baş yaralanmaları rehabilitasyon

Baş yaralanmaları. Giderek makineleşen toplumda yaşamanın bir bedeli de, insanın başında bir hasar oluşturabilecek olayların artmasıdır.

Böyle bir kaza beyni etkilese ya da etkilemese bile, gerekli özenin gösterilmesi yolunda insanlarda bir bilinçlilik meydana gelmiştir. İngiltere' de kaza ve ilk yardım üniteleri yılda bir milyon (ya da' nüfusun yüzde 2'si oranında) baş yaralanması vakasıyla karşı karşıya kalırlar. Bu, büyük bir sayıdır; ancak tüm kaza ve ivedi olayların yüzde 10'unu temsil eder. Oran, karayollan kazalarında daha da yüksektir. Böyle kazalarda ölümün ve otuz beş yaşın altındaki kişilerin başına gelen yaralanmaların en büyük nedenini oluşturduğu ABD'den alınan sayılar, bu tür kazaların dörtte üçünde baştaki yaralanmaların da işin içine karış-tığını göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), başın yaralanması oranının çeşitli ülkelere göre yüzde 50 ila 80 arasında değiştiğini belirtmektedir (oysa göğüs yaralanmalan yüzde 10 ila 40 arasında değişmektedir). Burada bilinmeyen, kazaların kaçında beynin hasara uğramış olduğudur.

Bir kazada beynin yüksek oranda hasara uğraması halinde yapılabilecek bir şey yoktur. Süt yere dökülmüştür bir kez. Hemen hemen aynı derecede üzücü olan durum, ikincil derecede beyin hasan ile gelen ölüm ve yaralanma halleridir. Bu bir darbenin sonucu olur ve bir dereceye kadar engellenebilir. ABD'nin Virginia eyaletinden gelen bir raporda tabanca merınisi dışındaki baş yaralanmalan'nda kazadan sonra kurbanı canlandırınayı izleyen sürede hastaların ne konuşabildikleri. ne de verilen komutlara uyabildikleri belirtilmekte ve böyle kişilerden yüzde 44'ünde beyinlerini hasara uğratabilecek sistem (beden) sakatlığı da bulunduğu eklenmektedir. Burada en çok rastlanan durum, oksijen alınmasının azalması ya da oksijensizlik (hipoksi) halidir- Başı yaralanan çoğu kişi hemen bilinçsizleşir. Bu olay sanıldığı ya da görüldüğü kadar ciddi değildir çünkü pek çok insan, başı yaralandıktan sonra tümüyle iyileşir. Bununla birlikte, bilinçsizlik durumu soluğun durmasına eşlik edebilir ve soluk alma altı ile on dakika arasında durursa beyinde onanlamaz hasarlar oluşur. Soluk almanın kesildiği anda bedende oksijen dolaşmadığı söylenemez çünkü (belki de) kan dolaşımı bu anda sürmektedir. Bununla birlikte, solunumu yeniden başlatmak (bunun için en iyisi ağız ağıza ya da ağızdan buruna yapay solunum yaptırılmasıdır), kanamayı durdurmak (kanayan yere temiz bir bezle ya da elle basınç yaparak) ve şoku azaltmak (kaza geçiren kişinin başı ayaklanndan daha aşağı düzeyde tutularak) için her türlü çaba harcanmalıdır.

Genellikle hastahaneler baş yaralanmalannda röntgen kullanımı , konusunda aşın biçimde kararsızdırlar. Her baş yaralanmasında çatlak var mı diye ışın kullanma zamanı boşa harcatıcı, pahalı ve çoğu kez yararlı olmayan bir işlemdir. Kraliyet Koleji Radyoloji Uzmanlan tarafından dokuz İngiliz hastahanesinde sürdürülen bir araştırma 'tümüyle karmaşık olmayan baş yaralanmalannın' hep röntgenle değerlendirilmiş olduğunu ortaya koymuştur. (Belli ki, karmaşık baş yaralanmaları farklı bir kategoriyi oluşturuyordu). On hafta süren araştırma sırasında hastahanelere böyle 4.829 hasta gelmişti. Hepsinin alışılmış biçimde röntgeni alınmış ve 67 kişide kafatası çatlağı saptanmıştır. Bunlardan 2'si kafatası tabanı, L'i alın ve 64'ü de başın tepesiyle ilgiliydi. Kafatası çatlamış olan bu kişilerden dördünde 'kafatası içinde damarlardan çı-kan kanın yaralanan yerde toplanması (hematom hali) oluşmuştu'.

Bunlardan üçü röntgenin yardımı olmasa da hamen kuşkulanılabilecek durumdaydı. Şu halde karmaşık olmayan baş yaralanmalarında kuşku uyandırmayan kan toplanması olasılığı 4.828 vakaya karşı 1'dir. Her röntgen işleminin maliyeti 9 İngiliz Sterlin (1985'in ortasındaki kur karşılığıyla 6.300 TL. - Çeviren) olduğuna göre böyle durumdaki bir tek kişiyi saptamanın bedeli 43,200 Sterlin (ya da 30.240.000 TL.) olacaktır.

Günümüzde, İngiltere'de sıradan kafatası röntgenleri için yılda 6 milyon Sterlin (4,2 milyar TL.) harcanmakta; bu yolda oluşan maliyet ve zaman kaybına yöneltilen eleştiriler 'giderek artmaktadır. Üstelik tüm ışınlamalar zararlıdır ve ne denli hasara neden olduklarını kimse bilemez. Bu yüzden giderek yükselen sesle röntgenin yalnızca çok ağır vakalara; sözgelişi kafatasında saptanabilen çatlakları, bilinç düzeyindeki değişmeleri (bunlar kesinlikle iyi işaretler değildirler) ve hasarın oluş-tuğunu gösteren sinirbilimsel belirtileri içermek üzere sınırlandırılması önerilmektedir. Yapılacak para tasarrufu bazı hastaların yanlış şekilde eve gönderilmesine neden olacaktır ancak hastanın yakınları herhangi bir kötüleşmeye dikkat etmeleri yolunda uyarılabilirler. Bu şekilde yan--lış taburcu olan kişiler geciktirilmeden yeniden bakım altına alınırlar.

Ünlü tıp dergisi Lancet'e, 7 kasım I98I'de Birmingham Genel Hastahanesi'nden G. T. Watts tarafından yazılan mektup röntgenin bu tür hastalar için yararlı olup olmadığı konusunda özgün ve çok özlü olmadı-.ğı biçimde bir tartışma ortamı açmıştır. Mektupta şöyle denilmekteydi : “Röntgen kullanılmasının ihmali konusunda açılan davada, kimse personelin kendinde doğru ya da yanlış araması gerektiği yolundaki sorumluluğunu öne sürmemelidir... Eğer Sağ-lık Bakanlığı bu yolda ekonomi yapmak istiyorsa, diğer işverenler gibi bu ekonomiyi yapmalı; emrindeki personeli direktiflerine uyduğunda Bakanlık sorumluluğu yüklenmelidir. Aksi takdirde, kazayla ilgilenen görevlinin bir baş yaralanmasında röntgene gerek görmemesi aptallık etmesi demek olur ... Bu durumda avukatları davayı bırakmalı ya da hastahaneler (ve önünde sonunda hastalar) masrafı ödemelidir.”

Başı yaralanmış hastaların yararına olarak alınacak tek önlem röntgen çekilmesi değildir. Bununla birlikte ağır baş yaralanmalarında genel davranış olarak hiç değilse B. Jenneth ve arkadaşlarının hazırladıkları bir rapora göre, “Bir şey yapma, yalnızca orada ayakta durup bekle” özdeyişine uygun olarak hareket etme doğru olur. Söz konusu olan B. Jenneth ekibi bilgileri Glasgow, Rotterdam, Granningem ve Los Angeles'ten toplamıştı. Hepsi yirmi yaşın altındaki 1.000 ağır baş yaralanması vakası hastahaneye kabul nedenleri, tedavileri (sözgelişi steroitler verilerek, kafatası ameliyatında kırık kemik parçasının çıkarılarak ve nefes borusu ameliyatıyla ilgili olarak yapılan iyileştirme Uygulamaları) ve sonuçlarıyla kıyaslanmışlardır. Burada tedavi şekilleri arasında büyük farklılıklar ortaya çıkmıştır (Los Angeles'teki hastaların yüzde 99'una steroitler verilirken Glasgow'da oran yüzde 24'te kalıyordu).

Ancak, bu şekilde çok özen gören hastalarda belirgin bir daha çabuk iyileşme görülmemesi ilgi çekiciydi. Gerçekte, “Nerede (sonuç olarak) farklılık görülüyorsa orada tedavi edilen grupta daha yüksek oranda ölüm oluyordu.” Jenneth ve arkadaşları tıp dergisi Lancet'te şöyle diyorlardı; “Hastahane yönetimlerinin bazı baş yaralanmalarında hastayı iyileştirme yerine kötüye götürdüklerini görünce, bize düşünülmeyeni düşünmeye ittikleri için kendilerini kutlamak gerekir.” Sıradan insanlar, otomobil endüstrisinde “garajda oluşan hasarlar” diye bilinen hasarların farkındadırlar. Bu gibi hasarlar da, düşünülmeyeni sanki yıllardır düşünülüyormuş gibi hemen akla getirirler. Tedavi şekli zararlı olsun ya da olmasın, yaralanmış bir beynin yapamadığı şey iyileşmektir. çevresel (perlferal) sinir sistemindeki hücreler iyileşebilir ve çoğu kez bunu gerçekleştirirler. Bu hücreler yenilenir, ilk değme noktalarına doğru büyür, hasarın meydana geldiği andaki yeteneklerini yeniden kazanırlar. Oysa merkez sinir sistemi genellikle aksanlarında oluşan yaralanmalarla hasara uğrarsa; bu sinir hücreleri hemen ölür. Günümüzde sürdürülen araştırmalar durumun her zaman böyle olmadığını ortaya koymaktadır. Ancak pratik amaçlar söz konusu olduğunda, hasara uğramış beyin ile omuriliğin hasara uğramış olarak kalacağı söylenir. Ne olmuşsa olmuş ve hasar tüm ömür boyu için kalmıştır.

Beynin hasara uğramasıyla ilgili hiçbir tanımlama, bir baskı demirinin öyküsünün yeniden anlatılma fırsatını kaçırtmaz. ABD'nin Massaccusetts eyaletinde bir vitrine konan bu patlayıcı madde sıkıştırma demirinin altında şu yazı bulunmaktadır: “Bu demir çubuk 14. Eylül 1848'de Vermont kentinde Bay Phinelius P. Gage'in başına saplanarak delip geçmişti. Gage'in yarası tümüyle iyileşti. Ve o da, bu demir çubu-ğu Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin müzesine hediye etti.”: O gün lerde yaralanmaların çoğu, özellikle ameliyat masasında ya da savaş alanında olmuşsa, mikrop toksinlerinin kana karışmasıyla oluşan klinik tablo (sepsis) nedeniyle öldürücü olarak kabul edilirdi. Oysa, Phineas (genellikle ilk adı bu şekilde yazılmaktadır) Gage, yalnızca ağır bir şekilde yaralanmamıştı. Gerçekte normal bir şekilde de yaralanmış sayılmaz dı. Çünkü ünlü demir çubuk sol gözünün altından girip kafatasının tepesinden çıkmıştı. Gage sonuçta inanılmayacak şekilde iyileşti.

Ama, daha önceki günlerde güler yüzlü olan bu arkadaş kaprisli, inatçı ve hiçbirşeyi iyi yapmayan bir kişi olup çıkmıştı. Bununla birlikte, geçirdiği kaza, bunu atlatmış ve tam değilse bile iyileşmiş olması, öyküsünü kazadan sonraki on iki yıl süreyle anlatabilmiş olabilmesi düşünüldüğünde kişiliğindeki değişmeler önemsiz sayılırlar. Altı kilo ağırlığında ve çapı 2,5 santimetre olan demir çubuk adamın beynini delip geçmiş ama bu onu yalnızca sağ bırakmakla kalmamış, iskeletini birkaç tıp okuluna birden peşin parayla satabilecek denli açıkgöz bir adam da yapmıştı.

Yüz yılı aşkın süreyle Gage olayı benzersiz denilerek anlatıldı. Gerçekten de öyleydi. Son zamanlarda onun olağanüstü deneyimini baskı demiriyle olmasa bile diğer benzer deneyimler izledi. 1981 yılında yirmi dört yaşındaki Michael Melnick, ABD'nin Kaliforniya eyaletinde inşaat halindeki bir evin çatısındaki bir aralıktan üç metre aşağıdaki katm zeminine düşerken bir hasır demirinin çıkmtısına başı çakılıyordu. 15 santimetre uzunluğundaki demir çıkıntısı iki gözünün arasından kafatasına girmişti. Aynı yıl içinde otuz dokuz yaşındaki John Thompson gene aynı ülkenin Boston kenti yakınlarında arabasını kullanırken ba-şına bir kaza geldi. Arabasında bağsız durumda bulunan iki metre uzunluktaki bir manevela demiri, başına saplandı. Bu iki olay kendi başları-na, hiç değilse Gage'in patlayıcı maddeleri elindeki demir çubukla sıkış-tırırken başına gelen terslikten daha önemli değildirler. Ancak olayların şaşırtıcı yanı Melniek ve Thompson'un. her ikisinin de sağ kalmaları, olayı anlatabilmeleri. yürüyebilmeleri ve daha sonraki yaşamda başarılı olmalarıydı. Boston hastahanesinden taburcu edilirken Thompson'un sol kolunda hafif bir felç olduğu söyleniyordu. Melnick de hastahaneden yürüyerek çıkmıştı ama sırtında başka yaralar vardı (bunlara başka hasır demiri çubukları neden olmuştu); ayrıca burnu da ezilmişti. Kuşkusuz psikolojik sıkıntıları da bulunuyordu (ısrarlı ve çok akla yatkın bir biçimde uykusunda boşluğa düşer gibi oluyordu). Melniek' in bu yaralarını önemsiz diye etiketlemek belli ki hatalı olur· Ancak, ailesiyle birlikte çektirdiği son fotoğraflarında çok sağlıklı ve aklı da yerindeymiş gibi görünmektedir. Ulusal Soruşturmacı dergisi ona öyküsü için bol paralı bir öneri yaptığında duraksamasız yanıtı, “Hiçbir şekilde olmaz. Asla!” şeklinde olmuştu. İnsan, Gage'in bu öneriyi aynı anda bir düzine yayın organınınkiyle birlikte benimseyeceğinden kuş-ku 1 anır. Şu halde Gage, Melnick ve Thompsorı'un aralarında farklılıklar vardır ama bir de şaşırtıcı ortak yönleri bulunuyordu. Hepsinin kafasına demir çubuk girmiş ve sonuçta sağ kalmışlardı. İnsanın omuriliğindeki ufacık bir çentik onu ömür boyu tekerlekli sandalyeye mahkum edebilir. Oysa, beynine giren bir demir çubuk onun hastahaneden eve kadar yürümesini de engellemeyebiliyordu.

Savaş yaralan. Kuşkusuz savaş zamanı, demir parçalarının insanın kafası ve belkemiği üzerine en çok yağdığı zamandır. Ve bu demir parçaları farklı dramatik etkileri sanki seçerek yaratırlar. Bir santimetre sağa gelse o asker bir bitkiye dönüşür. Yara ufak bir sıyrıksa gülünüp geçilecek bir şey, savaşın bir anısı olur. Belden aşağısı yarım felç durumundaki bir arkadaşım bir zamanlar onu ve diğer yaralıları vatana getiren bir hastahane gemisini anlatmıştı. Arkadaşırı kovuşundaki her hastanın omurgasında yarası bulunuyordu. Bunların bazısı omurganın üst, diğerleri alt kısmından yaralarımıştı. Omurgasının en üst kısmından yaralı olup en ağır biçimde felci bulunanların en çok öldüğü görülüyordu. Arkadaşım bunların yaraları nedeniyle ölmediğine dikkat etmişti.

Böyleleri uyku ilaçlarına sığınıyor ve üzerinde çok düşündükleri bir durumu sona erdiriyorlardı. Sağlıklı bir insan olarak tüm yaşamları önlerinde yaşanmaya hazır uzanırken bir şarapnel parçası onları sırtüstü yatan bir haline getirmişti. Durumun böyle değiştirilemeyecek biçimde karara bağlanması pek çok insan için dayanılmayacak bir şeydi.

Yaralı asker son cesaret gösterisini yapıyor, kendisini öldürüyordu.

Bu konuda pek çoğumuz için en korkunç, şaşırtıcı, aydınlatıcı ve kamçılayıcı savaşta başın yaralanması öyküsü A. R. Luria tarafından yazılmış olan Dünyası Darmadağınık Olmuş Adam adlı kitapta anlatılmaktadır. Kitabın bir bölümü Luria'nın yorumları ve kalanı da dünyası darmadağınık olan adamın kendisinin, Lyova Zasetsky'nin günlüğü, fikirleri 'Ve kendini aramalarından oluşmaktadır.

Zasetsky 'üniversitenin dördüncü sınıfındayken, İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyetler Birliği'ne başlatılan Alman işgali üzerine orduya çağ-rılmıştı. 1943'ün başlarında asteğmen olarak Smolensk Savaşı'nda alev püskürten aygıtlarla donanmış bir takımın komutanı olarak görev almış bulunuyordu. Donmuş bir nehrin üzerinde başlatılan bir atağa katıldılar. Ama, Alman makinelitüfekleri ateşe başladı ve bir mermi de Zasetsky'ye isabet etti. Daha sonra, Zasetsky günlüğünde şöyle yazıyordu; “Ben, 2 mart 1943'te öldürüldüm.”

Oysa, onunla ilgili 3.712 No.lu resmi rapor biraz farklıydı: “23 yaşındaki Asteğmen Zasetsky, 2 mart 1943'te başının sol parietal ve oksipital kemiklerinin bulunduğu alana giren bir kurşunla yaralandı. Bunu uzun süren koma durumu izledi.

Sahra hastahanesinde anında tedavi edilmesine başlandığı halde, beynin zarları iltisak noktalarında iltihaplanma ve o çevredeki dokularda gözlenen değişmeler daha başka komplikasyonlara yol açtı. Yara dokusunun oluşumu, soldaki yan karıncığı yukarı doğru çekerek genel görünüşünü değiştirdi ve bu alandaki soğanilikte başlangıç halinde doku erirnelerine yol açtj .” Luria durumu daha başka biçimde anlatıyordu; “Zasetsky çok acı çekiyordu. Dünyası yıkıma uğradığı halde en derin anlamda o bir insan olarak kalmıştı. Yitirdiklerini bulmaya, yaşamını yeniden kurmaya ve kullanmaya alışkın olduğu güçleri kullanmaya çalışıyordu.”Pratik olarak Zasetsky'nin öldürülmüş olduğuna ilişkin sözleri doğruydu. Genç adam hiçbir şeyi anımsamıyor, kimseyi tanıyamıyordu.

Ne yazabiliyor ne de okuyabiliyordu. Adının ne olduğunu bile bilmiyordu. Çok sonraları bu erken dönemi şöyle anlatmıştı. “Ben yalnızca bakan, dinleyen, gözlemleyen, yineleyen ama kendi aklı olmayan yeni doğ-muş bir yaratık görünümündeydim.” Yaralanmasından iki ay sonra kendisinin üç adını, Lenin'in kim olduğunu ve güneş, ay, bulut ile yağ-mur gibi sözcükleri anımsamıştı. Daha sonra bildirdiği gibi o günlerde fanteziler kuruyor, yeteneksizliklerini alt ettiğini, tüm öğrendiklerini ammsadığını, görme ve işitmesini tam olarak kazandığını, yeniden tam bir bütün haline geldiğini düşünüyordu. Aynı zamanda, eksikleri hakkında yeni bilgiler edinmekteydi. “Aşağı doğru, ayaklarıma ve döşcmeye baktığımda irkildim. Bedenimin sağ yanını görernedim. Ellerim ve ayaklarım yok olmuşlardı.” Daha sonra, Zasetsky her iki gözüyle sağ tarafı görernediğini sezinledi. Kurşun, beyninde ilgili görme korteksini yıkıma uğratmıştı.

Bu gibi kurbanların, böyle yaralarının ağırlığı altında ezilip kaldıklarını ve kendilerini bitkisel duruma kaptırıp koyverdiklerini düşünmek kolaydır. Ama, Zasetsky farklı davrandı. O, iyileşmeyi istiyordu. Sakatlıkları karşısında şaşkınlığa düşmüştü. Dirseğinin boynuna mı ellerine mi yakın durumda bulunduğunu merak ediyordu. Bedeni hakkında bilgisinin artması hem iyi hem de kötüydü. Karnında bir ağrı fark edince gereksindiği şeyin bir tuvalet olduğunu birdenbire sezinlernişti- Penisinin idrardan kurtulmak istediğini biliyordu. “Ama, basınç başka bir açıklığımda oluyordu. Ben de bu açıklığın ne işe yaradığını unurmuştum,” diyordu. Yürümeye çalışmıştı ama bu da ona çok güç gelmişti. “ ... Diğer yöne doğru döndüm ve düştüm. Çünkü yeniden kafam karışmıştı. Hangi yöne yürüyeceğimi bilmiyordum. Birdenbire sağ, sol, ileri, yukarı ve aşağı sözcükleri aklıma geldi. Oysa bunların ne anlama geldiklerini bilemiyordum.” Ya da psikiyatrist Luria'nın dediği gibi,

“Zasetsky'de artık hacim kavramı kalmamıştı. Eşyalar arasında bağıntı kuramıyor ve dünyayı binlerce ayrı şey halinde algılıyordu. Hacim onun için anlam ifade etmiyordu. Dengesini yitirmiş olduğu için korkmaktaydı.”

Bütün bunlara karşın adam (ya da hasta ve doktoru olan psikiyatri st her ikisi de) sebat gösterdi. Zasetsky'e bir öğretmen tutuldu. Bir, iki ay içinde tüm abeceyi anımsadı. Oysa, ilerleme çok yavaş oluyordu. Luria durumu şöyle anlatıyordu; “Yıllar geçtikçe, Zasetsky okumaya çalışı-yor; harfleri anımsıyor, bunları birbirine çatmaya ve başardıklarım unutmamaya çabalıyordu.” Yazı yazmak ona daha güç gelmişti. Yazı yazarken kendi yazısını okuyamıyordu. Bu da onun darmadağınık olmuş dünyasındaki çelişkilerden biriydi. Yapılan bu eğitimde bir başka aşama düşünülmeden söylenilen bir söz sonucu geldi. Doktor, Zasetsky'e elini kağıttan kaldırmadan otomatik bir şekilde yazmaya çalışmasını söylemişti. Bu yeni, bir ilerleme getirdi. Ve o andan başlayarak, Zasetsky günlüğünü oluşturmaya başladı.

Başlangıçta Zasetsky günlüğüne “Korkunç Bir Beyin Yarasının Öyküsü” adını vermişti. Ama sonra bunu “Savaşımımı Sürdüreceğim” şeklinde değiştirdi. O günlerde günde on satır, bazen bundan biraz fazla, çoğu kez daha az yazı yazıyordu. .

“Bazen bir sayfa üzerinde bir ya da iki hafta çalıştığım oluyordu. Uzun süre düşünmek, ne söylemek istediğime karar vermek, çeşitli yazı türlerini karşılaştırmak ve kendimi nasıl ifade edeceğimi saptamak zorundaydım ... Belleğim bana yanlış yönden geri gelmişti. Benim için çok eski olayları anımsamak daha kolayoluyordu ... Yaşamımda olan şey, basit olarak çok korkunçtu. Bendeki bu tuhaf hastalık, beyni olmadan yaşamak gibiydi.”

Zasetsky şimdi Rusya'nın Kimovsk kentinde ailesiyle birlikte ama kendi dünyasında yaşıyor. Her sabah yazı masasına oturup öyküsü üzerinde çalışarak, umut ve üzüntüleriyle kendisini açıklamayı sürdürmektedir. “Bu şekilde yazmak tek düşünme şeklim benim. Eğer not defterlerimi kaparsam o zaman her şeyden vazgeçmiş olacağım. 'Hiçbir şey bilmeyenlerin' beIleğini yitirmış (amnezi) durumundakilerin ve boşluğa düşmüş olanların dünyasına döneceğim... Ben 2 mart 1943'te öldürüldüm,” diyor.

Boks, öldürücü bir spordur. Saptanan uluslararası sayılara göre yılda on dolayında boksör bu spor nedeniyle ölmektedir. Hem profesyonel hem de amatör boksörler ölür. Galler Ulusal Tıp Fakültesi'nin saptadığı 127 bokstan ölüm vakasından 7S'i profesyonel, S2'si amatör boksörlerin başına gelmiştir. Gözün retina tabakasında oluşan ağır hasar boksörler arasında en yaygın durum olmakla birlikte, boks sonucu ölümler hemen hemen her zaman beyinde oluşan hasarlardan meydana gelmektedir. (Ancak, bu ifadede bir kısıtlama yapma zorunluluğu bulunmaktadır çünkü, tüm boks kurbanlarına otopsi yapılmamaktadır). Eldivenli bir elin vuracağı yumrukla kafatasının kırılması güç olduğundan boksörler arasında kafatası çatlamaları yaygın değildir.

Ve ani ölümler de pek seyrek olur. Boksörler genellikle ringte aldıkları yumrukların etkisiyle aradan bir süre geçtikten sonra ölürler. Bu kişilerde kan pıhtılaşması çok sık olur. Kırk yedi boksörün ayrıntıları-na varıncaya dek incelenen ölümünde, beynin sertzarı (dura mater) altındaki kanama ölümün başta gelen nedeni olarak saptanmıştır. Burada teknik açıdan neler olduğu, sonraları New York kentinde önde gelen tıbbi sorgu yargıçlığına getirilen Dr. Milton Helpern'e göre

şöyle ifade edilmiştir:

“Başa vurulan sürekli yumrukların sonucu travmatik beyin ödemi kesin sadme yarası oluşturur ve özellikle beynin kan damarları sisteminde şişmeler, ikincil derecedekanamalar ya da belli bir bölgenin kansız kalması (iskemi) ile doku ölümü (nekroz) meydana gelir. Sertzar altındaki kanama boşaltılsa bile bunlar ölüme neden olurlar.”

Temelolarak bu ifadenin anlamı kan damarlarının sızdırması, şişmesi ya da ana pıhtılaşma olmasa bile bazı bölgelerin kansız kalması demektir.

Oysa bu raporun diğer bölümü olan dört kişinin ölümünü anlamak daha kolaydır: “Bilincini yitirmiş boksörlerin kafatasında diş hekiminin delgi aygıtıyla bir delik açıldığında buradan beyin dokusu, tüpünden akan diş macunu gibi sızar.” Dört boksör nakavt olduktan elli beş

saat ile dokuz gün arasında değişen sürelerle bilinçsiz kalmış ve sonra ölmüşlerdir.

Bir tabanca kurşunu, bir baskı demiri ya da manevela çubuğunun beyne saplandığı halde bilinçsizliğe neden olmaması (yukarda öyküsü anlatılan Gage çok kısa bir süre bilinçsiz kalmıştı) ve buna karşılık, yumuşak boks eldiveninin kişiyi ölüme kadar götürmesi beynin eldivenle, döşemeyle ya da tuğla bir duvarla çarpıştığında birden oluşan ivmelenme ve sonra birden oluşan yavaşlamalara karşı duyarlı oluşundandır.

Bilinçsizlik olasılıkla boksta, saniyede 8,5 metrelik bir ivmenin eşleniğinin oluşması nedeniyle meydana gelmektedir. Enseye indirilen el darbesi ya da tam çeneye isabet eden bir yumruktan her ikisi de beyinde çok iyi ivme oluşturma yöntemleridir. Bunları izleyen bilinçsizliğin kendisi zararlı değildir. Yalnızca bir hasarın oluştuğuna: ya sinir dokusunun yırtılarak beynin kendisinde ya da kan damarlarında bir hasarın olduğuna ve bunun da ikincil derecede bir hasara neden olacağına bir işarettir. Burada en muhtemelolmayan durum, boks konusundaki her filmde olduğu gibi kurbanın kendisini toparlaması, başını sağa sola sallayıp bir anda boks pozisyonunu alarak rakibine saldırmasıdır. Olması gereken durum ise, en azından boksörün şiddetli bir baş ağrısı duyumsaması ya da kendini hasta hissetmesi 'veya nerede ve neden orada olduğundan haberli olmaması durumudur- Bu yüzden, böyle bir boksör, kendi kendisine acıyan bir salyangozun hızından daha hızlı hareket yapacak durumda değildir.

Boksörler yalnızca ölmekle kalmaz; diğer adlarıyla yumruk sarhoş-luğu, yumruk severlik, yumruk düşkünlüğü ya da ahmaklık ile adlandırı-lan kronik beyin hastalıklarını çekerler. Bütün bunların anlamı bunama, titremeler, sürüklenir gibi yürüme ve diğer beceriksizce yürüme şekillerinin boksörlerin başına gelişi demektir. Kısaca, beyne yumrukla vurulan kum torbası gibi davranılmamalıdır. Sinir uzmanları, genellikle

Macdonald Critchley'in formüle ettiği, “Kasları hareket ettirici sistemde kas kasılmalarını yok edici ve kişiyi yardıma gereksinim duyurucu kasıtlı ve şiddet dolu hareketler-e karşıdırlar. Ya da Charles Sherrington" un çok daha önceki yıllarda söylediği gibi, “etkinlik dolu bir sporcuyu gevşek bir et kütlesi haline getiren sporlar-a karşıdırlar.

Bazı ülkeler bokstan o denli hoşlanmazlar ki, işi bu sporun profesyonel yanını yasaklamaya kadar götürmüşlerdir. Bunu ilk kez uygulayan İsveç'i 1981 yılında Norveç izlemiştir. Bu konuda İngiltere'de de sık sık girişimlerde bulunulmuştur. 1980 yılında İngiltere ve Avrupa horoz siklet şampiyonu Jonny Owen, Meksika şampiyonu Lupe Pintor ile dövüştüğünde, girişimler de doruk noktasına erişmiştir. Basın, Johnny

Owen'e 'iskelet' adını veriyor 've ona “kepçe kulaylarıyla dünyanın en iri boru temizleyicisi” diyerek alayediyordu. Gerçekte her iki boksörün ağırlıkları çok az farklıydı. Her ikisi de kurallara göre horoz sikletin (54 kilogram) altındaydılar. Ancak Owen rakibinden boysa 7,6 santimetre daha uzundu. Bu yüzden daha sıska görünüyordu. Her ne ise maç başladı ve Owen on ikinci ravuntta nakavtla yenildi. Kırk beş gün bilincini yitirmiş durumda kaldı ve sonunda öldü. Ertesi yıl Lordlar

Kamarası'nda profesyonel boksu yasaklayan özel bir yasa tasarısı reddedildi. Daha sonraki benzeri tasarılar da, İngiliz Parlamentosu'ndan geçemedi. Bu konuda Avon Lordu, “Kişiler kendi yararları için spora başlarlar ancak bunu yapmayı seçtiklerinde en sıkı tıp disiplinine uymak zorunda kalırlar ... “ diyerek tasarının kırk yediye karşı yetmiş yedi oyla reddedilmesini sağlayanların yanında yer alıyordu.

Görülüyor ki, boks bir kılavuz olarak ele alınırsa, insanoğlu erbezlerini (testis) beyninden daha önemli kabul etmektedir. Yaşam da genellikle ayın konuyu öne çıkarır. Çünkü 'belden aşağısına vurmak' alçakça bir hareket olarak görülür. Kuşkusuz bu harekete boksta olduğu gibi kavgada ya da adam Öldürmenin daha az suç sayıldığı Batı' da yapılan yumruklaşmalarda izin verilmez. Bu yasaklamayla ilgili merakı-mız, ilk kez 1866 yılında düzenlenen Queensberry Kurallarıyla konulmuş ve o zamandan beri yinelenen boks kurallarını okumamıza neden olmuştu. Bu kurallar ringin büyüklüğünü, boksörlerin birbirlerine sarılmasını. ona kadar saymayı, üç. dakikalık ravuntları, bir dakikalık ravunt aralarını, eldivenleri, ayakkabıları ve boks maçı devam ederken ringten kaç saniye uzakta kalınacağını veriyordu. Oysa, kuralların hiçbir yerinde nereye vurulacağı ya da vurulmayacağı konusunda açıklık yoktu. Bununla birlikte, Queensberry kurallarının 10. maddesi 'diğer tüm konularda' Londra Ödül Ringi kurallarına uyulacağını belirlemektedir.

Merakımız sürdü. Bu kez Londra Ödül Ringi kurallarını okumaya koyulduk. Bunlar İngiliz Boksörleri Koruma Birliği tarafından ilk kez 1838 yılında konulmuş, 1853'te değiştirilmiş ve 1861'de yeniden düzenlenmişti. Kurallar özellikle bu sporda yapılan faullerle ilgiliydier: ancak, özellikle hoşa gitmeyen belden aşağısına vurmayı yasaklayıcı kuralı getirmiyorlardı. Bu nedenle daha da gerilere, boksun babası sayılan John Broughton'a değin gitmemiz gerekti. 1741 yılında Broughton bir rakibinin kalbinin altına yumruk vurmuştu. Maçı yitiren rakibi bir ay içinde öldü. Broughton da, ya vicdan azabı ya da böyle bir yumruğu ben de alabilirim endişesiyle '16 ağustos 1743 tarihinde Broughton Amfitiyatrosu'nda birkaç kibar bey tarafından kabul edilmiş olan' kuralların konulmasını sağladı. Aslında kuralları kabul eden yedi kişiydi ve yedinci kişi şu sözleri söylüyordu; “Hiç kimse, rakibi yere düştüğünde ona vurmamalı, rakibini butlarından kavramamalı: arka tarafına ve belden aşağı yerlerine yumruk atmamalıdır.”

ABD' de de arada bir, özellikle popüler bir boksör bu işin bedelini canıyla ödediği zaman birden esip geçen rüzgarlar gibi girişimler yapılmakta ancak bunlar boksun yasaklanmasını getirmemektedir. Örne-ğin, 1965 yılında Detroitli Lucian (Sonny) Banks, rakibi Leotis Martin' nakavtla yenildikten üç gün sonra kan pahtılaşması nedeniyle öldüğünde bu konuda bazı gösteriler yapılmıştı. Banks, ününü 1962 yılında Cassius Clay'i (Muhammet Ali) ringte yere düşürmeyi başardığında kazanmış, ancak Clay da dört ravunt sonra onu nakavt ederek yenmişti. Time dergisi haberi çok özlü bir şekilde veriyordu; “Banks, son beş yıl içinde ringte yaralanıp ölen 64. boksördü.” Boksu daha güvenceli hale getirmek için son yapılan girişim, içinde daha çok sünger bulunan ve baş parmağı ayrı olmayan boks eldivenlerinin kullanılması şeklindedir. Bu eldivenler yumruğun gücünü yüzde 50'ye kadar azaltmaktadır. Böyle bir eldiven bokstaki en yaygın ve ağır yaralanma hali olan gözün retina tabakasının parçalanmasını önlemek için yapılmış ve 1982 yılından beri New York kentinde yapılan boks maçlarında kullanılması zorunlu hale gelmiştir. Ancak, nakavt sevenler belli ki bu tür eldivenlerin kullanılmasına karşıdır. Ve hatta tıp mesleği de, bundan hoşnut değildir.

Tıp Dünyası Haberleri şunu sormaktadır; “Beynin tek yumrukla idamı ayakta duran ama sersemlemiş (kroke durumdaki) bir gladyatörün uzun uzun dövülmesinden daha kolay bir yol değil midir?” New York kenti Sporcular Komisyonu'nun tıbbi başkanı Dr. Vincent D. Campbell de,

“Bu eldivenlerden hangisi daha tehlikelidir? Bunu kimse bilemez,” şeklinde yorum yapmaktadır.

Diğer sporlar. Kuşkusuz, pek çok kişiyi boksa karşı çıkmaya zorlayan neden, bu sporun özellikle başa yönelmiş hasar verme amacı taşımasindadır. Oysa bu .gerçek, diğer pek çok spor türünün de sayısal ve nitelik yönden (ilgilenenlerin sayısı ile oranh olmayan biçimde) daha çok yaralanma 'Ve beyinde hasara neden olduğu yolundaki bildiklerimizi unutturmamalıdır. Sözgelişi, İngiliz skuaş kortlarında insanın başından daha çok kalbiyle ilgili olmak üzere her yılortalama yirmi yedi ölüm yakası olmaktadır. İngiliz kara ordusundaki münakaşalı kavgalar çok iyi bir biçimde belgelenmiş olup bunlar sonuç yönünden boksa yakla-şırlar. 1968-1977 arasında bu tür sporla (!) ilgili otuz ölüm vakası saptanmıştır. Bu askerlerin bazısı örümcekzarı altındaki kanamayla (beynin örümcekzan altındaki kan damarlarının yırtılmasıyla ilgili olarak) ani gelen ölümle ölmüşlerdi. Bunun dışında kara ordusunda spor gibi yapılan etkinlikler sözgelişi araç yükleme ve itme, arkadaş taşıma, sevişme ve elektrik çarpması sonucu olarak da askerler ölmektedir. Bu durumlan araştıran bir doktor İnglllz Tıp Dergisi'ne şöyle yazmıştır;

“Askerlerimizin daha çok zamanı sevişerek değil savaşarak geçirdikleri görülmektedir.” Burada, ölen askerlerin yumruklaştıkları rakiplerinden kilo ve boyca farklı olduklarını söylemek belki de gereksiz olacaktır.

İngiltere' de golf sporu baş yaralanmalarında, oynandığı topla de-ğil ama vuruş yapmak için sallanan golf sopasına çok yakın duruştan ötürü, baş sırayı almaktadır. Ata binme ikinci sırada (bazı bölgelerde ilk sırada) yer alır. Bu gerçeği çok iyi bilen Jokey Klübü başına sadme gelen binicilerin iyileşene kadar yarış alanlarından uzak kalmalarını zorunlu tutmuştur. Üçüncü sırada, pek çok kişinin oynadığı ve topa kafayla da vurduğu futbol yer almaktadır. Kuşkusuz topa kafayla vurmanın doğru bir şekli vardır ancak rakip oyuncuların itip kakmaları arasında doğru şekil pek uygulanamaz. Kafaya biçimsiz gelen bir top, kendi haliyle bir boks eldiveni gibi vurur. Ragbi oyuncuları da özellikLe atak ve atağı kesmeler sırasında baş yaralanmaları ile karşı karşıya kalırlar. Kuzey İngiltere'de yapılan bir araştırmada ragbi oyuncuları-nın üçte birinin son beş yıl içinde birden çok kez başlarına sadme olayı geldiğini ortaya koymuştur. Bu oyuncuların çoğu olayı bir doktora bile bildirmemişti. Amatör Boks Birliği'nin kıdemli tıp görevlisi 1965 yı-lında İngiliz Tıp Dergisi'ne, “Ragbi liginden pek çok oyuncuyu ortalama bir boksörden daha çok sersemlemiş (kroke) halde gördüğünü” bildiriyordu. Şiddetli ile ortalama bir olayı kıyaslamak haksız olabilir.

Ancak gene de bu sözlerde gerçek payı vardır. Baş yaralanmaları boksörlerde diğer sporculardan daha büyük heyecan yaratmaktadır. Söylenilenlere göre, Amerikan futbolu futboldan ragbiden de başka bir şeydir. Prensipte yumruklarla oynanmasa bile daha çok boksa benzer. Bu spor türünde karşı tarafın etkili oyuncularını tutup durmakta ifadesini bulan bir niyet bulunmaktadır. Bir okulun antrenörü bir yıl içinde kırk dokuz oyuncusunun bu spor dalında yaralandığını saptamıştır. Bunlardan yedisi dizde; altısı kemik kırılması 'Vebeşi sadme şeklinde oluşuyordu. ABD çapında beş yıllık bir dönem içinde felçle biten kırk bir belkemiği yaralanması olmuştu. 1975 yılında kol ve bacakları toptan felç olan bir okul çocuğu Amerika'nın bu ikinci derecede tutulan spor dalını seçişini yadsımış ve dava açmıştı. Dava sonunda koruyucu başlık yapımcısından 98.000 dolar (149 milyon TL. - Çeviren) ve okul yönetiminden 6,3 milyon dolar (3 milyar 150 milyon TL. - Çeviren) tazminat aldı. (Çocuk savunmasında, okulun ona başı öne eğik koşmaktan kaçınmayı öğretmemiş oluşunu öne sürmüştü). Koruyucu başlık yapımcılan bu ülkede son birkaç yıl içinde benzeri davalarda 25 milyon dolar (12 milyar 500 milyon TL. - Çeviren) tazminat ödemiş-ler ve okul yönetimleri kolayca hak verilecek şekilde Amerikan futbolu yerine diğer sporları desteklerneyi kararlaştırmaya başlamışlardır. Bu spor dalında koruyucu araçların maliyeti de yasaklamada etkin olmktadır. Bir spor ve eğlence türü olan motosiklet de özellikle baş yaralanmalarına yol açmaktadır. Tıp dergisi Lancet'in bir başmakalesine göre, “Koruyucu başlık takmayanların baş yaralanması oranı, takanlara göre üç ile dokuz katıdır.” Bu konuda yasaları değiştiren ABD yönetimi de durumu vurgulamada yardımcı olmuştur. 1967 yılında federal hükümet eyaletlere başlık takılmasını zorunlu hale getiren yasalar çıkarması için izin verdi. Çoğu eyalet buna uydu ve motosikletçiler arasında yıllık ölüm oranı 10.000'de 10'dan 7'ye düştü. Daha sonra ABD Kongresi ters yönde karar alarak eyaletlerin bu zorunluluğu isterlerse kaldırabileceğini bildirdi. Yirmi yedi eyalet bunu yaptı (ve yasa maddelerini yumuşatarak koruyucu başlık kullanmayı yalnızca on sekiz yaşından küçükler için zorunlu olarak bıraktı). Sonuçta koruyucu başlık takanların sayısı yüzde 50'ye düşerken motosiklet kazalarında ölüm oranı yüzde 40 tırmanma gösteriyordu.

Eski bir boksör ve Dünya Boks Birliği'nin tıp damşmanı olan Dr.

Max M. Novich şöyle demektedir; “Boks, dünyamn en az tehlikeli sporlarından birisidir. Ve şimdi, boks güvenliği üzerinde isterik kadınların çığlıklarını dinlemeyi kesmemizin tam zamanıdır artık.” Bu sözleri kimse hemen alkışlamayacaktır. Oysa, diğer sporlar da tehlikelidir. Ve bu sporları böylesine çok insan yaptığından, .daha çok insan kendisini ya-.ralayabilir. Şu halde, boks sporu baş yaralanmaları ve beynin hasara uğraması durumunda en çok dikkati üzerinde çekmemelidir.

Baş ağrıları, bir dizi çelişkilerle doludur. İnsanoğlunun en yaygın şikayetlerini oluştururken bazı kişilerin hiç başı ağrımaz. Baş ağrısı çok hafif ya da günü (hatta haftayı) zehir edecek kadar şiddetli olabilir.

Kusma, diyare, kabızlık ile birlikte ya da yalnız başına olur. Başın önünde, tepesinde, arkasında olduğu gibi bir ya da iki yanına gelebilir. Yüksek ya da alçak metabolizma ile ilgili olabilir. Ya içki içilmesi, başın veya boynun birdenbire sarsılması, kafatasına vurulması, endişe duyulması gibi belirgin bir nedeni vardır ya da belirgin hiçbir nedeni bulunmaz. Baş ağrısı önemsiz olabileceği gibi, öldürücü bir durumun ilk göstergesi de olabilir.

Baş ağrısının kendisi bir hastalık değil bir belirtidir. İki bin yıldır oldukça yoğun incelemelere konu olmuş bulunmakla birlikte bugün dahi bu denli çok beden koşulunun neden başağrısıyla sonuçlandığı “tümüyle bilinmemekte”, “çok az anlaşılabilmekte” ve “açıklanması güç olmaktadır” (Tırnak içindeki ifadeler çeşitli yazarlarındır). 'Migren' teriminin kökeni bile, İ. S. İkinci yüzyılda Galen, bu tek yanlı yarım baş ağnsı durumunu ifade eden henıleranta sözcüğünü ilk kez kullandığı zamana kadar uzanır. Bununla birlikte, migren şimdi de kurbanlarına her zamanki gibi saldırmaktadır. Bu konuda en çelişkili nokta, beynin kendisinin ve çevresindeki kemiklerin ağrı oluşturma yeteneğinden yoksun oluşudur (beyin ve çevresindeki kemikler hiçbir duyumsama olmaksızın kesilebilir ve yakılabilir). Bu nedenle başı yarılırcası-na ağrıyan bir kişi, bu ifadeyi yalanlayan ilk insan olabilir. Çünkü ağrı kafasının içinde hapsolmuştur.

Baş ağrılarını sınıflandırmak üzere çeşitli : girişimler yapılmıştır.

Bazı gruplamalar çok yoğundur. Oysa bizim buraya (Dr. Joseph D. Wassersug'dan) aldığımız daha basit bir listedir:

1. Migren tipi baş ağrıları: (Aşağıda ayrı başlık altında anlatılacaktır).

2. Küme tipi baş ağrıları: Bunlar ayrıca histamin baş ağrıları diyebilinir. Migrenle ilgilidir ama erkeklerde biraz farklı ve daha sık olur. Ağrı başın önünde ve bir gözün çevresindedir. Birden artar ve belki yirmi dakika sonra azalmaya başlar. Bir günde iki ya da daha çok kez yinelenen baş ağrısı genellikle geceleri gelir. Bu durum böylece bir ay ya da daha uzun süre sürdükten sonra baş ağ-rısı kümeleri birkaç yıl gelmeyebilir.

3. Kas büzülmesi ya da gerilmesi baş ağrıları: Genellikle boyun ve şakak kaslarının büzülerek bölgedeki kan damarlarını etkilernesi nedeniyle olurlar. Genişleyen ve büzülen kan damarları baş ağrısının nedenidir ve baş ağnlan için de en çok yinelenen nedeni oluştururlar...

4. Burun ve sinüslerle ilgili koşullar: Tüm sinüsler (sinüs; kemik içindeki yüzeyi mukoza ile kaplı boşluk demektir - Çeviren) sözgelişi burundakiler, kaşların üzerindeki ve yanaklardakiler sinirlerle sinirlendirilmiştir. Sinüs sinirlerini etkileyen iltihaplanma ve basınç baş ağrılarına yol açar-5. Sinirsel ve duygusal baş ağrıları: Bunlar da artan kan basıncıyla ilgili olabilirler.

6. Ateş (fiyevr) ve sistemle ilgili enfeksiyonlar: Olasılıkla pek çok baş ağrısında olduğu gibi beyin ve beynin ince zarı (Pla mater) atardamarlarının şişip gerilmesi nedeniyle ağrılar meydana gelir. Bunlar tifo, tifüs ve gribe eşlik eden en şiddetli, ağır, derin acıyan ve başı genel olarak etkileyen ağrılardır.

7. Zehir ve aşırı alkol alımı: Bir Önceki 6. maddedeki ateşli baş ağrı-lanna benzerler.

8. Beyin tümör ve apseleri: Kısmen kafatası içi basıncını artırarak, kısmen de sinir ve kan damarlarını eğip bükerek baş ağrısına yol açarlar. Migrende hemen kötüleşen ve böyle kalan baş ağrılarından tümör baş ağrılarının farkı, bunların zamanla kötüleşmesidir. Tümör baş ağrısı genellikle acı veren, derin, sürekli, ağır tabiatlı olan ve ritmik ya da nabız gibi vuruları olmayan ağrılardır.

9.. Beyin Iltihabı: Menenjitte olduğu gibi baş ağrısı çoğu kez boyun tutulmasına eşlik eder. İltihaplanmış beyin zarları beyin ile kafatasının arasında yer alır ve ağrıya karşı aşırı derecede duyarlıdırlar. Bu durumda bel ponksiyonu ile alınan beyin omurilik sıvısı ölü akyuvarlar ya da cerahat bulunması nedeniyle artık berrak ve renksiz değildir.

10, Kan basıncı: Bazen kan basıncı ile baş ağrısı arasında bağlılık bulunurken çoğu kez bu bağ bulunmaz. Ya da yüksek kan basıncı varken aynı zamanda süren baş ağrıları ilişkili olmayabilir. Basınçtan ötürü oluşan baş ağrısı, beynin kan damarlarının yırtıldığının ve pıhtılaşmanın oluştuğunun uyarısı olabilir. Ancak bir kez daha yineleyelim, bu tür başağrısı sürerken böyle durumlar mevcut olmayabilirler.

11. Göz yorgunluğu; kulak ve dişlerdeki hastalıklar: Göz yorgunluğunun pek çok baş ağrısının nedeni olduğu genelolarak söylenir; oysa bu doğru değildir. Dr. Wassersug bu konuda şöyle yazmaktadır; “İyi bir göz uzmanı, göz yorgunluğundan kuşkulanırsa, bu iyi bir başlama noktası olur.” Eğer göz yorgunluğu olası bir neden olarak ortadan kaldırılır ve baş ağrısı ısrarla sürerse, diğer olası nedenler kontrol edilebilirler. Kulağımız benzersiz bir biçimde sinirlendirilmiştir. Diğer hiçbir organda duyurucu sinirler bu denli çok sinirsel bölümden oluşmamıştır, Dişler de çok iyi şekilde sinirlendirilmişlerdir. Bu iki sistemin herhangi bir yerindeki iltihap baş ağ-rısına yol açabilir.

12. Sinir iltihabı (nevrit) ve duyurucu sinir ağrıları (nevralji): Bunlar; diğer baş ağrısı nedenlerinden daha az belirgindir. Ancak, sinirin izlediği yol boyunca oluşan iltihap ya da ağrı dolaysız veya dolaylı biçimde baş ağrısına yol açar. Bu uzun listebizi neden her zaman baş ağrısından şikaj et etmediğimizi merak etmeye kadar götürebilir. Kuşkusuz bütün bu nabız gibi vurular ve nahoşlukların nedenini kaçınılmaz biçimde düşünürüz. Eğer beyin ve çevresindeki kemikler bu denli duyusuzsa, yalnızca beynin kendisi ve kemiklerden oluşan başın tepesi neden bu kadar çok ağrı alanı-dır? Aynı şekilde, sinir ve kan damarlarıyla iyi bir şebeke halinde örülmüş olan sağ ayak ya da karında değil, bütün ağrılar neden bu denli sık başta duyumsanır? Bu sorulara üç ana yanıt bulunmaktadır: Birincil olarak, baş bedenin en üstünde yer alır (bu nedenle burada kan dolaşımı her yerden daha çok problem çıkarır). ikincil olarak, baş yedi boyun omuru üzerinde dengelenmiştir (bu yüzden kas ve bağlar onu sürekli denge halinde tutmalıdırlar). Üçüncül olarak, baş çok katı bir mahfazadır (ve bu nedenle de, kan damarlarındaki gibi herhangi bir şişme iç basıncı artırır. Başta küçük bir tümör büyük ağrıya neden olabilir. Oysa, kocaman bir karın tümörü hiç dikkati çekmeyebilir).

ABD Ulusal Ayakta Tedavi Tıp Özeni Araştırması'na göre, baş ağ-rısı son zamanlarda bir yıl içinde (1977-78 in bir döneminde), şikayetçilerin 18 milyon kez doktora gitmelerine neden olmuştur. Bu yüzden kişileri doktorların bekleme odalarında bekleten belirtiler arasında yedinci sırayı almaktadır. Oysa, hastaya doktorların geliş nedenlerinin yüzde 2'si baş ağrısından olmuştur (buna karşılık sinir uzmanlarının hastaya gelişlerinin yüzde 18'i baş ağrıları nedeniyledir). Pek çok baş ağrısı vakası bireysel olarak yatılarak, dinleriilerek ve aspirin yutularak (ilk kez 1899 yılında tıp hizmetine sunulmuştur) iyileştirilir. Yukarda anılan araştırma aynı zamanda başı ağrıyanlardan kadınların erkeklere oranla iki katı sayıda olmak üzere doktorlara gittiklerini ancak erkeklerde kadınlardan biraz daha çok 'ciddi ve pek ciddi' bağ ağrısı nedeni bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Bu konu üzerinde en uzun süreli ve yetkili çalışma Harold G. W olff tarafından Baş ağrısı ve öteki Baş Acılan adı altında bir kitapta toplanmıştır. Yazarı 1962 yılında ölene dek bu kitabı sürekli düzelterek konuyu yeni tutmaya çalışmıştır. Kitap şu türden bilgilerle doludur: “Normal kişilerde sarsıcı bir baş ağrısının ortalama basamak değeri yakla-şık olarak 6 g'dir Aynı bireyde bile bu ağrı günden güne + 2,7 g olarak değişebilir” “Baş ağrısı oluşturmak üzere pek çok deneysel çalışma yapılmıştır. Örneğin, beyinden 20 santimetre küp beyin ve omurilik sıvısı çekilmiştir.” ... “Bir öğün yemeği n yenmesi atlandığında ya da geclktlrildlğlnde bunu izleyen kan şekerinin azalması [hipoglisemi), kan damarları nedeniyle baş ağrısı çeken kişilerin başının ağrımasına neden olur.” ... “Baş ağrısı ile kabızlık arasında, birinin öbürünün nedeni oluşuna ilişkin bir ilginin kanıtı bulunmamaktadır.” ... “Migrenden ötürü baş ağrısı çeken 36 kişiden 9'unda memebaşı tersine dönüktü.” ...

“Kan damarlan nedeniyle orta şiddette baş ağrıları merkezkaç hareket le, tümüyle elimine edilmiştir.” .,. “Baş ağrısı çeken üç kadında bu ağrı-lar hiç bil' uyarı olmadan orgazm sırasında başlamakta ve birkaç dakika ile birkaç gün arasında sürrnekteydi.”

Dr. Wolffun ömür boyu süren bu çalışması etkileyici ve baş ağrı-sı hakkında bir kitabı dolduracak yeterince bilgi bulunmadığı yolundaki kuşkuları yalanlayacak niteliktedir. Wolff özellikle baş ağrısının ortaya koyduğu bilmece: bu ağrının belirti olarak hiçbir şey ifade etmeyi-şi ya da korkunç bir karmaşıklığa neden oluşu karşısında şaşkınlığa düşmüştü. Ve şöyle diyordu; “İnsanın yaşadığı deneyimler arasında bu denli çok ağrının ufacık bir doku yaralanması ile ilgili oluşu ya da ya-şama malolacak veya felç olma korkusu yaratacak bir uğursuzu önemsizden ayırt etme başarısızlığa uğrayışı yalnızca baş ağrısında görülür.”

Migren. Wolff'un kitabında ana bölümlerden biri Galeri'in hemİcrania'-sına ayrıldığı gibi, baş ağrısı konusunda yazılmış her kitapta da bu böyle olur- Bir araştırmaya göre, İngiltere'de bir dereceye kadar migren çeken iki milyon (ya da ülke nüfusunun yüzde dördü kadar) insan bulunmaktadır. Başka bir araştırma bu sayının 5-6,5 milyon (nüfusun yüzde

10-13'ü kadar) olduğunu ve bunlardan 4 milyonunun her yıl yedi kezden fazla migren ağrısının hedefi olduklarını ileri sürer. Bir başka raporda da, migren çekenlerin yarısının bunu bir doktora kesinlikle söylemediklerini ve bu nedenle böyle kişilerin sayılan toplamlar içinde yer almadıklarını belirtir. Bu yüzden, hangi sayı ele alınırsa alınsın migren çekenlerin toplamı çoktur.

Migrenin nedenlerine ilişkin olarak her zaman kuşkular duyulmuştur. Bu nedenlerin çağdaş olması gerekli değildir. Çünkü, migrenin nedenleri arasında şunlar yer alır: Uyku; aybaşı hali; sıcaklık; ışık; gürültü; yolculuk; yiyecek rejimi, sözgelişi peynir, çikolata, alkol (özellikle kırmızı şarap), atlanan yemekler ve psikolojik etkenler. İşadamları migren halinin başlarına daha çok cumartesi günü geldiğini ve pazartesi günü geçtiğini söylerler. Wolffa göre Galen'in hemicrania sözcüğü zamanla hemigranea, emigranea, migranea, megrim ve sonunda migren olmuştur (İngilizce Chambers ve Oxford sözlükleri megrim'i migren ile eş anlamlı olarak almaktadır). Bu sözcük değişmesinin olduğu iki bin yıla yakın sürede migren çeken bu denli çok insan bulunduğu halde, bu derde basit bir çözüm bulunamamıştır. Son zamanlarda bir doktor otuz yıl önce migren hakkında bilinenlerin bir posta kartını doldurdu-ğunu, şimdi ise yalnızca iki posta kartı doldurabileceğini belirtiyordu. Migren hakkında her zaman bilinen, bu baş ağrılarının kendilerini nasılortaya koyduğudur. Şakağın üzerindeki ağrı (genellikle) ilk işarettir. Bu ağrı sonra başın bir ya da iki yanına yayıIır. Ağrı baştaki kan damarlarının genişlemesi nedeniyledir. Ve (çoğu kez) altı ile sekiz saat ya da (bazen) yirmi dört saat sürer ve günü berbat eder. Migrene iç bulantısı, kusma, kabızlık ya da diyare ve (pek yaygın olarak) karanlığın yeğlendiği ışığa karşı aşırı duyarlılık hali (fotofobi) eşlik edebilir. Migrende en belirgin görme özelliği, görüş alanının yalnızca bir bölümünü görebilme ve ayrıca görrnede göz kamaştırıcı çizgiler, bölünmeler, büyüklük ve renk bozukluklarının ortaya çıkmasıdır. (Bundan sorumlu olanın, beynin çit ya da çeper lobundaki kan akışında meydana gelen de-ğişmeler olduğu düşünülmektedir). Migren çeken kişi soluk, terli ve bazen kokabilen derisiyle (bazen de yüzü kırmızı olabilir) hasta görünü-şündedir. Bütün bunlara karşın, migren çok ender olarak beyinde sürekli hasara neden olur. Eğer böyle olmasaydı. migren çeken kişilerin çokluğunu da düşünürsek, pek çok beyni hasarlı kişinin ortaya çıkaca-ğı sonucuna varırdık. Ve kadınlar daha çok migren baş ağrıları çekti-ğine göre,- beyni yaralı daha çok kadının olması gerekecekti.

Günümüzde, migrenle ilgili ikinci posta kartırnız, kişide migren baş ağrısı başladığında oluşacak biyokimyasal değişiklikler hakkında elde var olan bir parça bilgiyi içerecektir. Burada, tipik olarak plazma noradrenalininde bir yükselme olur; bu da, kan trombositlerinin daha çok oranda bir araya gelmesine yol açar. Aynı anda ya da bu olayın sonunda, trombositlerden diğer maddeler de .çıkar. Sözgelişi, serotonin gibi (bu madde insanda uyku ve uyanıklık devreleriyle de ilgilidir). Bu maddeler de, kanın trombositlerini daha çok oranda bir araya top lanmak üzere hareketlendirirler. Serotoninin aynı zamanda (yukarda 6. kesimin son kısmında sözünü ettiğimiz) kan-beyin engelinin geçirgenli-ğini etkilediği ve bu şekilde kendisinin beyne girişini hızlandırdığı düşünülür. Bütün bu başka olayların (burada her kimyasal maddenin ortaya çıkışı, diğerlerinin ortaya çıkmasını etkiler) sonucu olarak, kan damarlarındaki sinirsel rahatsızlıkla birlikte artan bir büzülme olur.

Besinlerdeki pek çok amin (azot bileşikleri gibi) trombositlerden serotoninin çıkışında etkilidir. Bu da olasılıkla bazı besinlerin migreni baş-latışını açıklar. Ancak, bu denli karmaşık neden, etki ve karşı etki vb.lerinin toplamı arasında şu ana değin migrenin oluşuna ilişkin açık seçik bir yanıt bulunamamıştır. Ve hatta, migren öncesi aşamasında (migren çekenler bunu fırtınadan önceki sessizlik olarak bilirler) daha büyük bir sorunun oluştuğu, beynin kan akışında kanın azaldığı, bunun tamamlayıcı bir akımla kan artışına yol açtığı; beyinde bir basınç, baş ağrısı, trombositlerin toplanması ve migrenin diğer bütün belirtilerinin oluştuğu düşünülmektedir.

Migrenle ilgili üçüncü posta kartıınız tedaviye ilişkin bilgileri içerebilir ve olasılıkla bu kartta çok daha fazla boş alan kalacaktır. Migrenin insana saldınsı başladıktan sonra yapılan tedavi, bu baş ağnsı öncesi tedavisinden daha az etkilidir. Trombosit oluşumunu azaltan bile-şikler olduğu gibi serotonin çıkışını engelleyen bileşikler de bulunmaktadır. Kuşkusuz, bunlann etkililikleriyle ilgili savunmalar da yapılır ancak migrenin en iyi şekilde başlamadan önce tedavi edildiği genellikle kabul edilir. Bir kez baş ağnsı ve ona eşlik eden belirtiler başlayınca,

Lancet adlı tıp dergisinin makalesine. göre, “Hedef, ağn ile mide bulantılarını standart ağrı kesici ve mideyi yatıştıncı ilaçlarla hafifletmek ve bu şekilde kişiyi rahatlatmaya çalışmak olmalıdır.” Migren baş ağrıları ve özellikle ağır vakalardaki etkililiği tartışılan bir ilaç için Lancet anı-lan makaleye şu ifadeyi de ekleyip bir sonuca varmaktadır ve aspirinle kıyaslanacak bir durum yoktur. Çünkü aspirin de aynı etkiyi yapmaktadır. Ve çok daha ucuzdur.”

Migren üzerine son ve önemli bilmece, bu ağnlann neden başın yalnızca bir yanına saldırdığıyla ilgili olacaktır. Ve birbirinin. peşi sıra gelen migren saldınlarında ağn neden başın bir yanından öbür yanına doğru uzanır? Ve neden sağ elini baskın kullanan kişilerde mig.ren ço-ğunlukla başın sağ yanına saldınsını yapar? Ne olursa olsun, bu' tek yanlı davranış, migrene adını verdirmiştir. Ancak migrenin 1.800 yıllık adında yeni değişmeler olması ve bu hastalığın daha iyi anlaşılması ya da daha uygun tedavinin bulunabilmesi için bir o kadar sürenin daha geçeceğinden kuşkulanmak can sıkıcıdır.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp