İdeoloji Olarak "doğa"

İdeoloji Olarak "doğa" : Bugün, uygarlık tarihinde geriye baktığımız zaman, insanın en büyük başarılarından birinin kuralcı ve nedensel yasalar arasındaki kesin ayrımı olduğunu görürüz. Bu ayrım olmaksızın, tüm kazançlarıyla birlikte doğal bilimlerin gelişmesi söz konusu olmayacaktı.Bilim, yalnızca sonuç olarak insanın üzerinde çalıştığı her şeyin Tanrısal ve insani çehresini çürütmeye karar verdiği zaman, yani doğruluğundan doğal olayların açıklanmasını ayırdığı zaman başladı.

Sonuç olarak o, doğaya tarafsız ve her şeyden ayrı bir biçimde bakabildi.O artık, sadece doğayı kendi terimleriyle anlamaya çalışmak yerine artık doğanın, onun için herhangi bir açık ya da gizli kişisel anlamı kalmadığım varsayıyordu. İnsanın doğa üzerine daha çok bilgilenmesini sağlayan ve böylece onu kendi amaçları için kullanan bu büyük ayrım, bu yansız ‘nesnel’ tutumdu.

Bilimin nesnelliği, doğal olayların «yüce amaca» sahip olmadığı ve herhangi bir ahlak yargısı oluşturmadığı ilkesi üzerine kuruludur. Bilimadamları «olan»dan olması «gerekense, olgusal gerçeklikten ahlaksal norma, mantıksal karmaşanın olmadığını bilirler. Olması ya da olmaması gereken bir olay olgudan izlenmez.

Doğada suyun, eğer su belli bir ısının altındaysa, buza dönüşmesi olgusu, soğuğun iyi ya da ¡kötü olduğunu ya da suyun buzdan daha iyi ya da kötü olduğunu belirtmez. Aynı nedenle, doğada büyük balığın küçük balığı yuttuğu olgusu, onların davranışının doğru ya da her ikisinin de yanlış olduğunu göstermez.Kimi bitkilerin aşırı büyüyüp başka bitkileri tahrip ettiği olgusuna dayanarak, bitki yaşamının ahlaksal değeri üzerine hiçbir şey söylenemez.

Oysa, doğa bu sıfatla değer serbestliğinde bulunur iken, insanlar değerler olmaksızın yaşayamazlar ve bu yüzden her zaman belli başka şeyler üzerinde belli doğal görüngüleri yeğlemezler. Böylece, kızaklar üzerinde bulunan insanlar, onların buzla kaplı olmasını isterken, bir gemide seyahat eden insanlar; ırmaklar, göller ve okyanusların donmamasını yeğlerler. Kimi balıkçılar, büyük balık yakalamayısever, kimileri de küçük balık yakalamayı yeğler. Çiftçiler ve bahçıvanlar kimi bitkileri ekip kimilerini de sökerek geçinirler. Öz- cesi, insanlar kendilerine yararlı olan belli doğal olayları ya da şeyleri yeğlerler ve yararsız olanlara da yol verirler. Her seçme durumunda ona kılavuzluk eden doğanın kendi normu ya da değerleri değil, insanın değişebilen kendi çıkarıdır.

Oysa bugün hâlâ tüm görüngülerin nihai amaca hizmet ettiğini ya da doğanın ahlak ilkeleri üzerine oturtulduğunu ileri süren insanlar var. Bundan başka, bu nihai amaç için «doğru aklın» yardımıyla, sözde doğadan bir sonuç çıkarılabilir. Böylece, doğayı dikkatlice gözlemleyen herkes, bizzat yaşaması gereken hukuku keşfedebilir. Bu «doğal hukuk», ona doğanın yönelimlerini izleyen ve bu yüzden kusursuz bir ahlak ve doğruluk getiren bir yaşam biçimini güvenceye alır.

Doğanın yönelimlere sahip olabileceği inancı, o kişiye irade ve zekâya sahip üstün bir insan olduğunu ya da en azından böyle bir varlıkla yönetildiği izlenimini verir. Doğa yasalarının salt gözlenmiş örnekleri tanımlamakla kalmadığı, gerçekte kimi yasakoyucuların altında yatan zorunlu kurallar olduğunu gösterir. Bu üstün yasako- yucu, ya doğanın kendisi ya da iradesinin bir dışavurumu olarak, doğayı yaratan Tanrıdır.

Doğru olarak anlaşılırsa, insanın kendi çıkarına en iyi hizmetin Tanrının ya da doğanın buyruklarına uymakla sağlanacağı görülür. 18. yüzyılın en büyük bilginlerinden Sir William Blackstone’nun, İngiltere Yasaları Üzerine Yorumlar’ında özetlediği gibi: «İnsan her şeyiyle yalnızca yaratıcısına bağlıdır, her noktada yaratıcısının isteğine uymak zorundadır.

Yaratıcısının bu isteği Doğal Yasa olarak adlandırılır.»Daha önce de gösterdiğimiz gibi. Doğal Yasa öğretisi, bilimsel bir görüş temelinde kurulmuş değildir ve zaten öyle de olamaz, ancak dinsel bir karakter taşır. Bu durumuyla da bilimöncesi dünyamızın söylencesel bakış açısını yansıtır. Gerçekte bu olgu Hıristiyan Doğal Yasa savunucularının çoğunca da kabul edilir, hatta Hıristiyanlık dışı inançların savunucuları arasında da yaygın bir biçimde benimsenir. Her şeye karşın, modern çağlarda dinsel bir kılavuzdan yararlanmaksızın, doğadan «nesnel» normlar türetmek girişimleri yinelenmektedir. İşin doğrusu, kimi Tanrıtanımaz düşünürler de ahlak değerlerinin temelini doğada bulmaya çabalıyorlar.

Bu modern dindar olmayan inanıcılar, «doğal bir yasada», «sınırlı varlığın her zaman tamamlanmamış olduğunu» ya da tüm yaşayannesnelerin tamamlama ve yerine getirmeye doğru bir eğilimlerinin olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim, insanlar aynı zamanda varlıksal tamamlanmalarım ya da doğasında bulunan potansiyelin gerçekleştirilmesini sağlayan özel «doğal» bir yaşam biçimine belli eğilimler gösterirler. Bu amacı güçlendirecek herhangi bir eylem iyi, bu amacı engelleyecek ya da önleyecek herhangi bir eylem ise kötüdür.

Toplumsal düzen, bu nedenle herkesi doğal davranmaya yöneltme zo- runluğu duyar.Doğadaki her şeyin yerine getirme ya da tamamlamaya doğru çabaladığı düşüncesi kuşkusuz oldukça eskidir. Örneğin, Aristo'nun Metafizik kitabında aşağıdaki tanımlamayı buluruz: «İlk ve kesin anlamıyla doğa, bir hareket kaynağı gibi kendinde varolan şeylerin özüdür.» «Şeylerin özü», Aristo’ya göre, onları doğru olarak gören ve gerçekten oldukları gibi yapan tek niteliktir. Bir meşe palamudunun özü meşe olmak, bir iribaşın özü kurbağa olmak, bir dölütün özü insan olmaktır. Kendilerinde varolan «şeylerin hareketini», potansiyellerini anlamak, yetiştirmek ve geliştirmek eğilimidir.Meşe palamudundan meşe, iribaştan kurbağa ve bir dölütten insan üreten işte bu harekettir. Başka bir deyişle, meşe palamutları, iribaşlar ve dölütler kimi dış güçler önlemediği sürece, her zaman olmak istedikleri gibi olurlar. Eğer böyle bir durum olursa, onların doğal eğilimleri engellenmiş olacak ve gelişmeleri «doğal olmayan» bir durdurmayla karşılaşacaktır.

Onların «doğası» tamamlanmadan ya da yerine getirilmeden yoksun bırakılmış olacaktır.Oysa, bu doğal bakış eskiden beri kullanılageldiği ve hoş göründüğü halde bilimsel nesnelliğin gerektirdiği şeylerle taban tabana karşıttır. Bir bilimadamı için meşe ağacının, kurbağanın ve insanın gelişimi, yalnızca deyişimlerin olası ve belirli bir çağa kadar önceden haber verilebilir düzenli bir gelişme modelini gösterir.Öte yandan, eğer, doğal gelişmenin herhangi bir aşamasına eksik bir aşama olarak dikkat edilirse, tüm şeyler her zaman eksik olur. Örneğin bir dölüt, henüz doğmadığından, bir oğlan bebek henüz yetişkin olmadığından, bir yetişkin de henüz yaşlanmadığından ve bir yaşlı da henüz ölmediğinden eksik sayılır. Eğer bu olası değişimlerin herhangi biri «bir eğilimin» gerçekleşmesi olarak tanımlanırsa, onların tümü de bu yolla tanımlanabilir.

Ardından, yalnızca yaşama doğru bir çıkış değil, aynı zamanda ölüme doğru bir eğilim de vardır. İkisi de eşit olarak «doğal» ve iyi olmalıdır. Açıktır ki, böyle bir sonuç hiç kimseye bir şey getirmez.Gerçek, muayyen yaşayan bir şeyin «tamam» ya da «eksik» olduğu zamanı ya da tamam ya da eksik olup olmadığını, önyargısız olmayan gözlemin bize anlatablldiğidir. Onun varlığı süresinde her şey birçok değişimlere uğrar ve bu değişimlerin kimilerinin onun tamamlanmasına hizmet ettiği için daha İyi, kimilerinin de tamamlanmasını yoksun bıraktığı İçin daha kötü olduğunu söylemek, bilimsel değil, öznel bir görüşü savunmak olur. Gerçekte, aynı «tam olma» kavramı da, tıpkı «eksik» olanın olumsuz bir değer yargısını dile getirmesi gibi, olumlu bir değer yargısını da belirtir. Kimi şeylerin eksik olduğu savı, yalnızca onda bulunması gereken kimi şeylerin kayıp olduğu, kusursuz olmadığı anlamına gelebilir.

Doğal şeylerin tamamlanmasının iyi, tamamlamanın eksikliğinin kötü olduğunu tartışan İnsanlar, yalnızca kendilerini totolojiyle, yani laf kalabalığıyla uyutmaktan öteye gitmezler.Koşullara göre, nesnel bir gözlemcinin doğanın kendinde eğilimler, anlamlar, yönelimler ya da nihai amaçlara sahip olmadığını kabul etmek dışında bir seçme şansı yoktur. Bu nedenle o, ahlaksal bir kılavuz olarak alınamaz. Basit olarak onun üzerine «doğru» bir ahlak ya da yasal sistemi dayandırmak dürüst bir yol olmadığı gi: bi, birçok insan bu üzüntüye layık görülebilir.

Şimdiye dek, doğadaki evrense] değerleri bulma girişimlerinin tümü başarısızlığa uğradı. En kötüsü de, bunların dar, kaprisli ve bağlayıcı dogmalara götürmesi, en iyisi de her olası hareketi haklı çıkarmakla ya da her olası amaca hizmet edebilen anlamsız ve boş kurallar üretmekle sonuçlanmasıdır.Örneğin, «doğa», herkesin kendi hakkını aldığını söylemektedir. Nitekim, eski Roma ahlakçıları «¡uum culque — her biri kendi- ne»yi talep ettikleri zaman gerçek bir doğal ahlak yasası keşfettiklerini düşündüler.
Oysa bu yasa ; «Herkesin kendlninkl nedir?» gibi canalıcı bir soruyu yanıtlandırmayı başaramadığından, tam bir adalet yaratamaz hiçbir zaman. Gerçekte, bu soruya pozitif hukuk ya da politik sistem karar vermiş olmalıydı. Bu yüzden «her biri kendine» deyimi kölelik, feodalizm, kapitalizm ya da sosyalizm gibi herhangi bir sistemi haklı çıkarmak için pekâlâ kullanılabilir.Bir başka düzeyde güvenllemez ahlaksal kural da Altın Kural diye bilineni ya da başka bir deyişle, «Kendine yapmak İstediğini başkalarına da yap» öğütüdür. İnsan bunu ilk işittiğinde, evrensel olarak geçerli bir yasanın belirtilmesinden başka bir şeyi düşünmeyebilir.

Oysa, onlar böyle bir davranışla İlgilenmezse, başkalarına acı vermekten hoşlanan herhangi bir kimsenin bu acıyı tattırmasına izin verilecektir. Benzer biçimde, herhangi bir alkolik, ayık durumda da komşusunu aşırı içki içmeye zorlayabilir. Sonunda herhangi bir kimse, Altın Kuralı çiğnerse, Altın Kural ona karşı da çiğnenmiş olmaz mı? GerçeKte, o k.şi yanlış yapsa bile, hiç kimse cezalandırılmasını istemez. Zaten Altın Kurala göre hiç kimse yanlış yapan biri olarak cezalandırılmamalıdır.
Ozcesi harfi harfine ele alınırsa, Altın Kural hukuk ve ahlakın ortadan kalkmasıyla sonuçlanır.Başka bir örnek de Alman düşünürü Kant tarafından formüle edilen Koşulsuz Buyruktur: «Yalnızca evrensel bir yasa olmasını istediğin genel kurala göre davran.» Başka bir deyişle, bir adamın, yalnızca tüm insanları bağlıyor olmasını istediği kendi ilkelerine göre davranması gerekir. Ancak bu ilkeler nelerdir? Faşizmin, komünizmin ya da inanılabilir herhangi bir düzenin olduğu kadar, liberal demokrasinin ilkeleri de olabilir.Tarihsel gelişimi içinde sorunun gerçeği, Doğal Yasanın herhangi hayal edilebilir ahlaksal ya da siyasal konumu haklı çıkartmakda olduğudur.
Böylece, Aristo, kimi insanların «doğal olarak» «köle olmalarının, onların yazgısı olduğunu açıkladı. (Kutsal Kitap'ın hiçbir yerinde köleliğin haksız olduğunu gösterecek herhangi bir şey bulunmadı.)Modern çağlarda kölelik kurumu yoğun baskı altına alınınca, köleliği kaldırmak isteyenlerin Doğal Yasayı bir kasıt olarak kullanmaları yeteri kadar ilginçtir.Dönemlerinin pozitif, yazılı yasaları, reddederek, onlara vazgeçmeyecekleri «doğal» insan haklarını güvenceye alan ve tüm insanların eşit olarak yaratıldığını bildiren «daha yüksek» bir yazılmamış- yasaya başvurdular. Köle sahipleri etkilenmeksizin kaldılar, oysa, basit olarak söz konusu tartışmanın çevresinde döndüler.
Onlara göre, Tanrı doğayı yarattı, doğa da insanlığın yazgısını biçimlendirdi. Tarih, insanın ilerlemesinin yalnızca üstüninsanın aşağıdakileri yöneterek, güçlerini geliştirme özgürlüğü kazanmalarıyla olası olduğunu gösterdi. Bu nedenle, doğa, köleliği uygarlığın bir bedeli olarak talep etti.Yüzyıllar içinde, benzer bir sonuca varmayan tartışmalar, gerçek «doğal» yönetim biçimi üzerine yapılmıştır. Örneğin, monarşist- ler, Ay'ın, yıldızların çevrelediği ve Güneş’in çevresinde döndüğü biçimindeki gökyüzünün hiyerarşik gizemine dikkat çekmişlerdir. Böylece, o halktan kişilerin soylu insanların hizmetinde yaşamasını, sırasıyla,bir kural ya da bir imparatora hizmet etmenin doğal olduğunu göstermekten başka bir anlama gelmiyordu.
Öte yandan, demokratlar tüm Tanrısal vücutların eşit ölçüde aynı yerçekimi yasasına bağlı kaldığım ve bu nedenle doğanın yasa altında tüm insanlara eşit adalet verdiğini ileri sürdüler. Oysa bu bakış, evreni temel güçler arasında bir sürekli zaptedilmemiş mücadele yeri olarak gören anarşistlerce uygun bulunmadı. Bu nedenle, sözde bir eşitlik adı altında bir resmi tahdit, yalnızca doğanın uygun çalışmalarını karıştırdı.
Oysa, sorun, doğanın nihai ya da «gerçek» amacının şu ya da bu yanıyla yanlış anlaşılmış olması değildi. Hiçbiri «doğru aklın» ek bir dozajının sonunda onu tüm yanlarıyla açığa vuracağını var saymış olamaz. Gerçek, böyle bir amacın var olmadığı ve tartışılan parçaların doğa içindeki kendi değer sistemini, döngüsel (dairesel) mantığıyla yeniden kazandığını basitçe gösterdiği biçimindedir. Bu doğa kesin ahlaksal içeriğe sahip olmadığından, tümüyle olasıdır. «Doğa» sözcüğü, ahlaka ilişkin tartışmalarda kullanıldığı zaman, herhangi bir kimsenin onu anlamak istediği herhangi bir şey anlamına gelebilir.Böylece, her toplum ya da grubun, şeylerin «doğru» düzeni üzerine kendine göre yonttuğu anlamsal bir alet, klasik bir «hazır reçete» örneği olmaktan öteye gitmeyecektir. Özcesi, ideolojik bir terimdir bu.Bu, hiçbir yerde cinsel ahlak alanındaki kadar açık görülmez.

Biz daha önce eski Yunanlıların hazda ve kişisel icrada seksin «doğasını nasıl gördüklerini göstermiştik. Cinsel iti, âşıkları sevgiyle birleştiren Tanrısal bir esin kaynağıydı. Bu amaca yardım eden ya da yaklaşan herhangi bir hareket «doğabdı. Tersine, eski İsrailliler ve ilk Hıristiyanlar, seksin «doğa»sının üreme olduğuna inandılar ve bu yüzden de yalnız çok özgün bir hareket «doğal»di: Birleşme. Bunun dışındaki tüm cinsel etkinlikler doğal değildi. Doğru bir toplum, bu tür etkinlikleri önlemekle yükümlüydü. Öte yandan, Amerikan yerlileri ve Polinezyalılar, eşcinselliğin, transeksüelizmin ve transvestlt- liğin, kişinin doğasının yansıması olduğunu ve bu yüzden saygı gösterilmesi gerektiğini hissettiler. Herhangi bir toplumsal sataşma en büyük haksızlık, hatta doğanın kendisine karşı bir suç olacaktı.

Bununla birlikte, özgün bir birleşmedışı hareket ya da onun bastırılması gibi doğaya karşı bir suçun nasıl belirlendiğinin önemi yoktur. Belirleme her zaman keyfi ve özneldir. Nesnel olarak konuşursak, doğa hiçbir zaman ihlal edilemez, çünkü ihlalin kendisi de doğal ola-çaktır. Ünlü bir seks araştırmacısının biryerde belirttiği gibi; doğal olmayan tek şey, icra edilemez olan şeydir.Bu nedenle, belirli işlerin «doğal olmadığı» savı, her zaman bir değer yargısını yansıtır ama asla bir gerçeğin yansıması değildir.
Açıktır ki, doğanın olmakta olan bu işleri önleyeceği anlamı çıkarılamaz. Daha çok doğanın onların oluşumunu onaylamadığı ya da doğanın tam ilgisini çekmediği anlaşılır. Oysa, gerçek durumda doğa, onlar hakkında şu ya da bu biçimde bir düşünceye sahip değildir. Düşünce tümüyle insancıldır. Beğenilmeyiş, doğadan değil, ancak ahlak değerlerini reddedilmiş bulan erkek ve kadınlardan gelir.«Doğal» ve «doğal olmayan» terimleri, övgü ve mahkûmiyet ifadeleridir. Bu terimler bize herhangi bir şeyin nesnel tanımını sağlamazlar.

Salt gerçekliği tanımlamak isteyen insanlar yargıiamaksızın onu kullanmaz. Örneğin, bir bilimadamının yansız bakışına göre, her şey doğanın bir parçası olduğunda doğaldır. Onun için acı haz gibi, sağlık hastalık gibi, yaşam da ölüm gibi doğal haktır. Oysa, bu yansız biçimiyle kullanılırsa, «doğal» sözcüğünün pratik olarak anlamsız olacağı açıktır. Bu yüzden bilim adamları «doğal» sözcüğünü sözlüklerinden kaldırdılar ve onu ahlaklar dünyasına sürgüne gönderdiler.«Biz, «doğal» ve «doğal olmayansın gerçekten kullanıldığı örnekleri incelemeye başladığımızda, onların her zaman belirli ahlak yargılarını desteklemek anlamına geldiğini gördük.

Bu değer yargılarının, konuşmacıların eğilimleri ile değiştiğini söylemeye gerek yok. Tarihsel ve antropolojik araştırmalar, tarihin farklı dönemlerinde ve dünyanın farklı parçalarında, toplumların farklı ahlak değerlerine sahip olduğunu göstermiştir. Gerçekte, bu tür farklılıklar bugüne değin gelmiştir. Ayrıca, bugüne değin her toplum kendi ahlak değerlerini evrensel, sonsuz ve değiştirilemez, yani gerçekten ve yalnız kendi değerlerini «doğal» sanmışlardır. Bunun nedeni basittir: Doğanın çağrısı bir nesnellik havası içinde, herhangi bir öznel değer sistemini ödünç veriyor. O insanlara ahlaksal durumları için kişisel sorumluluktan kaçınmalarına izin veriyor.

Böylece, insan, komşusunun cinsel davranışından hoşlanmazsa, ona kendi adından çok Tanrının ya da doğanın adıyla kolayca baskı yapabilir. Özcesi, bize kendi haz ve tercihlerimizin evrensel adaletin, genel zenginliğin, «Tanrısal isteğin» ya da «doğal düzenin» istemlerine uyduğunu söyleyebiliriz.Oysa, herhangi bir açıklama ya masum bir kuruntu ya da bir alaycı aldatmadır. İleri sürülen her durumun nesnel bir çözümlemesi, «Tanrısal istek» ya da doğal düzenin belirli bireyler, gruplar yada toplumsal sınıfların çıkarlarından başka bir şeyi temsil etmediğini gösterir. Bu, aynı Tanrı ya da aynı doğanın böyle birçok farklı toplumsal siyasetleri haklı çıkarmaya, yönelmesinin esas nedenidir.
Önce de gördüğümüz gibi, en büyük tektanrılı dinler Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet bile yorumlarında önemli, farklar gösterir. Dahası. Hıristiyanlığın kendi içinde de sayısız kilise ve hareketler, Tanrının iradesine ve doğanın yasasına bakışta farklı yorumlar getirirler. Böylece, tartışmalarına destek sağlamak amacıyla aynı kutsal kitabı kullandıkları halde bazıları benimsemezken, bazı kiliselerde boşanmayı kabul eder, bazıları isterken bazıları gebelikten korunmayı yasaklar ve bazı kiliseler eşcinsel papazlara açıkça görev verip eşcinsel evlilikleri icra ederken bazıları da eşcinselliği mahkûm eder.

Ne de olsa, bugün seksin doğasının üreme olduğu biçimindeki geleneksel Yahudi Hıristiyan inancını paylaşmayan bazı kiliselerin olduğu açıktır. Birçok Hıristiyana bu inanç, şimdi, modası geçmiş, dar ve keyfi bir varsayım üzerine temellendirilmiş geliyor ve bu yüzden yeni, daha açık bir cinsel ahlak geliştirmeye çabalıyorlar.

Bununla birlikte, başka bir keyfi varsayım yerleştirmenin ve çözümü Doğal Yasa Öğretisinin biraz güncelleşmesinde aramanın yeterli olmadığını anlıyorlar. Yerine, cinsel değerlerinde, tam sorumluluk almaları gerektiğini anlamaya başlıyorlar.Bu, daha önceki Doğal Yasayı koruyan tam ahlak çabasına önem verilmemesi ya da onun safdışı bırakılması anlamına gelmiyor. Hatta en şiddetli eleştirileri bile göstermiştir. Doğal Yasa öğretisine çoğu kez baskıcı dinsel ve dünyevi otoritelerin hücumlarda bulunduğu ve böylece onun insan özgürlüğünün nedenine de hizmet ettiğine dikkat çekiyorlar, özcesi, tarihsel süreç içinde bir doğal yasa inancı, yalnızca egemen düzene hizmet etmiyor, aynı zamanda daha iyi bir düzenin gelmesinin yollarım da açıyor.

«Doğa» sözcüğü boş bir reçete olabilir, ancak bazen insanlığın en iyi umutları ve yüce amaçlarıyla dolu olduğu da görülür. İnsanlar herhangi bir Tanrı-ver- gisi doğal haklara yaşama, özgürlük ve mutluluğun izlenmesine sahip olmayabilirler, ancak kimi modern toplumlar bu haklar uğruna dövüşmek ve onları kazanmak için doğaya başvurmuşlardır. Bu nedenle, bir Doğal Yasa kanısı, övülmeye bir ütopist insancıl görünüşe sahiptir.

Bu anlamda Doğal Yasa geleneği üzerine eleştirel bir çalışma, bize gerçekten insancıl bir cinsel ahlakı öğretebilir.(Not: önceki bölümdeki belli kanıt ve örnekler, Ortaçağ Avrupası- nın öbür ideolojikritik temsilcileri ve Hans Kelsen, Kari Popper, Ernst Topitsch’in çeşitli yazılarından alınmıştır. Bu yazarlar, cinselsapkınlık sorununa değinmemekle birlikte, gene! tutumları burada da açıkça görülebilir. Bu yüzden, daha derin çalışma yapacaklara bu yazarların yapıtları salık verilir. Kelsen’in Doğal Yasa eleştirisini yukarıda kısmen özetlemiş bulunuyoruz. Ayrıca, Addet Nedir’deki toplu denemelerine bakınız

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp