Modern Tıp Kimlere Hizmet Ediyor?

Modern Tıp Kimlere Hizmet Ediyor? :

Modern Tıp

Tam bu noktada bu beylik soruyu sormamızın zamanıdır sevgili komplo-teori severler. Yine bu noktada iyi niyetli idealist doktorlarımızı tek tek takdir ediyor ve onları da bir an olsun düşünmeye davet ediyoruz.Onlar da benim gibi gözlerini açtıklarında şüphe etmeksizin inandıkları ve güvenip modern zannettikleri Batı- Ortodoks tıbbının neye hizmet ettiğini düşünecek zaman bulamamışlardır. Biz onlara zaman kazandırmak için bir çalışmanın sonuçlarını irdeleyelim.Amerika Birleşik Devletleri, modern tıbbın, yani gerçek adıyla Batı-Ortodoks tıbbının zirve temsilcisi olan bir sistemlesağlık hizmeti veren bir ülkedir.FDA (İlaç Gıda Dairesi) gibi bir kurum vardır ki, tüm dünyanın, özellikle bizim gibi gelişmekte olan ‘Pazar’ ülkelerin sözüne tam itibar ettiği yüksek onay kurumudur bu.FDA kullanmayın derse kullanmayız, yazın derse yazarız.    İşte böyle bir modern tıp şahı ülkede yapılmış olan bir çalışmanın sonuçları diyor ki, “Doktorlar greve gittiğinde ölüm oranları düştü. Grev bitip de doktorlar tekrar göreve döndüğünde ölüm oranları tekrar yükseldi ve bu durum yedi ayrı çalışmada da aynı sonucu verdi.” Bu cümleyi yazarken bir kez daha tüylerim diken diken oldu, sevgili şifa severler.
Bu sonuçlar üzerine ünlü tıp araştırmacısı Gary Null şöyle demiş: “Amerikan Sağlık sisteminin Amerika’daki ölümlerin ve yaralanmaların başta gelen sebebi ve faili olduğu ispatlanmıştır.” Aynı çalışmanın içeriğinde endüstrinin temsilcileri, “Bu gerçeği biz de biliyoruz ama sektörümüzün çalışanlarının ve yaptığımız işin yardım bekleyen insanları öldürdüğünü kabullenmesi beklenemez” mealinde açıklamalar yapmışlar.Bu aşamada şu gerçek ortaya çıkıyor:    Dünyada her sektörde olduğu gibi tıbbın da ilaç endüstrisi başta olmak üzere elbette bir endüstrisi oluşmuştur. Firmalar ürünlerini satmak için geri kalan her şeyi ikinci planda bırakabilir. En nihayetinde nasıl olsa denetim-onay kurumlan var, bakanlıklar var ve tabii ki, sonuçta bu ilaçları yazma özgürlüğü(!) elinde olan doktorlar var. Bu endüstriyi elinde tutanlar da topu işte bu saydıklarımıza atarlar.Bir ilacı hastaya yazan doktor, birinci derecede sorumlu ve yetkili olandır. Dolayısıyla bir ilacın faydasını, zararını ve yan etkilerini en iyi bilmesi gereken, uygun hastaya uygun reçeteyi yazması gereken, sakıncalı bir ilaçtan hastayı uzak tutması gereken kişi doktordur.

Modern toplum çeşitli mekanizmalarıyla (kamera sistemi, mahkemeler, polis, hastane, hapishane, okul, ordu) bireyi sarıp sarmalamış ve her hareketini kontrol altına almayı amaç edinmiştir. Modern toplumda bireylerin sürekli kayıtları alınmakta ve her hareketleri incelenmektedir. Kimlik numaranız, nüfus cüzdanınız, banka ve kredi kartlarınız, ehliyetinizle sistem ve kurumlar sizi daima denetlemeye kısıtlamaya engellemeye çalışmaktadırlar. Bütün bu kurallara ne kadar uyarsanız o kadar “normal” karşılanırsınız. Foucault Kliniğin doğuşu ve deliliğin tarihi gibi eserlerinde insanlık tarihinde değişik zamanlarda fikirleri nedeniyle hangi insanların (mesela Sokrates ve Galileo) deli ya da anormal olarak adlandırıldıklarını inceler. Bu inceleme de göstermiştir ki dönemin söylemine karşı söylem üreten hep anormaldir ya da delidir.

Modern tıp tüm kurumları ve yapılarıyla sağlıksız ve sistemle uyumsuz yani Foucault’ un deyimiyle “anormal” olan insanların tedavisini üslenmiştir. Anormal insan hastadır, sakattır, yaşlıdır ve sistem için gereksizdir çünkü onun yararına hizmet edecek şartlara sahip değildir bu nedenle de soğuk hastane odalarına kapatılmalı ve denetim altında tutulmalıdır. Foucault’ a göre uygarlık olarak hastane, nakledilmiş hastalığın asıl yüzünü kaybetme tehlikesiyle karşılaştığı yapay bir yerdir. Hastalık, doktorların hastane adını verdikleri yerde bir karmaşıklıklar biçimiyle orada hemen karşılaşır: Kaslarda genel güçsüzlük, dil kuruması, yüzün solgun olması gibi genel belirtiler hemen herkes için geçerliymiş gibi bir müdahale başlar. Oysa uygarlıktan önce insanların hastalıkları daha basittir modern tıp kendi karmaşasını hastalık üzerinde uygulamaya başlar ve hastalığın asıl seyrinden uzaklaşır. Hastaneler kurum olarak sistemle bir bütünlük içindedirler oysa hastalığın doğal yeri bu yapılar değil ailedir. İçten bakımın yumuşaklığı, bağlılık gösterilmesi, samimi iyileştirme arzusu, bütün bunlar hastalığa karşı mücadele eden doğaya en büyük yardımı sunar. Bu nedenle soğuk klinik ve hastaneler gereksizdir, çünkü doktorun hastalığa değil hastaya yardım etmesi gerekmektedir ve bu nedenle onun görevi gerekiyorsa hastanın ve hastalığın doğasını bozmadan hizmet etmektir. İktidarın söyleminin yanında değil doğanın söyleminin yanında olmaktır.

Hastaneler doğru tıbbı uyguladıklarını savunurlar, doğru tıp devletten geçerlilik onayı alacak ve yasal koruma görecektir, “gerçek bir iyileştirme sanatının varlığını kanıtlamak” devlete kalacaktır. Bireysel algılama, aile yardımı, evde bakım tıbbı, ancak ortaklaşa denetlenen ve toplumsal uzamı bütünüyle kapsayan bir yapı üstünde destek bulabilir. Bu süreç hastalığın kurumlaşmasına ve devlet denetimine geçmesine sebep olur. Böylece doktorun birinci görevi siyasallaşmak olacaktır. Hastalığın kurumlaşmasıyla beraber hastaneler devletin belirlediği hekim ve uzmanlarla dolmuştur. Onlar sistemin tıp kurumu içerisindeki temsilcileri gibidirler ve asli görevleri “anormali” normalleştirmektir. Tıbbı devletin bir denetim mekanizması haline getiren sistem kırsalı da unutmaz ve böylece kırsala doktor yerleştirme sorunu ele alınır. Amaç doğum ve ölüm kütükleri sayesinde sağlığın istatiksel denetiminin sağlanmasıdır. Böylece ölüm ve doğum gibi insan yaşamının önemli durumsallıkları birer veri olarak k?ğıt sayfalarında yerini alacak devlet için yalnızca demografik bir malzeme teşkil edecektir.

İvan İllich’e göre medikal bürokratlar insanları alt kümelere ayırır: araba kullanabilecek olanlar, çalışmaktan uzak durabilecek olanlar, kilit altında tutulması gerekenler, asker olabilenler, sınırları zorlamayı yemek pişirmeyi ya da fahişeliği becerebilenler, ölmüş olanlar, suç işleyebilir ya da işlemeye yatkın olanlar. Bu kategorilere devlet tarafından yapılan yasalarla işlerlik kazandırılmış hekim devlete tâbi bir bürokrat haline getirilmiştir. Beş Kasım 1976’da İmparatoriçe Maria Theresa, adli tabiplerden, sağlıklı yani “doğru” bir ifade alabilmek için işkenceye müsait olma raporu vermelerini istemiştir, bu ferman zorunlu tıbbi raporları yürürlüğe koyan ilk yasadır. Bu yasayla birlikte hekimler yeni bir statü kazanmıştır. Bu statü iki şekilde fonksiyonelleştirilmiştir: birincisi kişiyi işten, hapisten, askerlikten ya da evlilik bağından kurtarmak, ikincisi hekime göre “anormal” olan kişileri bir kuruma kapatarak ya da yaptığı şeyleri yadsıyarak, onun özgürlüğüne tecavüz etmek. İktidarın tahakkümü içerisinde bulunan hekim kazandığı bu statüyü bir denetleme unsuru olarak kullanarak sisteme ve devlete hizmet sunar hale gelmiştir. Günümüzde polisin yaptığı işkenceyi görmezden gelerek “işkence yoktur” raporu hazırlaması, ya da hekimlerin para karşılığında çeşitli sektörler için raporlar düzenlemesi bu anlayışın ürünüdürler.

Modern tıbbın hekimlerinin ya da İllich’in deyimiyle “tıp beylerinin” bir başka görevi de dengeli olmak için sapkınlıkların belgelenmesidir. Garip görünen ya da acayip davranışlar sergileyen kişilerin ortak özellikleri formel olarak isimlendirilmedikçe ve şaşırtıcı tavırları bilinen bir evrak rafına konmadıkça, bunlar tehlikelidir. Çünkü bu sapkın insan sistemin devamlılığına gölge düşürebilecek niteliklere sahiptir. Bu nedenle hemen tanımlanmalı istatistiksel verileri sağlanmalı ve normalleştirilmelidir. Otorite, sapkınlığı taşıyan ruhu isimlendirerek sapkını dilin ve geleneklerin kontrolü altına alır ve onu bir tehlike olmaktan çıkarır.

İktidar ilişkileri bağlamı içerisinde dışlama, hapis, gözetim ve nesneleştirme pratikleri ve teknolojileri yoluyla ortaya çıkmış olan psikiyatri, sosyoloji, tıp, kriminaloji gibi disiplinler, sonuçta yeni iktidar tekniklerinin geliştirilmesine, inceltilmesine çoğaltılmasına katkıda bulunmuşlardır. Düşkünlerevi, hastane ya da hapishane gibi kurumlar bireylerin gözlemlenmesi, ıslah tekniklerinin denenmesi ve toplumsal denetim için bilginin edinilmesi doğrultusunda birer laboratuar işlemi görmüşlerdir. Bu laboratuarlar insanı biçimleyen tek tipleştiren fabrikalara dönüşmüşler ve sistemin kontrol mekanizmaları haline gelmişlerdir.

Modern tıp içerisinde hasta bakımının yanı sıra sağlığın korunması da bir metaya, kişinin iyileşmekten çok parasını ödediği bir şeye dönüşmüştür. Şirketin verdiği maaş nedenli kabarık, rütbesi nedenli yüksekse, çarkı iyi yağlanmış sağlam bir halde tutmak için de o denli yüksek para ödenmesi gerekir. Aşırı kapitalize olmuş insan gücünün bakım masrafı, üst basamaktakiler için yeni bir statü ölçütüdür. İnsanlar üstlerinden geri kalmamak için onların “check-up” larıyla yarışırlar. Çünkü modern dünyada birey her an hastalanabilir.“Check-up”, insanlara rahatsızlanmadıkları halde kendilerini hasta hissettirildikleri bir durum sağlar. Modern dünyanın “hastalık paranoyalı toplumu” devamlı kendisini kontrol ettirmekte ve sağlam kalmak için mücadele etmektedir. Çünkü hasta birey sistem için öteki olan bireydir. Ve sistemin devamlılığı için “sağlıklı” ya da “normal” olması gerekmektedir. Ayrıca devamlı kontrol altında olmalarını düşünmeleri, kapitalist-modern sağlık sistemi için oldukça avantajlı bir durum sağlamaktadır. Kısaca Modern Tıp aynı zamanda kapitalist ekonomi içerisinde de kendine yer bulmuştur, birey sağlığı artık paraya dayalı bir meta haline gelmiştir.

Makine mi?

Kadavra mı?

İnsan mı?

Descartes’in zihin ve beden arasında yaptığı katı ayrım, hekimleri beden makinesi üzerinde yoğunlaşmaya ve hastalığın psikolojik, toplumsal ve çevresel boyutlarını ihmal etmeye yöneltti. Böylece biyolojik tıbbi bilimin bakış açısı, vücuttaki organların işlevlerinin incelenmesinden, hücrelerinkine ve nihayet moleküler bilginin edinilmesine doğru geliştikçe sağaltım anlayışının değişmesine sebep oldu. Hekimler artık indirgemeci yaklaşımla vücudun bütün birimlerini en ince ayrıntısına kadar biliyorlardı çünkü onlar için insan artık ölmüştü O bir kadavradan ibaret bir deney malzemesiydi. İnsan vücudu artık çizgileri, oylumları, yüzeyleri ve yolları tanıdık olan bir coğrafyaya göre tanımlanmış anatomi atlasıydı. Bunun sonucunda doktorun görevi tamirciden farksız bir hale geldi ve insan bedeni mekanik bir alet olarak algılandı. İnsan vücudunun bütün kıvrımlarının bilinmesiyle hastalıklar ve hastalığa sebep olan faktörler genel bir bakış açısıyla ele alındı oysa her hastanın her hastalığının kendi çevresel koşulları vardı.

Modern birey, bilginin hem nesnesi hem de öznesi haline gelmiş, “bastırılmayıp” “bilimsel-disipliner mekanizmalar” ın yatakları içerisinde şekillendirilmiş ve oluşturulmuş, “bütün bir güç ve beden tekniğine göre özenle imal edilmiş” bir ahlâki/hukuksal/psikolojik/ tıbbi/ cinsel varlık haline gelmiştir. Modern toplumun oluşturduğu bu birey tipi doğa bilimlerinin pozitivist bakış açısıyla şekillenmiş kendi otonomluğunu kaybetmiştir. O artık mekanik bir varlıktır kendi doğasına yabancılaşmış “kültür yapıcı” misyonuyla kendisini kendi yolunda kurban vermiştir.

Foucault, hastane disiplini ile sanayi disiplini arasında bir özdeşlik kurmaktadır. Kapitalist toplum düzeninde, hapishane, fabrika, okul, tıpkı askeri örgütlenme gibi, disiplinli ve uyumlu toplum projeksiyonunun gerçekleştiği kurumlardır. Amaç, bireyi disipline etmek toplumsal düzenle uyumlu hale getirmek, bu çerçeve içerisinde toplum ya da insan bilimlerinin ana matriksi olarak nitelemektir. Birey, disipline edici, koruyucu ve normalleştirici iktidar ızgarası içine hapsedilmiş bulunmaktadır. Bu iktidar ızgarasının işlevi, insan tutum ve davranışlarını yargılamak, ölçmek, düzeltmek, değerlendirmek olarak tanımlanmaktadır. Hastanelerin laboratuarlarında insan bir kadavra olarak bilimsel tıbbın malzemesidir. Onun bütün hücrelerine inilmiş adeta bütün kaleleri fethedilmiştir. Çünkü onun bütün varlığının bir deneyle tanımlanması, onun bilgisinin bilgisine ulaşılması iktidar tarafından önemlidir. Birey modern tıbba bağımlı kendi doğal çevresiyle uyumsuz bir varlıktır artık ve iktidarın elinde bulunan kendisinin bilgisine muhtaçtır. Modern dünyanın bireyi kendi bedeniyle ilgili özgürlüğünü biyolojik tıbbi modelin hekimlerinin tecavüzüne bırakmıştır. Toplum hastalığı olduğunu, kimin hasta olduğunu ya da olabileceğini ve bu kişilere ne yapılabileceğini belirleme şeklindeki ayrıcalıklı hakkını hekimlere devretmiştir. Oysa her acı ve ağrı ya da her sıkıntı veya keyifsizlikle mücadele etme olanağı vardır, hastaya elverişli bir ortamda eşlik edilebilir ya da baş ucundaki yakınları onu cesaretlendirebilir.

Tıbbi tekeli radikal bir tekel olarak değerlendiren İllich onun pek çok biçimlere girebileceğini savunur ve şöyle der: Kentler ulaşım araçlarının çevresinde kurulduğu taktirde insan ayağının değerini düşürür; okullar, eğitimde önceliği ele geçirdiği taktirde kendini eğitmenin değerini düşürür; hastaneler, kritik durumda olan herkesi çektiği taktirde topluma ölmenin yeni bir biçimini dayatır. Sıradan tekeller piyasayı ele geçirir ancak radikal tekeller insanları kendi başlarına hiçbir şey yapamaz duruma düşürür. Modern tıbbın insanı nesneleştirdiği durumda insan da artık kendisini nesneleştirir. Çünkü önceden bir hastalık karşısında kendi kültürel ve çevresel koşullarına göre bir çare düşünebilirken, modern tıbbın radikal tekeline bağımlı olan birey kendisini çaresiz ve beceriksiz hisseder.

Ağrı ya da acı teknik tıbbi bir terim değilken birey kendisinde ağrıya karşı mücadele etme direncini bulurdu. Ancak Farmakolojik ya da cerrahi girişimlerle ağrıya müdahale insanın ağrıyla yüzleşmesini ona karşı direnç geliştirmesini engelleyici bir rol üstlendi. Ağrıya müdahale teknikleri ve hangi maddelerin ağrıya iyi geldiği konusundaki veriler genellikle hayvan deneylerinden elde edilen tablolarla ortaya konuldu. Hayvan deneyleri sonucunda elde edilen tabloların verileri insanlar üzerinde doğrulanır. Ağrı dindiriciler kobaylarda ve insanlarda aşağı yukarı benzer sonuçlar verir, fakat bunun için insanların deney öznesi olarak hayvanlarla hemen hemen benzer koşullarda deneye tabi tutulmaları gerekir.

Ancak aynı girişim gerçekten hasta ya da yaralı kişilere uygulandığı anda, ilacın etkisi deneysel koşullardan bağımsız hale gelir. Laboratuarda, insanlar kendilerini tıpkı fareler gibi hissederler. Acı gerçeğiyle karşılaşınca, fareler gibi tepki göstermek isteseler de acıya karşı yapabilecekleri hiç bir şey yoktur. Çünkü insanın acıyla ilgili bilgisi tıbbi otoritenin ve tekellerin elindedir, birey artık sadece bir deney malzemesidir.
Sağlıkla ilgili veriler genellikle istatistiki bilgiler olarak derlenir. İstatistik modern bilimler ve tıp için neredeyse en önemli kanıtlayıcı bilgidir.

Çünkü pozitivist bakış açısı için sayısal sonuçları olmayan bilgi yetersiz ve ucu açık bir bilgidir. İstatistiki bilgi tamamen matematiksel ölçüm tekniklerine dayandığı için ölçülebilir bilgiyi tanımlar ve göreceliliği reddeder. Ancak birey ve onun kültürünü tanımlamak için matematiksel bilgi yetersizdir. Çünkü insan ve onun kendi koşulları, içerisinde birçok değişkeni barındırır. Sağlık istatistikçisi “hastalığın yokluğu” şeklinde tanımlanan dar bir biyolojik tıbbi sağlık kavramı kullanır. Anlamlı bir tanım hem bireyin hem de toplumun sağlığını göz önüne almalıdır; o ruhsal hastalıkları ve toplumsal hastalıkları da incelemek zorundadır. Öte yandan ortalama ömür süresinin uzaması biyo-medikal tıbba mal edilir. Ortalama ömür süresi yararlı bir istatistik bilgisidir, ama bir toplumun sağlığı ile ilgili yargıda bulunmak için yetersizdir. Daha sağlıklı bir bilgi elde etmek için dikkatimizi nitelikten niceliğe çevirmemiz gerekir ki bunun anlamı sefalet düzeyine, yeterli beslenmeye ve daha pek çok toplumsal, ekonomik ve kültürel etkene bağlıdır. Ancak biyo-medikal tıp iktidarın bir kurumu olduğu için ve doktorlar da siyasallaştığı için istatiksel bilgi genel olarak zengin halk toplulukları içinden derlenir evrenselci bir yaklaşımla tüm toplum sağlıklı, tok ve refah düzeyi yüksekmiş gibi gösterilir. Medya yoluyla yayılan bu istatistikler halka “öyleymiş” hissi verir.

Güncel tıbbın insanların sağlığına karşı oluşturduğu tehdit, trafik yoğunluğunun ve sıkışıklığının devingenliğe karşı oluşturduğu tehtide, eğitim ve medyanın öğrenmeye karşı oluşturduğu tehtide ve kentleşmenin ev yapımında uzmanlığa karşı oluşturduğu tehtide benzemektedir. Bu olguların hepsinde ana kurumsal çabalar tersine sonuç verir duruma gelmiştir. Trafikte zamanı tüketen hızlanma, gürültülü ve karmakarışık bir ulaşım; daha çok insanı daha yüksek bir teknik yeterliliğe ancak genel bir yetersizliğe ulaştırmak için eğiten bir eğitim sistemi bunların hepsi tıp içinde geçerlidir. Kısaca tıp insan sağlığına yararlı olmaktan çok zararlı olmakta ve onun otonomluğunu yani kendine yetebilirliğini öldürmektedir

Sonuçta, modern dünya içinde birey kendisini kaybetmiş, her açıdan iktidar ve otoriteye bağımlı bir duruma düşürülmüştür. İnsan artık yalnızca kâğıt üstünde bir veri, laboratuarda bir kobaydır. Ayrıca biyolojik tıbbi müdahaleler her ne kadar tek tek aciliyet arz eden olaylara yararlı olmuşsa da, bütün insanlığın üzerindeki etkileri oldukça azdır. İnsanlığın sağlığı baskın tıbbi müdahalelerle değil, insanların davranışları, gıdaları, ekonomik koşulları ve çevrelerinin yapısıyla belirlenmelidir. Çünkü söz konusu üç değişken, kültürden kültüre farklılık gösterir; her kültür kendine özgü hastalıklara sahiptir, bundan dolayı da yiyecek davranış ve çevresel şartlar ve bunlardaki değişmeler hastalığı meydana getirir.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp