerin yarım kaldığını...

O günleri andığında şu cümleler dökülür ağzından:

"... Şunu gördüm. Öğrendiğimiz klasik tıp dışında, insan beslenmesi ve dolayısıyla sağlığıyla ilgili tabi gıdalara, ekolojik gıdalara da yer verilmesi lazım diyordum.

İnsanın hasta olduğunda nasıl tedavi edileceğiyle birlikte nasıl korunacağının da önemli olduğunu düşünüyordum. Ne var ki, halk sağlığı derslerine ne öğrenciler önem veriyordu ne de ders hocalarının okulda bir nüfuzu vardı.

Genç doktor adayı İsmail, diğer arkadaşlarının vizelere hazırlandığı dönemde dahi bu konular üzerinde araştırmalar yapıyor hatta bu uğurda zaman zaman vize sınavlarını dahi geciktiriyordu.

Tabii onun için sınavlar zor değildi. Zaten o sınıf geçmek için okumuyor, merak ettiği için araştırıyordu. Dolayısıyla sınavlara girdiğinde de peş peşe hepsini verip çıkıyordu.

Ama içinden çıkamadığı bir şey vardı. Sağlıkta neden tek düze bir eğitim yapılıyordu? Neden belirli branşlarda eğitime ağırlık verilirken belirli branşlar geçiştiriliyordu?

Tıp Fakültesi üçüncü sınıf... İsmail Maraş, bir araştırma dergisinde gördüğü fotoğrafla irkiliyor... İngiltere'de bir doktor hastasının migrenini akupunktur iğneleriyle tedavi ediyor. Bayan hastanın kafasında onlarca akupunktur iğnesi saplı. Ama hasta gülümsüyor? İğneler acıtmıyor mu? Bu nasıl bir tedavi böyle ki, onlarca iğneye rağmen hasta o tedaviyi kabul ediyor, doktor da o tedaviyi uyguluyor?

Konuyla ilgili hocasına gidiyor hemen. Hocası profesör doktor. Yani ilim adamı... Soruyor:

-Hocam akupunktur tedavisi hakkında ne diyorsunuz?

Bu soru da nerden çıktı şimdi. Adamcağız ne diyeceğini şaşırmış olmalı ki, bu ilme susamış öğrencisini bir cümleyle başından savacağını sanıyor:

-Ne tedavisi çocuğum, şarlatanlık o. Boşver, üzerinde durmaya değmez.

İşte bu söz, İsmail Maraş'ı akupunktur konusunda daha da meraklandırıyor. Diyor ki kendi kendine:

-İlim adamı bir konuda kendisine soru sorulduğunda, biliyorsa bildiğini söyler, bilmiyorsa bilmediğini. Bilmediği bir konu hakkında ezbere konuşmaz...

İşte bu sebeple artık işi gücü, akupunktur hakkında bilgi araştırmaktır İsmail Maraş'ın.

Sağlıkta MARAŞ farkı

Yıl 1977... İsmail Maraş, genç bir doktor artık. Aynı zamanda köyünün üniversite mezunu olan ilk genci... Acaba şimdi tıp fakültesinde hangi uzmanlık dalında eğitim alacak?

Ama o bunu düşünmüyor. Çünkü aklı fikri akupunkturda. Dolayısıyla hep akupunktur eğitimiyle meşgul. Çünkü onun hekimlik anlıyışı mevcut mevzuatlara sığmıyor.

O "Önce insan, önce sağlık" diyor

Bu cümleyi okurken gülümsediğinizi iyi biliyoruz. Niye mi? Kime sorulsa aynı şeyi söyler de ondan.

Peki Dr. İsmail Maraş'ın farkı ne?

Bunu anlamak için, mecburi hizmet yıllarından bir iki anekdotu kendi kaleminden okumak gerekecek.

Sağlık ocağında bir hekim

Yıl 1979... Eylül'ün 12'si... Ülkenin yokluk ve sıkıntılarının had safhaya ulaştığı yıllar. Devlet vatandaşına hizmet götürmekte bir hayli zorlanıyor.

Yeni mezun olmuş meslek aşkıyla ülkenin hangi bölgesi olursa olsun gitmeye hazır bir doktordum. Tayinim kendi memleketim olan Konya'nın Ereğli ilçesi Halkapınar (Zanapa) sağlık ocağına çıktı. Gerçi bugün Halkapınar ilçedir.

Faruk Nafiz Çamlıbel'in Han Duvarları şiirini hatırlıyorum. Ya da Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanını... Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul'dan taşraya giden aydınımızın karşılaştığı hüzün verici manzaralar neredeyse aynı...

"İşte şurası sağlık ocağı doktor bey!" diyorlar. Bir hoş oluyorum. Önündeki molazlar ve inşaat malzemelerinden belli ki, binayı ihaleyle yapan müteahhit işini tam bitirememiş. Binanın alel usul yapıldığı her halinden belli. Duvarlar çatlamış, boyalar eskimiş. Tipik bir sağlık ocağı işte...

Kapıdan içeri girdiğimde bir burukluk kaplıyor içimi. Allahım bu nasıl sağlık ocağı böyle?

Ne bir buzdolabı var. Ne bir masa ne bir sandalye... Su tesisatı bozuk, sular akıyor, yerler silinmemiş. Yani sağlık ocağına yakışmayacak tüm olumsuz şartlar mevcut.

Tıbbı cihaz ve malzeme bakımından ne serum var, ne gazlı bez, ne ilaç ne bilmem ne... Hiç unutmuyorum, kenarda bir miktar kızamık aşısı var. Kızamık aşısı ki o yıllarda sıkıntısı çekiliyor. Bir baktım aşıların son kullanma tarihi Mayıs ayında doluyor. Üstelik korunması için belirli bir ısıda saklanması gerekiyor.

Sağlık memuru tayin olduğunda bu aşılarla ilgili hiçbir tedbir almadan bırakıp gitmiş nedense...

Bir yerden başlamalıyım

Şimdi burada devletin yapması gerekenlerden birinci maddeye örnek veriyorum. O sağlık ocağında buzdolabı olmayabilirdi ama sağlık memuru eğitilebilir ve o bölgede buzdolabı olan bir kurumun dolabında örneğin belediyenin buzdolabında muhafaza etmenin de mümkün olabileceği öğretilebilirdi. Hatta bir naylona konulup komşu bir evin buzdolabında muhafaza edilebilirdi. Dağlarda kar vardı. Hiçbir şey olmasa, samanların arasına konulup o karın arasında muhafaza edilebilirdi. Önemli olan o aşıların zayi olmaması değil miydi?

Bir yerden başlamalıydım. Nasıl ki köye tayin olmuş bir köy öğretmeni, sadece öğretmenlik değil aynı zamanda okulunun her şeyiyle ilgileniyor ben de sağlık ocağının hizmet verir hale gelmesi için ne gerekiyorsa onu yapmak için seferber olmalıydım.

Devletin imkanı şimdilik buraya kadar mı? Evet. O halde ben bir başka çözüm bulmalıydım. Baktım orada Ekşioğlu diye bir firma var. Bir baraj inşaatı için orada bulunuyor. Birçok da çalışan işçisi var. Sigortalılar. Ama sigorta hastanelerinde beklemenin, sıra almanın sıkıntısı malum. Ben ise sağlık ocağı hekimiyim. Prosedüre göre yani bürokrasiye göre o hastalara benim bakmam gerekmiyor.

Ama ben doktor değil miyim? Bu ülkenin imkanlarıyla okuyup doktor olmadım mı? Bu insanlar da bu ülkenin insanları değil mi? Madem öyleyse, ben sağlık ocağında boş boş oturup beklerken, o insanlar neden SSK'da kuyrukta beklesinler ki?

Bu düşünceyle inisiyatifimi kullanıp gittim firmanın yetkililerine dedim ki,

"İşçileriniz sağlık ocağımızdan da hizmet alabilirler. Müsait olduğum için onlara da hizmet verebilirim."

Bu teklifim onları çok sevindirdi. Hem işçiler kuyrukta beklemiyordu. Hem SSK'nın yükü azaltılmış oluyordu. Hem ben doktorluğumu yapıyordum. Bundan dolayı da onlardan para falan almıyordum.

Bir baktım, birkaç gün sonra geldiler. Kulakları çınlasın şantiye şefi mühendis İsa bey dedi ki:

-Doktor bey, biz senin sağlık ocağının önündeki bu molazları falan kaldıracağız. Buraya bir bahçe düzenlemesi yapacağız.

-Eee?

-Şöyle yola üç dört kamyon çakıl kum molaz vs getiririz. Buraya çiçekli güzel bir bahçe yaparız.

Gördünüz mü karşılıklı dayanışmayı... Gerçekten de, birkaç gün sonra o her gelenin yüreğini hüzün kaplayan çirkin manzara yerine sağlık ocağının önü mis gibi oldu. Onlar da devletin sağlık ocağına yaptıkları bu hizmetten para almadılar. Ne oldu. Beş on hastaya baktığımda bilgim mi eksildi? Tam aksine bir insanın sağlığına kavuşmasının mutluluğunu yaşadım. Amacım da buydu. Ama onlar da bu jestime karşılık sağlık ocağımın önünü düzenleyiverdiler.

Baktım ki niyet iyi olunca sonuç da iyi oluyor. Bir de prosedüre göre suç işledim.

Ne mi? Sağlık ocağında halkın tedavisi ücretsiz yapılır değil mi? Ama ben hastayı mecbur etmeden ve ne için harcayacağımı belirterek hastalardan gönlünden ne koparsa üç beş kuruş ücret aldım.

Doktor mu bahçıvan mı?

Bu paralarla ne yaptık? Orman Fidanlığına gittik. Şubat ayının ortalarında bu bahçeye 200 tane çam fidanı aldık. Ortaya bir de havuz yaptırdık. Su deposu yaptırdık. Çam ağaçlarının bir tanesi hariç hepsi tuttu. O tutmayan çamın yerine bir başkasını diktik, o da tuttu.

Sonra tıbbi malzemeler tedarik etmeye başladık. Böylece hastalarımızı sağlık ocağında doğum yapabilecek duruma getirdik. On doğumdan en az sekizini sağlık ocağında yaptırır hale geldik. Sağlık ebemiz şimdiye kadar üç dört doğum ancak yaptırmamışken, ayda on onbeş doğum yaptırmaya başladı.

Sağlık ocağında çalışması mümkün olmayan devletin bir iki sobasını çıkartıp özel kovalı sobalar tedarik ettik. Sağlık ocağının önü çamur olmasın diye gittim Karayollarına durumu anlattım. Tabii o dönemde Belediye Başkanı olan Mustafa Ekinci beyin ve belediye personelinin eksilmeyen yardımlarıyla birlikte sağlık ocağının önüne ve yollarına elbirliği içinde çakıl ve kum döküldü.

Mevzuatlara göre ebe evleri gezecek diyor. Tamam evleri gezecek ama, hastanın tansiyonuna kim bakacak? Enjeksiyon gerektiğinde kim yapacak?

Sağlık müdürlüğünden bana sürekli tenkit gelirdi. Sebep ebe sağlık ocağında hizmet veriyor diye. Tamam da sağlık ocağında başka görevli yok ki.

Burası şehrin merkezi değil ki? İki üç defa tenkit aldık. Ama ben yaptığımın haklı gerekçelerini biliyordum.

Sonunda bizi tebrik ettiler

İki üç yıl sonra teftişe geldiler. Gördükleri manzara karşısında şaşırıp kaldılar. Havuzlar fıskiyeler, çam ağaçları, çiçekler... İçerisi pırıl pırıl. Tüm bunları da devletten beş kuruş para almadan gerçekleştirmişiz. Sonra arkamızdan takdirname gönderdiler. Sonra bir sağlık memuru geldi. O da yoktu çünkü.

Şunu gördüm. Örneğin yağmur mu yağdı? İnsanlar gelemiyorlar mı? Biz pazar günü bile aşıya giderdik.

Mevzuata göre sağlık ocağının çalışma saatleri belliydi. Sabah sekiz buçuk akşam beş arası. Ama biz bunu oranın mevcut şartlarına göre uyguladık.

Örneğin insanlar sabahleyin işe gidiyor. Tarlaya tapana gidiyorlar. Dolayısıyla öğle saatlerinde kimsenin gelmesi mümkün değil. Ya? Ancak akşam sonrası mümkün.

E ne yapalım biz de öğle saatlerinde personele dinlenme izni verirdik. Akşam beşten sonra da saat yediye sekize kadar sağlık ocağını yine açık tutardık. Böylece herkes sağlık ocağından hizmet alma imkanına kavuşurken işinden de geri kalmazdı.

Bazı kasaba köylülerinin resmi işleri olurdu. Sağlık ocağına ancak öğle saatlerinde gelirlerdi. Hem resmi işini takip edecek hem kasabada işlerini aksatmayacak. Bu onlar için çok zordu. Çünkü resmi olarak öğle saatinde sağlık ocağının kapalı olması gerekiyordu. Ama biz o saatte de açık tutar, vatandaşın işini görmesine yardımcı olurduk. Yani mesaiyi bölgenin şartlarına göre ayarlamıştık.

Hatta bahçeye diktiğimiz çam ağaçlarına çocuklar zarar vermesin diyerek, onlara çikolata falan vererek hem bize sempati duymalarını sağladık hem gönüllü olarak çamların bekçiliğini yapmalarını sağlamış olduk.

Bir çarpıklığa da örnek verelim. Bizden önce bazı aşılar kayıtlara göre sağlık ocağına gelmiş olmakla birlikte, kullanılamayıp imha olmuş. Neden? Buzdolabı yok.

Bunu yukarıya rapor ederken buzdolabı olmadığından dolayı bozulmuş olduğunu belirtecektim. Denildi ki,

-Yahu doktor bey, etrafta mezar mı yok? Ölülerin adlarına yaz gitsin, kullanıldı diye?

-Sebep?

-Ya şimdi buzdolabı yok denilecek. Var mıydı yok muydu teftiş gerekecek. Şu olacak bu olacak. En iyi prosedüre göre sorun çıkmasın. Yaz gitsin öyle.

Oysa ya aşının yukarıda belirttiğim gibi korunma yolları aranmalıydı. Ya da imha olmadan önce imha olacağı rapor edilmeliydi. Eğer imha olduysa da sebebi belirtilmeliydi.

Burada sorumlu kişiler, sorumluluktan kurtulmak için ölenlere aşı yapıldığını belirterek sorumluluktan kurtulmanın yolunu ararken, diğer tarafta bazı vatandaşın o an için zor durumda olması sebebiyle çözülmesi gereken işini çözmede prosedürü olanca katılığıyla işletebiliyordu.

Önce insan

Örneğin evlenme için müracaat eden iki gencin fotoğrafı lazım. Herşeyi hazırlamışlar. Davetliler bekliyor. Fotoğraf lazım olduğunu bilseler belki önceden çektirecekler. O dönemde de fotoğraf anında çekilip alınamıyordu.

Şimdi ne yapmak lazım. Bu insanı resmi prosedür böyle istiyor diyerek geri mi çevirmek gerek. Hayır biz öyle yapmıyorduk. Biz ne yapıyorduk. İnceleyip suistimal olmadığını anladıktan sonra, "Fotoğrafını sonra getir!" diyor ve onaylıyorduk. Adresi var. Babası belli. Anası belli. Bu kişinin fotoğrafı birkaç gün sonra gelecekse, neden o işi birkaç gün sonraya erteleyelim de düğünü onların burnundan getirelim?

Peki ne oluyordu?

O şahıs bir yıl sonra geliyor. Bir sene önce kendisine yaptığımız kolaylık sebebiyle, sağlık ocağına o zamanın parasıyla bağışta bulunuyordu. Tabii hepsi kayıtlı.

Önce sağlık

Yine ilçedeki mevcut imalathaneleri fırınları vs denetlememiz gerekiyordu. Amaç denetimlerle sağlıklı üretimi sağlamaktı. Talimatnameye göre fırının fayansla donatılması işte tezgahının şöyle olması, camekanının böyle olması gibi bir takım şartlar gerekiyordu. Ama oradaki vatandaşın durumu hiç göz önüne alınmıyordu.

Peki burada temel amaç neydi? Fırının sağlıklı ortamda hizmet vermesi, temiz ekmek üretmesi değil miydi?

Bunun böyle olabilmesi için illa fayans mı gerekiyordu? Adamın gücü o an için buna yetmiyorsa, bu fırın kapatılacak mıydı? Ya da adamcağızı her onbeş günde bir denetleyip yaptığı işi burnundan mı getirecektik?

Hayır biz bunu böyle yapmadık. Ya ne mi yaptık?

Gittik fırına dedik ki, "Kardeşim, şu duvarını beyaz badana ile boydan boya badana yap. Pırıl pırıl olsun. Şu tezgahtaki tahtaları da yenile. Yer için ayrı bir süpürge kullan, tezgah için ayrı bir süpürge. Buraya çıkacak şahısın ayağına ayrı bir terlik al. Çalışanlarının tırnaklarını haftada bir kontrol et. Bizden sağlıkla ilgili yardım isteyeceksen bize her zaman gel sana yardımcı olalım".

Hem adam onca masraftan kurtuldu. Hem bize öcü gibi bakmak yerine yardımcı olan arkadaş gibi bakmaya başladı. Hem de bize karşı mahcup olmamak için daha çok temizliğe gayret gösterir oldu.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp